BÖLÜM 8
Asistan uçuk çıkmış dudağına aceleyle
kremi sürerken, bir yandan da koşturuyordu. Doğru dürüst bir iki lokma bir şey
bile yiyememişti. Sabahın köründe onu karşılayacak, kahve kokan acımasızın
yanına geç kaldığı her bir dakikadan korkuyordu. Bir yandan da homurdanıyordu.
“Sabahın altısı be adam! Bu saatte ne işim var benim? Güzel ya da büyük
olmasına gerek yok, ufak bir kahvaltı için bile ölebilirim.”
Doğrusu bilim adamına öfkesi bir yana
hayranlık duymaması da elinde değildi. Kendisine göre yaşlı olmasına rağmen o
bilim adamı daima dinçti, dikkatliydi. Her zaman, hatta en kirli yerlere bile
girse üzerinde tek bir toz olmadan, dahası kıyafetlerinin ütüsü bile bozulmadan
çıkan biriydi. Zaman zaman aksi olsa da bazen sıcak davranmayı ve gönül almayı
beceriyordu. Orta yaşlarda bu görünümde olması da ilginçti. Yanından ayırmadığı
sigarası ve kırlaşmış saçlarına rağmen düzgün, dinç bir beden... Gençken epey gösterişli
biri olmalıydı. “Genetik... Bazı insanlara, Tanrı fazla cömert oluyor “dedi
asistan elinde olmadan.
“Efendim... Günaydın efendim.” Dedi nefes nefese.
“En azından bu sefer vaktinde geldin Louis. Sana da günaydın. Ee? Başlamadan önce sorularını duymak istiyorum. Aklının epey karıştığından bahsetmiştin sanıyorum dün. ”
Önceki gün aklındaki soruları soramadan konuyu geçiştirmişti bilim
adamı. Yine de bugün soruyor olması nazik bir davranıştı. Daha asistan
konuşmaya yeltenmeden bilim adamı tehditkâr bir şekilde konuştu,
“Okuyamadığın yerleri sormaya kalkacaksan hiç ağzını açmaman
gerektiğini fark etmişsindir umarım Louis?”
“Efendim hayır efendim yaniii evet efendim. Benim soracağım şey
çok başka. Demek istediğim, yazıtta bana saçma gelen yerleri merak ediyordum.
İlk olarak bir direnişçi bir grup olduğundan bahsetmiştiniz. Ama onlar da
kâhine karşı olsalar da... Yani şey isyancılar... Hani şu on yedi ölümlerden
sonra saklananlar... Neden o gümüş saçlı kadınları onlar da öldürüyor?” Louis
nefes nefese konuşuyordu. Biraz omuzlarını bükmüş şaşkın ve çırpınan
davranışlarıyla bilim adamını güldürüyordu. Onun iyimser yapısı ise hoşuna
gidiyordu. Bilim adamı, Louis hiçbir şeyi tam olarak anlamasa da ona tane tane
anlattı,
“Öldürmek mi? Onlara göre bu serbest bırakmak. Çünkü sadece beyaz
kadınlardan kâhine tapanları öldürüyorlar.” Bilim adamı sunak nehrinin
işlendiği çömleklerdeki, vazolardaki motifleri gösterdi. Nehrin ahtapot gibi
çıkan kolları sunulan bedeni tamamıyla sarıyordu motiflerde. Bilim adamı devam
etti.
“Sunak nehrine tapanın ruhu nehirde sıkışıp kalıyor. Ve sunak
nehrine kurban amaçlı öldürülenler de sunak nehrinde kalıyor. Bu beyaz kadınlar
eğer ki sunak nehrine taparsa çok yüksek bir güce kavuşuyor. Normal bir insanın
alamayacağı güce kavuşuyor. Gerçi sunak nehrine tapmadan da girdiğin takdirde
yine güçlenme durumu var, ancak bu tamamen ayrı bir durum.”
Yeterince soluklanmıştı asistan. Minnettar gözlerle bilim adamına
baktı ve tekrar soru yağmuruna başladı.
“Nehir de güçleniyor o halde onlarla birlikte. Anlıyorum efendim,
ayrılıkçılar beyaz kadınları öldürmezlerse onlardan beslenen nehir gücünü
arttırıyor ve bu sayede daha çok insana ulaşabiliyor. Ama bu kadınları efendim
nasıl anlıyorlar, kâhine taptığını?”
“Üçüncü ustanın sayesinde sanırım. Çok ilginç bir yeteneği var
doğrusu. Yine de acı bir ölüm yaşamış, yardımcısının ihanetine uğramış yazıtta
anlaşıldığı kadarıyla. Gerçi bu gözyaşı kadınlar da her açıdan şanssızlar.
Kâhine inandıkları zaman gözyaşı damlası renk değiştiriyormuş çünkü. Kan
pıhtısı halini alıyor diye yazıyor. İşte tam şurada...” eliyle göstermeye devam
etti bilim adamı. Yazıtın en çok silinmiş yerlerinden biri de olsa okunacak
haldeydi. Asistanınsa gözleri şaşkınlıkla bakmaya başladı,
“Efendim, bu şimdi daha saçma...”
“Ne açıdan, yoksa daha önceki kısımlar mantıklı mıydı? En başından
beri saçma değil miydi? Her üç yılda bir gelen ve bir yıl boyunca aynı
yaştakileri öldüren lanetten başlayarak...” bilim adamı elini sallayarak devam
etti, “Tamamen hepsi saçmalık.”
“Hayır efendim. Neden sunak nehrinin aldığı gümüş kadınlar daha
fazla güçleniyor kısmı saçma. Ve hem neden kâhin ısrarla onları öldürmek
istiyor?”
Bilim adamı asistanını bu soruyu sorduğu için onu öldürmek
istiyordu. Çabuk sinirlenen yapısına rağmen aklı onu tutuyordu. Bir asistanını
daha kaçıracak olursa kötü bir üne kavuşabilirdi. Üstelik ilk defa
yardımcılarından birinin adını öğrenebilmişti ve eziyetlerine rağmen ona
katlanan bir tek o, Louis vardı. Elinden geldiğince sevecen görünmeye çalışarak
cevapladı,
“Onlar zaten vazgeçilenin parçaları Louis... Yani vazgeçilenin
seçtiği temiz ruhlar. Neredeyse tahta varis seçilebilecek kadar saf kana sahip
olanlar. Kâhin belki de kendisine rakip çıkmaması için de öldürüyordur onları?”
sorunun cevabı gayet belliydi, bu bilim adamı çıkarımlarında yanılmazdı.
Asistan uçuğun çıktığı dudağına istemeden elini götürdü. Fark etmeden dudağını
ısırmış, iğrenç bir krem tadı almıştı çünkü. Yüzünü ekşitti ve yazıttan
kafasını kaldırarak bilim adamına döndü,
“Bahsettiğiniz şu beyaz kadınlar, kâhin tarafından öldürülenler...
Anlamadığım nokta şu ki? Neden onların içinden... Yani sonuçta kâhin tüm beyaz
kadınları öldürmeye çalışıyor. Efen-”
“Ah genç dostum. Sözü hiçbir zaman dolandırmadan söyleyemiyorsun.
Yani merak ettiğin şu ki, gözyaşları nasıl olur da ona ve sunak nehrine
tapıyorlar? Nasıl olur da kendilerini öldürmeye çalışan sunak nehri, onları ele
geçirebiliyor? Bu muydu demek istediğin?”
Louis kafasını salladı, “Evet efendim”
Bilim adamı elindeki çubuğu hafifçe birkaç yere vurdu.
“Çok basit aslında, ilk olarak yazıtta geçen şu cümleyi ele
alalım,
‘O kadar karaydı ki kalbi, o öfke ki sunak nehrinin en sevdiği
tattı.’
Ne demek istediği açık ve net... Sunak nehri, kalbi öfkeyle ya da
benzer negatif duygularla dolanı hissedebiliyor. Öldürülmekten korkan birinin,
tam olarak da hissedeceği duygular, yani. Kolayca kalbine sızarak onu ele
geçiriyor. Ele geçirdikçe güçleniyor ve diğerlerine daha kolay ulaşıyor.
Yani bu durumda kâhin için tehlike kalmıyor. Çünkü gözyaşı
olmaktan çıkıp şeytanlara dönüşüyorlar. Kendilerine ve onları seçen vazgeçilene
ihanet ediyorlar. Varis olma özelliklerini kaybediyorlar.
Ne yazık ki bu kadınlar için asıl işkence o zaman başlıyor. Şurayı
okursan daha rahat anlayacaksın.”
Louis korkarak da olsa iyice yaklaştı ve sesindeki endişeyi
bastıracak bir ses tonunda okumaya başladı,
“ Peki efendim,
‘Ne bir kurtaranı oldu o kadının ne de bir acıyanı. Yapayalnız
ölürken tek hissettiği, içini sökercesine karanlığıyla savaşan, vazgeçilenin
parçası oldu. Ancak karanlığa yenilince gözyaşı damlası tamamen, bu iğrenç
beden parçalanarak öldü. Ruhunu kemirmeye başladı sunak nehri ve zavallı kadının
ruhu nehre sürüldü. Ölememenin verdiği kâbusla yavaşça parçalanarak her gün
kendi ölümünü defalarca yaşayarak...’ ”
Bilim adamı doğru okuduğunu onaylar bir bakışla belirtti,“Anladın
mı Louis? İçindeki iyiliğe ihanet edeni sunak nehri acımadan kemiriyor. Zavallı
ruhlar, infazlarını-hayır doğru kullanım, kendi auto-da-fe lerini kendileri
veriyorlar. Bu yüzden öldürülmek onlar için bir kurtuluş belki de.”
Auto da fe, engizisyon cezalarından olan, yakılmaktı çok iyi
biliyordu Louis. Benzerliği yakalayamadığını fark etmişti. Bu yüzden dikkatini
daha önce çekmediği için kendini suçladı. Kâhine inanlar beyaz izi olanları,
tamamen şeytan olarak nitelendiriyordu. Ayrılıkçılar ise kan pıhtısı şeklinde
ize sahip olanların, lanetten sorumlu olduğunu düşünüyordu. Sonuç olarak her
iki taraf da acımadan bu kadınları yok ediyordu. Kullanılan cezalardan birinin
meydanda yakmak olması ve bunun amacının lanetten kurtulmak olması yakınlığı
kuruyordu.
Gerçekten de orta çağ anlayışına oldukça yakın inanışlara sahip
olabilirdi bu krallık. Belli ki bu inanışın ilk örneği bu kalıntılarda
okunuyordu. Bir kez daha hayran kaldı profesörün zekâsına ve bilinçli olarak
seçtiği kelimelerine. Konuşma dilinde verdiği bazı cümleler ufkunu
aydınlatmakla kalmıyordu. O adamın zihninde kurduğu oyunun bir parçası olup onu
sarmalıyor, onun istediği düşüncelere yönlendiriyordu. Louis devam etti,
“Ama efendim dediniz ki ayrılıkçılar arasında da aykırı sesler
çıkmış diye? Kurtarmaksa bu... Nasıl onlar arasından da bunu istemeyenler
olabilir?”
“Şu dokuzuncu usta mesela Louis, onları öldürmek istemiyor ve
ayrılıkçıların merkezi olan yer dibi sarayını terk ediyor. Her ne kadar terk
etse de yüksek bir emir verildiği zaman uymak zorunda olduğu da bir gerçek.
Çünkü ayrılıkçılardan tamamen ayrılmıyor. Sadece ustalık rütbesinden vazgeçiyor
ve öğrenci toplayan, yardım eden bir öğretmen oluyor.”
Sabah ayazı hafif bir rüzgârla yüzüne vurmuştu Louis’in. Yüzü
küçük bir kız gibi hemen kızardı ayazda. Bilim adamıysa o mutsuz görünümü veren
yüz çizgilerine rağmen ayazda gayet rahat görünüyordu. Louis halen daha
anlamadığı noktalar için devam etti sorularına,
“Neden efendim? Sırf kadınlara acıdığı için mi terk ediyor? Ve
halen daha emirlere uyacaksa terk etmesinin ne anlamı var?”
“Dokuzuncu usta muhtemelen onlar yerine kâhinden kurtulmak
gerektiğine inanmış olmalı. Köleleşen birinin kendi isteğiyle bir şeyler
yapamayacağına inanıyor anlaşılan. Ya da belki, kendi çok sevdiği biri de sunak
nehrine itaat etmiştir de öldürmek istemiyordur? Eski usta olduğu için yer dibi
sarayını terk ettiğinde ona ustalardan başkası görev ve yahut emir veremez. Bu
yüzden ayrılmış olsa gerek."Bilim adamı, Louis'e daha bir ciddiyetle
bakarak devam etti konuşmasına,
Peki, sen olsaydın ne yapardın Louis? Yer dibi sarayı muazzam
koruma önlemleriyle donatılmış ve oradan ayrılıyorsun. Bu durumda ne yapardın?”
“Önlem alırdım sanırım ama?”
***
Amber, Rabi’nin yanından biraz gergin olarak dönmüştü,
“Sanırım bizi hiç dinlemeyecek.”
Zess omuz silkti, “Umurumda değil. Açıklama yapması gereken o
aptal.”
“Sadece o değil, sen de bir kaç açıklama yapmalısın.”
“Halen daha çözemedin yani Amber, tamamen yalan söylediğimi fark
etmişsindir diyordum.”
Amber şaşkınlıkla baktı,“Ne?”
Zess ukalaca ellerini salladı, “İlk olarak, başından beri cazibe
mührünün etkisinden kurtulmuştum. Lütfen, daha önceden hiç bu mühürle
karşılaşmamış olabilir miyim?”
Amber de bakışına kısık gözlerle karşılık verdi.“E, o halde nasıl
onun istediği yere gidebildin? Dalgın dalgın gidiyordun, hiç de etkilenmemiş
gibi değildin Zess!”
“Bir çeşit çağrı mührüyle beraber kullanıyordu ve cazibe mührünü.
İlk defa bu kadar güçlü cazibe mührüyle karşılaştım. Her ne kadar dayanıklı
olsam da hayallere dalmaktan alamadım kendimi. Ve biraz da rol yaptım
diyebilirim.”
Hadi ya der gibi kafasını salladı Amber. Bu hareketinin onu
kızdırmasını umuyordu.“Ama kadını süzerek bakıyordun sadece?”
“Başından beri ilk amacım onu gözlemlemekti. İkinci olarak, benim
bir mührü ya da büyüyü kopyalamam için zaman gerekiyor. Ona karşı bağışıklık
kazanacak vaktim yoktu ben de onu kandırdım. Dahası tek hayal gören o değildi.
İnandırıcı olması açısından sen de oyunuma dahil oldun. Ha, bir de gerçekten
güzel fiziği var.”
Amber’in gözleri korkuyla açıldı,“Yani ona karşı bir bağışıklığın
yok?”
“Kalbim ve alnım en güçlü noktalarım bunlar. Üzerine ise o kadının
kanı damladı. Birkaç gün... Sadece birkaç güne ihtiyacım var. Yeterince akıllı
değildi ve oyunuma kolaylıkla geldi. Belki de gelmiş göründü, Rabi’nin
yaklaştığını hissetmiş ve ona göre aniden değişmiş de olabilir.”
Birazdan söyleyeceğine kendisi de inanmayarak konuştu Amber,
“Belki de gerçekten dosttur. Giderken hançerlerimin şeklini düzelterek, bana
verdi sonuçta. Bir de şu sevgilim zırvalığı...”
Zess ufak bir tebessümle cevapladı,“Buna ihtimal dahi vermiyorum.
Ama yine de onların durumu çok garip. Ve tartışmasız bir şekilde
benzerlikleri... Âşıklardan çok kardeş gibiler. Ayrıca tuhaf bir de güven
duygusu veriyor insana o kız.”
Amber farkında olmadan tebessüme karşılık verdi. O da fark
etmişti. Güven duygusu ile ilgili çok fazla mühür yoktu bildiği kadarıyla.
“Benim de dikkatimi çekmişti. Bir şey daha sormam gerekiyor Zess,
oradaki ikinci bedenin de illüzyon muydu yoksa?”
Amber soru sordukça sıkılmış gibi davranıyordu Zess. Ama
küçüklüğünden beri onu tanıyordu, meraklı ve inatçı bu iki kelime ona tam
uyuyordu. “Küçük hanım... Su azizinin neden iki bedeni var?”
Daha fazla soru sormak istiyordu Amber ama Zess’in hiç gönlü yok
gibiydi. Demek Zess kılıcını evcilleştirmeyi başarmıştı. Bu sayede büyük
gizlerini kullanabiliyordu. Saçmalık, asırlık ustaların bile zorlandığı
evcillemeyi, bu ukala mı başaracaktı? Hançerlerine baktı, halen daha itaat
etmemişlerdi. Dahası o kadının karşısında o hale düşmüş olmasını, Saya’nın
karşısında az kalsın yenilecek olmayı yedirememişti kendisine.
Aslında bir yandan da Rabi hakkında bir şeyler de öğrense fena
olmazdı diye düşünüyordu. Gerçi şu sıralar Rabi’nin aklı karışmış ve umursamaz
bir hali vardı. Sanki inandığı her şey yıkılmış gibi görünüyordu. İnancını
kaybetmiş ve savunmasız duruyordu.
Saya’nın geldiği günden sonra o üçlü hızla yer değiştirmişlerdi.
Dahası Zess ısrarla güzergâhlarını değiştirmelerini istemişti. Bu yollarını
uzatacaktı. Zess her zamanki gibi açıklama yapmayı reddediyor, herhangi bir
saldırıya karşı tetikte olmalarını söylüyordu. Amber ise bu durumu umursamıyor,
hırsından dolayı her fırsatta ağır antrenmanlar yapıyordu. Gerçekte kendisini
cezalandırıyordu. İyice ayağa kalkamayacağı duruma gelmeden bırakmıyordu.
Uyumadığı günler az değildi.
Yaklaşık bir hafta kadar çok sessiz ve sakin geçmişti. Bazen bir araya
gelerek sohbet ediyorlardı. O yaşlardaki gençlerin dünyanın her yerinde
konuşacağı belli sohbetlerdi aralarından geçen. Çoğu zaman sohbetin
gidişatından hoşlanmayan Amber yerinden kalkacak oluyor ama Zess bir espriyle
onu tekrar yerine bağlıyordu.
Amber bunun haricinde neredeyse geçen her gün çalışmalarını daha
fazla sertleştirmişti. Kalbinin zayıflığından ötürü öfkelenmişti. Bir daha asla
olmayacaktı. Asla o kadını, Eranor’u, görünce bu şekilde çaresiz hissetmeyecek,
ustasına öğrencisinin yeteneğini gösterecekti. Bunun onu öldürmek anlamına
geldiğinden haberdardı. Bu yüzden adımları birbirine dolaşıyor, büyüleri zaman
zaman onu reddediyordu. Ama yine de fiziksel olarak kendisini güçlendirmeye ve
Zess’in kılıcı gibi kadim silahlardan olan ikiz hançerlerini evcilleştirmeye
devam ediyordu. Hançerler ise normal bir hançerden farklı özelliklerini bir
türlü göstermiyordu. Ne kadar çalışırsa çalışsın kalbine söz geçiremediği için
onları kullanamıyordu.
Nihayet o gece uyuyamadığını fark ederek kalktı yerinden Amber.
Güzergâhlarının değişikliği onlara yaklaşık bir haftalık zaman kaybettirmişti.
Doğrusu gittikleri yönün efsane ustalardan olan üçüncü ustanın evine yakın
olduğunu fark etmişti.
Üçüncü usta yeteneğinden ötürü Yer dibi Sarayında durmazdı. Yer
dibi sarayına yakın sakince bir evde yardımcısıyla yaşardı. Onun, doğası
çevresiyle bütünleşmeye ve farklılıkları hissetmeye dayalı bir büyü gücü vardı.
İnsanın ruhundaki korkunç çatışmaları hissederdi ve bu çok güçlü olduğunda ise
neler olup bittiğini zekâsıyla çözerdi.
Saklı büyülerin en zarifi olan hisseden tanrı büyüsü... Hissetme
büyüsü gibi zarif ve olgun bir adamdı. Ancak büyüsünün zarafeti ona kaldırmak
istemediği bir sorumluluk vermişti. Ruhu çatışmada olan beyaz kadınları
hissedebiliyordu. Çünkü kusursuz bir çevreyi, iyinin ve kötünün dengesini yıkan
bir çatışmaydı bu. Ne zaman beyaz kadınları sunak nehri ele geçirse gözyaşı
parıltısı kandamlasına döner, ruhu bir parçalanma sürecine girerdi. Üçüncü usta
onları hisseder ve nerede olduklarını yer dibi sarayına iletirdi. Zaman zaman
da diğer ustalara doğrudan emir verir, bu kadınların ya öldürülmesini ya da
kurtarılmasını isterdi.
Yeteneği zarif olsa da tamamen kötü olan birini hissedemediği için
zayıftı. Çünkü tamamen kararmış bir kalp durağandı. Kusursuz doğanın siyah
renklerini oluşturur, ustanın kör noktasını meydana getirirdi. Onları yeterince
hızlı algılayamazdı. Tabi ki ustanın yeteneği sadece bunlar değildi. Tüm
büyüden beden almışlar gibi güçlü ve yetenekliydi.
Zess’in dedesi olan ihtiyarın, yani dokuzuncu ustanın da yakinen
dostuydu. Birbirlerine büyük saygı duyuyorlardı. Üçüncü usta, bazen dokuzuncu
ustanın rütbesinden ayrılma kararına kızsa da, bu kararı verecek cesareti
gösteremediği için, kendisine güceniyordu aslında. Onun kararına saygı duyuyor
ve elinden geldiğince ona kan damlasına sahip kadınları öldürme görevini
vermiyordu.
Bu nazik ve zarif adamın büyük bir ihanete uğrayacağını kim
bilebilirdi? Bu ihanet sadece onu değil, dokuzuncu ustanın da canını almış
olabilirdi. İşte Zess’in aklında olan da tam olarak buydu. Kandamlasına sahip
kadınları öldürmek için bir yıl boyunca ava çıkmışlardı. Yol dönüşü ise
saldırıya uğramışlardı. Üstelik saldıranlar üçünün de büyüden beden aldığını
biliyordu. Eğer Zess doğru tahmin ediyorsa üçüncü usta da tam olarak bir yıl
önce öldürülmüş, fırçası ve sembolünü bilen birisi de bunu kullanıyor
olmalıydı. Sahte emirlerle de onlarla oynuyor olabilirdi. Emin olmadan hiçbir
şey söylemezdi. Zess’in zekâsını kullanabilme yeteneği ve itiraf etmese de
ihtiyara yani dedesine olan büyük sevgisi ona net bir hedef veriyordu.
Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 8