Amber vazgeçilenin gösterdiği
şeyler üzerine hayretini gizleyemiyordu. İhtiyar ve üçüncü hayattaydı.
Vazgeçilen bir elini omzuna bir elini ise saçlarına dayamıştı. Cama dönüşen
gözleri, bildiği her şeyi ona aktarıyordu.
Vazgeçilen,
gözyaşı kadınlarının gözleri ile görüyordu, onlar ile hissediyordu. Evren kadar
genişlemiş bilgisi vardı. Gözyaşlarının etrafındaki her şeyden haberi vardı.
Amber ona aktarılan anılarda, gözyaşlarının ölümlerinin, vazgeçilenin ne kadar
canını acıttığını da hissetmişti.
Vazgeçilen
elinden geldiğince anılardan Amber’ın işine yarayanları seçiyordu. Bunların
içerisinde geleceğe dair hiçbir şey yoktu. Rabi ile konuşmaları geldi gözünün
önüne ve Amber merakla vazgeçilenden cevaplar istedi.
Annesi,
Rabi’nin yeteneği ve eğitimi için getirmişti onu buraya. Kaderi ile tanışma
vakti olduğunu düşünmüştü. Rabi burada sadece son bir eğitim görmüştü. Saklı
büyüler ailesel olduğu için, beş yaşına kadar öğrenilmeli ve küçük çocuğun
bedeni büyü ile bütünleşmeliydi. Annesi oğlunun kusursuz bir güce sahip
olmasını istemişti ve bu yüzden kendi eğitimi ile yetinmeyip, bilginin doruğundaki
kristale götürmüştü onu.
Demek
ki Rabi, hafızası açılınca gücünü tam olarak kullanabilecekti. Bunun için en doğru
zamanı nasıl bileceğini merak etti Amber. Sordu vazgeçilene:
“Gelecek? Geleceği gördüm diyordu Rabi. Bu
nasıl mümkün olabilir?”
Vazgeçilen
cevaplamak için bir anı gösterdi. Saya’nın gizlice üflediği, algı tohumu mühür
büyüsü… Algı tohumu, düşleri bile değiştiren bir büyüydü. Çok değerli ve zor
bir büyüydü bu. Yapılması için bir kadim silahın ruhunu alırdı. Amber kimsenin
böyle karşılığı olan büyüyü kullanacağını hiç düşünmemişti.
Vazgeçilen
biraz duraksadı. Ayrıldı Amber’dan ve huzur dolu sesinde belirgin bir hüzünle
konuştu..
“Bir
göz daha açıldı.”
Amber
neler olduğunu sorduğunda, ölmek üzere olan bir gözyaşından haber aldığını
söyledi vazgeçilen. Can çekişen gözyaşının, Rabi’nin annesi olduğunu duyunca
Amber ne yapması gerektiği hakkında düşünmeye başladı. Nehrin büyüsünden
kurtulmuştu kadın ama korkunç acılar çekiyordu. Kalpleri son kez attığında
vazgeçilen hemen hissetti ve engel olmak istedi.
"Saniyeler
içinde yok olacaklar... Buna izin veremem."
Vazgeçilen
iki elini kulaklarına götürdü ve küpelerini çıkarttı. Koruma halkaları içeren
mühürlerle kaplı küpelerdi bunlar. Amber bu kadar güzel bir takı daha önce
görüp görmediğinden bile emin değildi.
Saya
ve Rabi hakkındaki her şeyi anlattı vazgeçilen... Saya'nın büyüsünün gücü
yüzünden hep direnen ruhunun nehre hapsedildiğini anlattı. Direnişi karşısında,
nehrin büyük iblisi ona ceza vermek istemişti. Nehrin iblisinin genç bedenini kadına
geri verirken, ruhunu kontrol etmesi için bir iblis daha yerleştirdiğine kadar,
her ayrıntıyı öğrendi Amber. Öğrendikçe daha da şaşırdı.
Kraliyetin
en eski büyüsü gerçekten de efsanelerdeki gibi sıradan bir büyüyle yok edilemiyordu.
Yok olmadığı takdirde de efendisini korumaya devam ediyordu. Büyü bedeni bir
yere kadar koruyordu ve beden ancak doğal yollardan ölüyordu, büyü içeren bir
saldırıda değil. Nehir de büyüyü yok edemeyince Bensurada ve nehrin yoğun
gücünün etkisiyle dağıtmayı düşünmüştü. Büyünün kırma özelliği baskın gelince
sahibin bedenini parçalayacaktı. Bu zekice plan bile kusursuz değildi.
Çünkü
iblis Saya'nın bedeninden çıktığında Saya tekrar bir gözyaşı olmuştu.
Vazgeçilen de daha o anda Saya'yı hissetmişti. Başından neler geçtiğini en ince
ayrıntısına kadar öğrenmişti. Vazgeçilen durumu anlayınca onları korumak için
tek bir şansı olduğunu biliyordu.
Amber’dan
aktarma büyüsünü kullanmak için yardım istedi. Rabi ile aralarında taze bir bağ
vardı, bu da saf umut aktarmayı mümkün kılacaktı.
Vazgeçilenin
saf umuttan küpeleri Rabi ve Saya'nın kulaklarına yerleşti. Bu küpeler
arındırılmış büyüye sahip olduklarından o ikilinin başında bekleyen iblis
durumun farkında değildi. O kadar saf bir şeyi iblislerin gözleri göremezdi.
Rabi ve Saya, hiçbir hayat belirtisi göstermiyorlardı.
Vazgeçilenin
küpeleri Saya ve Rabi'nin kulağında kıvrım kıvrım dolandı ve ruhlarına tutundu.
İblisin görmediği bir şekilde ruhlarını içine hapsetti ve korudu. Dıştan bakan
biri için sadece ceset kalmışlardı. Saf umut bile olsa bir süre dayanırdı.
Amber,
Zess’in Rabi'yi kontrol etmek için yanına gideceğini duymuştu. Güçlü durması
gerekiyordu ama şimdiden bir rütbelisini kaybetmiş olabilirdi. Küpeler iblisin
fark etmesini önlerdi ama yine de onları uzun süre hayatta tutamazdı.
Neden
üzülüp, perişan olacaktı? Rabi olsa da olmasa da elinden geleni yapacaktı. Kim
onu yolundan alıkoyabilirdi ki? Meydan okuyordu. İnatla ve boyun eğmeden, her
seferinde yaptığı gibi gözlerini hedefine tüm kararlılığıyla dikti. Amber hep
böyleydi, ruhu azimle taşmak için mağlubiyetlerden bile bir sebep bulurdu. Ne
kadar yerin dibine batarsa o kadar güçlü saldırırdı.
Zess'e
güveniyordu. Bir yolunu bulacaktı. Zaman hızla akıp kaybolurken, Saya ve
Rabi'nin ruhu yavaşça yeryüzünden siliniyordu. Amber endişelerini bir kenara
atarak kendini bütün bir ayı kaplayacak ağır eğitimine hazırladı. Düşüncesi
bile ürkütüyordu.
Vazgeçilenin
saklı ormanı ilginç bariyerlerle çevrilmişti. Sunak nehrinin hissetmesi bu
bariyerler nedeniyle imkansız haldeydi. Göründüğünden daha büyüktü ve sanki
giderek büyüyordu. Eğitimi için mükemmel bir alandı. Vazgeçilenden ve daha
öncesinde eski rütbeliden eğitim alacaktı. En son ise azizlerin ona ekleyeceği
güçler olacaktı. Amber yetersiz olduğunu kabul ediyordu ancak kendisine tüm
ruhuyla güveniyordu.
***
İhtiyarın
suratı asıktı. Zess, ihtiyara sorgulayan gözlerle bakıyordu. İhtiyarsa ona aynı
bakışla cevap veriyordu. Çünkü Zess onu nasıl bulduğuna dair hiçbir şey
söylememişti. En son pes eden ihtiyar oldu. Rabi hakkında aldığı haberi iletmek
üzere ağzını açtı.
“Bir daha büyü kullanamayacak. Yaşayacağı bile
şüpheliymiş. Birinci ulaştığında başlarında bir iblis bulmuş ve ilk başta ceset
olduklarını düşünmüş. İblisi yok ettikten sonra onları gömmek için en yakın
direnişçi mezarlığına taşıdığında ikisinin de hareket ettiğini fark etmiş.”
İhtiyar
Zess’i inceledi. Dişlerini alt dudağına geçirmiş, gergin bir surata bürünmüş
torununa, esprili bir tavırla sordu.
“Ağlamıyorsun
değil mi? Benim öldüğümü sandığın zaman bile ağlamamıştın.”
“Hayır, ağlamamıştım ve ağlamıyorum, daha
dikkatli bakmalısın ihtiyar! En azından hayatta... Ama anlamıyorum, Rabi’nin ne
kadar yakınına gidersem gideyim daire çiziyordum. Birinci usta onu nasıl
bulmuş? Hem nasıl olur da sen, birinci ve üçüncü usta o narin bir yerlerini
kaldırıp da bizzat aramaya giriştiniz?”
“Soruları sırayla sormayı denesen? Siz gençler
fazla sabırsızsınız! Biliyorsun ki en narin yerim kalbim. Kırıcı oluyorsun.”
İhtiyarın
güldürmeyen konuşmasını, Zess boş gözlerle cevapladı. İhtiyar esnedi ve sanki
hayatındaki her şey yolundaymış gibi, konuşmaya sahte bir neşeyle devam etti.
“Sizden, Amber’ın vazgeçilen ile
konuşacağından ve rütbeli seçiminden… Bunları başından beri takip ediyorduk ve
sadece efsanelerin haberdar olması için elimizden geleni yaptık. Başından beri
bir sır gibi tutuldu tüm bilgiler. Saraya yardım çağrısında bulunduğunda bunun
öneminin farkındaydık.”
İhtiyar
iki elini kavuşturdu. Bir elinin başparmağı ile diğer elinin başparmağını
birbiri üzerinde çevirdi. Bu hareketin bir anlamı yoktu ama Zess’in dikkatini
çekmiş, ilgiyle izliyordu.
“Rabi
söylediğin yerden biraz uzakta, nehrin dalının yanındaymış. Olduğu yerin
altında nehrin suyu kurumuş. Kraliçenin askeri büyüsü ne kadar güçlüyse artık,
nehrin en güçlü anında bir dalını kurutmuş. O şekilde takip ederek bulmuş.
Neyse ki birinci suya hükmedebiliyor, Bensura’da ıslanmadan onları
çıkartabilmiş.”
Zess
tuttuğu nefesi rahatlayarak vermişti. Yaşayacaktı, güçlenmese bile hayatta
olması ona yeterdi. Yaşayacağından emindi, kolay kolay ölecek bir tip değildi
Rabi. Yerdibi sarayında tedavisiyle, belki uzun sürse bile iyi olacağından
emindi. Ancak Saya için aynı şeyleri söyleyemiyordu. Çünkü içine iblis giren
bir kadını Yerdibi Sarayında sağ bırakıp bırakmayacakları şüpheliydi.
İhtiyar
ne derse desin içini kemiren bir mutsuzluk vardı. İhtiyar onun karamsarlığını
dağıtmanın en iyi yolunun, canı çıkana kadar çalıştırmaktan geçtiğine kanaat
getirmiş olsa ki şöyle seslendi.
“Eğitimine başlayalım mı?”
Zess
bir anlığına geçmişini hatırlarken, iki elini “dur” anlamında tuttu ve konuştu.
“Yeni
bir büyü olmasın. Çocukken senin deney tahtandım, şimdi olmaz.”
“Usta
diye başkasını bulsaydın sen de o zaman. Narin bir yerlerini kaldırmaktan mı
çekiniyorsun?”
Usta
omuz silkerek ilerlerken Zess yaklaşık bir on yaş kadar küçülmüş hissediyordu. Oflayarak
elde edeceği bir şey olmasa da sızlanmaya devam etti. İçinde onu görmenin
sevinci ile Rabi’nin sunak nehrine karşı aldığı yenilgiden kaynaklanan üzüntü
arasında gidip geliyordu. Ama umut kalbinin kenarlarından ayrılmak nedir
bilmiyordu.
İhtiyar
işleri Amber ve Zess için kolaylaştırmak adına bir şey daha yapmıştı.
Rütbelileri tek tek bulmalarındansa ayaklarına getirmeyi düşünmüştü. Muhtemelen
Zess ve Amber buna da karşı çıkacaktı ama ihtiyar onlara sormayı düşünmemişti.
“Hem onlar kimmiş? Yaşları ancak yarım insan eder.” Kendi kendine bunlara
benzer şeyleri mırıldanıp gülümsüyorken Zess’e yakalanıyordu.
***
Anjaya
her zamanki gibi rahat bulduğu pantolonlarından birinin üstüne gömlek geçirmiş,
iki elini de ceplerine tıkıştırmış, kızın saçlarından gelen hoş kokuyu belli
etmemeye çalışarak ciğerlerine çekiyordu. Biraz yanına gelmesi için onu
çağırmıştı. Kız ise Anjaya’yı baştan ayağa süzmüş, tehlikeli olmayacağına karar
vererek yanına gelmişti.
Beyaz
tenli, geniş omuzlu ve kıvırcık siyah saçlara sahip olan Anjaya’nın yüzündeki
tek kusur, burnunun ucunun içe doğru hafif kıvrık olmasıydı. Düzgün inen burnun
bir anda içe doğru bükülmüş olmasına Nita tek kaşı havada bakakalmıştı. Çok
dikkat çeken bir sorun yoktu ama Nita burun ve çenesi düzgün olmayan erkekleri,
isterlerse mükemmel olsunlar pek de çekici bulmazdı.
Anjaya
bir taraftan yürürken, kızın kendisini bu kadar garipseyerek incelemesine
şaşırmış halde konuşmayı açmaya karar verdi.
“Nita Pholl, bu ismi çok duyuyorum nedense.”
“Ve
sen de?” Nita bunu söylerken bile Anjaya’nın boynunda adem elmasının hemen
sağındaki bene odaklanmıştı. Bu Anjaya’nın gözlerini devirerek konuşmasına
neden olmuştu.
“Adım
Anjaya Iyruk. Yakın arkadaşlarım Anj derler.”
“Nerelisin
sen? İlk defa böyle bir soy ismi duyuyorum.” Nita bunu söylerken Anj ismini
mırıldanıp gülmüştü de. Anjaya ise kıza bir kez daha anlam vermeyen gözlerle
bakarak konuştu.
“Bir çiftçi kızının bilmemesi çok normal…
Iyruk ailesi, aklına gelen en batıdaki şehirde, eski ve soylu bir ailedir. ”
Nita
sesini kısarak, belki de içinden konuşmadığını unutarak söylendi.
“En
batıda ne vardı ki? Şu ayıcıkların olduğu yerdi sanki orası…”
Ayıcıklar, Tam bana hep ayıcıkları
batıdan aldığını söylerdi. Batı, en batı…
Saniyeler içinde Nita’nın gözleri irileşmiş ve içindeki çocukluk duyguları gün
yüzüne çıkmıştı. Tatlı, renkli ayıcıklar…
Yumaşacık ve tüy yumağı…
Anjaya
göğsünün hizasındaki kıza eğilerek ki kız hiç de kısa değildi, merakla sordu:
“Ayıcıklar?”
Nita
düşlerinden uyandırılınca, elektrik çarpmış gibi fırladı ve yürüme hızını
arttırdı. Nita’nın küçüklüğünden beri ayıcıklara karşı koyamadığı bir gerçekti.
İkinci zaafı da göz bandıydı ki Rabi’yi Nita’nın hedefi haline getiren durum da
tam olarak buydu.
Nita
hayatı kendi istediği gibi yorumlayanlardandı. Güzel- çirkin, iyi-kötü,
düşüncesi şöyle ya da böyle… Nita bu sınırlardan hiçbirini düşünen biri
değildi. Onun kendi sınırları vardı ancak bu sınırlardan hiçbiri yargı
içermezdi. Yargılama konusunda başarısız oluşu etrafında garip insanları
birikmesine neden olurken, tuhaf huyları ve zehirli sayılacak kadar fazla yemek
yapması ve yedirmesi bu biriken insanları uzakta tutuyordu. Bu tuhaf huylardan
biri de ilk kez tanıştığı insanı ayak tırnağına kadar çekinmeksizin inceliyor
oluşuydu.
Anjaya
kızın yüzüne biraz daha dikkatle baktı. Alnı kısa, yüzü topluydu. Daha baktığı
anda dikkatini çeken uzun kirpiklerle çevrili gözleri iri olsa da burnu
küçücüktü. Kulaklarının arkasında biten saçları düzdü ve aralarda renkli
şeritlere sarılmış örgüleri vardı. Örgülerin her birindeki şeritlerdeki yazıyı,
keskin gözleri ayırt etmişti. Üzerinde beyaz bir hırka vardı ve korseli gece
mavisi elbisesiyle oldukça hoş görünüyordu.
Anjaya
kızın saçlarındaki mühürlere tekrar bakarak, istemsizce mırıldandı. Bu kız bir çiftçi kızı öyle mi? Mühür
şeritlere sahip bir çiftçi kızı? Külahıma anlat onu sen!
“Anj, bu kadar uzakta ne arıyorsun?”
“Sizinle
tanışma-”
“Kibarlığa gerek yok.
Tanıştıysak, yürüyüşü sonlandırabiliriz o halde.”
“Bir
büyücü böyle mi tanışır?”
Anjaya
bunu söyler söylemez Nita rüzgarı sağına alarak onu ve kendisini meydandan
olabilecek en uzak yere fırlattı. Anjaya’nın niyeti neydi bilmiyordu ama bir
direnişçi bir başkasıyla bu şekilde buluşmazdı. Daha gelmeden önce mühür taşı
aracılığı ile sinyal verirdi.
Kahinin
av köpeklerinden birisi olmalıydı Anjaya. Nita bu düşünceyle onu köyden
uzaktaki ormana kadar götürmüştü. Kimsenin ruhu bile duymadan onu yenmeliydi ve
göründüğü kadarıyla Anjaya’nın istediği de kendisiyle ciddi bir kavgaydı.
Daha
büyü sınıfını bile bilmediği birine karşı savaşacak olmak Nita’nın hiç de
hoşuna gitmiyordu. Eski ailelerden olduğunu söylediğine göre Anjaya, saklı büyü
kullanıyor olabilirdi. Üzerinde büyü taşı, mühür veya fırça görmemişti.
Nita
bir an için durdu. Saklı büyülerle karşılaşacak olmanın verdiği heyecanla,
Anjaya’nın anlam veremediği bir şekilde mutluluk sesleri çıkardı. Bir kahkaha
ya da nara değildi. Her ikisinin ortası bir tepkiydi. Anjaya bu kızın akli
dengesini daha fazla sorgulamayı bir kenara bırakıp yavaşça ona doğru yürüdü.
Etrafındaki aura giderek güçlendi.
Bakışları
kesiştiği anda rüzgâr her ikisinin etrafında dolandı ve etraflarında bir daire
halinde toprağa ve ağaçlara kesikler attı. Kullanmaya hazırlandıkları büyü
güçleri birbirini yalayıp geçmişti.
Anjaya
nasıl başlaması konusunda kararsızdı. Çıplak elle saldırmaya karar vermişti. Ne
de olsa bu kız daha kavganın başında kadim silah kullanacak değildi ya.
Nita
ise başka düşünüyordu. Düşman olduğunu algılamıştı ve onu en hızlı şekilde yok
etmeye karar kılmıştı. Hırkasını yere attı. Elbisesinin kolu dirseğinin
üzerinde bitiyordu. Kolunu dik bir şekilde tuttu ve dirseğin dış yüzünden eline
kadar olan etinde dört ayrı yassı ve sivri ok ucu belirdi.
Okların
başları birer el uzunluğu kadar dışarıya çıktı. Okların deride başladığı yerden
kızın boynuna kadar uçuk mavi bir ışık şeridi salındı. Kolundaki plak oluşturan
oklar, oldukça keskin görünüyordu. Nita ona doğru hücuma geçmekte beklemedi. Anjaya
ok uçlarından gelen darbeyi iki elinin arasında tutarak karşıladı. Yana doğru
kıvırmasıyla Nita takla atarak geriye düştü. Ancak daha geriye doğru
savrulurken, kızın kolundaki oklar ona doğru fırladı.
Anjaya
oklardan kaçmasının imkansızlığını anlayınca aklına gelen ilk büyüyü kullandı.
Yatsıtma büyüsünü…
Nita
bu büyüyü görünce aklına Lodslar ve Droular geldi. Yansıtma ve çoğaltma,
onların büyülerindendi. Anjaya’nın düşman olduğundan artık zerre şüphe
etmiyordu. Ya sunak nehrinin ya da Lodsların kölesiydi, Nita için her ikisi de
birdi. Yansıyan oklar saplandığında Nita’nın bedeni sanki suymuş gibi üzerinde
kayarak koluna yerleşti. Deride veya kıyafette tek bir çizik bile yoktu.
Anjaya
güzelce gizlediği mühür kâğıtlarını ortaya çıkartmıştı. Saklı büyüyü hemen
kullanmak istemese de bu kızın ataklarına karşı çıplak elle karşılık verdiği
her seferinde savruluyor ve yerinde geniş boşluklar bırakıyordu.
Element
bedenlemeyi kusursuz bir şekilde yapabiliyordu. Bedeninde sadece kollarını buza
çevirdi. Keskinliğini o kadar arttırdı ki kızın kemiklerini tek bir dokunuşta
un ufak edeceğinden emindi.
Anjaya
atağa geçti ve hızlandı. Nita ise Anjaya’nın beklediği şeyin tam tersini yaptı.
Anjaya ona doğru hızlanırken, Nita savunmaya geçeceğine neredeyse yere değecek
kadar alçalarak Anjaya’ya doğru koşmaya başladı.
Nita
gözden kaybolacak bir hıza ulaştı. Anjaya’nın iki yana açılan kolları arasına
girerek, sol kolundaki okun uçlarını Anjaya’nın suratı ile buluşturdu. Anjaya
geriye çekilmeye çalışsa da biraz geç olmuştu. Kafasını geriye doğru itmesine
kendi hızı engel olmuştu. Suratı kana bulanmıştı. Nita ise her iki kolunda
birer sıyrıkla kurtulmayı başarmış, büyükçe görünen bir ağaca yaslanmıştı.
Nita
sıyrılır sıyrılmaz kafasının üzerine gelecek bir darbeyi beklemese de
refleksleri sağlamdı. Ufak bir mesafe farkla kafasının üzerine gelecek olan
darbe, ağacı ikiye yarmıştı. Kafasına geldiğinde olacakları düşünen Nita tek
gözünü kıstı ve bir ıslık çaldı.
Yaklaşık
yarım saat içerisinde olan tek şey ağaçları yıkan ve etrafta parçalanmadık
kaya, kökünden fırlatılmamış ağaç bırakmayan karşılıklı darbelerdi. Her ikisi
de bir darbeden kaçtığı anda karşılık veriyorlardı. Ancak ne Nita kadim silahını
tam kapasite kullanmıştı ne de Anjaya sakli büyü kullanıyordu. Bunun görünen
sonucu her ikisinin de yara bere içinde kalması ve ormanlık alanda bir boşluk
oluşmasıydı.
Nita
seri ok atmaya başladığında Anjaya yeterince uzaktaydı ve önüne topraktan bir
set çekti. Oklar toprağı dağıtmış olsa da etrafı toz sarmıştı. Nita’nın toz
nedeniyle görüşü sıfırlanmıştı. Kulakları çarpışmadan ötürü uğulduyordu.
Yukarıya sıçrayarak yüksek bir dala tutunmayı düşündü, bu sayede tozlar inene
kadar durmaya karar verdi.
Anjaya
ise topraktan bir kol ile ayaklarından yakaladı. Toprak kızın belinde yükseldi,
kollarını yakaladı. Hareket etmesini engelledi. İstediği ağaca gelişigüzel
savurmaya başladı.
Nita
ise bu hamlenin karşısında eli kolu bağlı bekleyecek değildi. Bedeninde yer
değiştiren oku, saçındaki şeritlerden birinin düşmesini sağladı. Düşen şerit,
toprak kola değdiği anda kolu un ufak etti. Anjaya geriye doğru fırladı ve üç
dört kez çarparak ancak hızı düştü ve durdu. Nita ise toprak kol ile fazla
yorulmuştu ve yere çakıldı.
Anjaya
kemiklerini çıtırdatarak kalkarken Nita kafasını kollarıyla korur şekilde
geriye kaçtı.
Nita
oklardan ikisini çıkartırken diğerlerini derisinde gömdü. Oklar çıkarken uzadı
ve tam çıktıklarında iki başlı mızraklara dönüştü. Mızrakları çevirerek
saldırırken, Anjaya da altındaki toprağı ayağından çekiyordu. Nita hangi ara bu
çocuğun mühürlere dokunduğunu göremiyordu bile.
Her
ikisi de karşılıklı olarak durdu. Bir şey gene elde edememişlerdi. Güçleri
neden birbirine bu kadar denkti? Sürekli konuşup birbirlerini eleştirseler de
yenen ya da kaybeden kimse yoktu. İt dalaşına dönüşmüş kavgaları sadece
etraflarını mahvediyordu. Her ikisi de aralarında mesafe bırakacak şekilde geri
çekildi.
Toprak
üzerinde kıvılcımlar gezinmeye başlamıştı. Nita ise kadim silahının üstün
güçlerini kullanmaya hazırlanıyordu. Önce kolundaki oklar içeriye girdi. Sonra
aydınlık bir şerit kolunda belirdi. Uzun bir ışık kolundan çıktı ve hemen
ardına yayı görünür oldu. Kollarında yine uçuk mavi şeritler vardı. Işıkla
beraber iki metreye yakın bir ok belirmiş ve Anjaya’ya nişan almıştı.
Anjaya
ve Nita kan ter içerisindeyken ve her ikisi de güçlü silahlarına geçmişken,
Anjaya bir anda bir tıkırtı duydu. Son gücüyle Nita’ya önce direnişçi sembolünü
gösterdi. Bu Nita’nın gardını düşürmesini sağladı. Sonra da onu kucağına alarak
bir çalılığın içine soktu. Çalılıktayken Nita’nın ağzını eliyle tutup
konuşmasını engelledi. Nita da sesleri duymuştu. Kafasını sallayarak anladığını
ifade etmeye çalıştı. Anjaya’nın dikkatiyse kızın saçlarından gelen güzel
kokudan bir türlü ayrılamıyordu.
Çok
geçmeden dört kişi alana gelmişti. Bronz bir kıyafete sahip kaslı ve iri yarı
bir adam gruptan ilk konuşan oldu.
“Dediğim
gibi ses buradan geliyordu. Ciddi bir çarpışma olmuş gibi.”
Oldukça
miskin duran bir tipse ağzını bıçakla aralıyorlarmış gibi konuştu.
“İkisinin de et kafalı olduğundan bana
bahsetmeliydiniz. Tamam, Nita tam bir kaçıktır ama Anjaya? O soylu değil
miydi?”
“Neyse ne işte, saray bizi acilen çağırıyor ve
ikisinden de haber alınamamış.”
Esmer
olan bunu söyler söylemez kanatlanmış gibi hızlandı. Miskin tipse konuşmaya
devam etti.
“Sırf
sakin bir hayat istediğim için baş öğrenci bile olmadım ve ne yapıyorum?
Nita’yı bulmaya çalışıyorum. Nita diyorum!”
Nita,
Anjaya’nın gevşeyen elinden kurtulunca oklarından birini uzakta hedeflediği bir
noktaya gönderdi. Ok kuşların havalanmasıyla ciddi ölçüde bir ses yaratınca
gelen grup sesin olduğu yöne doğru uçarcasına yöneldiler.
“Onları tanıyor musun?”
“İkisini evet. Esmer sessiz olan Sreren ve Bronz
çam yarması Zi’yi tanıyorum. Sen?”
“Sürekli söylenen Jamahe ve yanındaki
şalı olan kız Faye... Kıyafetlerimizi temizleyip onlara ulaşırız.”
“Sarayın
bizi neden aradığını bile bilmiyorsun, emin misin?”
“Bırak
arasınlar, iki direnişçinin savaşması karşısında saray ne ceza veriyor bilmiyor
musun?”
Anjaya
yaraları üzerine bastırdı. Sonra acıyla suratını buruşturarak Nita’yı
yanıtladı.
“Saray bize ceza vermeyecektir. Rütbeli
adayıyız. Sen, ben ve o dördü…”
Nita
boş gözlerle bakınca Anjaya yavaş yavaş açıkladı. Yerdibi sarayından haber
geldiğini, bir varis olduğunu ve onların rütbeli olabileceğini teker teker
anlattı. Nita merakla elini ısırırken sordu.
“Bir varis adayından haberim yoktu.”
“Gizli tutuluyormuş ama var.”
Nita
gizli tutulan bir varis olduğunu duyar duymaz aklına gelen ilk şeyi mırıldandı
“Abla…” Anjaya’nın ve onun aklında aynı kişi vardı. Sarayda dikkatini çeken
büyücüler içinde nedense sadece bir kişiye varis hakkını yakıştırmıştı.
“Madem direnişçisin neden saldırdın?”
“Bir
rütbeli adayının ne kadar güçlü olduğunu merak ettim ve yanlış anlama, haberi
olmayan bir tek sen vardın. Yani kim haberleşmek için kullanılan mühür taşını
dolabına kilitler ki?”
“Çok ses çıkartıyordu ben de… Sen odama mı
girdin?”
Ruh Bedene Şekil Verdi 21