17 Aralık 2013 Salı

Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 8

BÖLÜM 8

Asistan uçuk çıkmış dudağına aceleyle kremi sürerken, bir yandan da koşturuyordu. Doğru dürüst bir iki lokma bir şey bile yiyememişti. Sabahın köründe onu karşılayacak, kahve kokan acımasızın yanına geç kaldığı her bir dakikadan korkuyordu. Bir yandan da homurdanıyordu. “Sabahın altısı be adam! Bu saatte ne işim var benim? Güzel ya da büyük olmasına gerek yok, ufak bir kahvaltı için bile ölebilirim.”

Doğrusu bilim adamına öfkesi bir yana hayranlık duymaması da elinde değildi. Kendisine göre yaşlı olmasına rağmen o bilim adamı daima dinçti, dikkatliydi. Her zaman, hatta en kirli yerlere bile girse üzerinde tek bir toz olmadan, dahası kıyafetlerinin ütüsü bile bozulmadan çıkan biriydi. Zaman zaman aksi olsa da bazen sıcak davranmayı ve gönül almayı beceriyordu. Orta yaşlarda bu görünümde olması da ilginçti. Yanından ayırmadığı sigarası ve kırlaşmış saçlarına rağmen düzgün, dinç bir beden... Gençken epey gösterişli biri olmalıydı. “Genetik... Bazı insanlara, Tanrı fazla cömert oluyor “dedi asistan elinde olmadan.

“Efendim... Günaydın efendim.” Dedi nefes nefese.


“En azından bu sefer vaktinde geldin Louis. Sana da günaydın. Ee? Başlamadan önce sorularını duymak istiyorum. Aklının epey karıştığından bahsetmiştin sanıyorum dün. ”

Önceki gün aklındaki soruları soramadan konuyu geçiştirmişti bilim adamı. Yine de bugün soruyor olması nazik bir davranıştı. Daha asistan konuşmaya yeltenmeden bilim adamı tehditkâr bir şekilde konuştu,

“Okuyamadığın yerleri sormaya kalkacaksan hiç ağzını açmaman gerektiğini fark etmişsindir umarım Louis?”

“Efendim hayır efendim yaniii evet efendim. Benim soracağım şey çok başka. Demek istediğim, yazıtta bana saçma gelen yerleri merak ediyordum. İlk olarak bir direnişçi bir grup olduğundan bahsetmiştiniz. Ama onlar da kâhine karşı olsalar da... Yani şey isyancılar... Hani şu on yedi ölümlerden sonra saklananlar... Neden o gümüş saçlı kadınları onlar da öldürüyor?” Louis nefes nefese konuşuyordu. Biraz omuzlarını bükmüş şaşkın ve çırpınan davranışlarıyla bilim adamını güldürüyordu. Onun iyimser yapısı ise hoşuna gidiyordu. Bilim adamı, Louis hiçbir şeyi tam olarak anlamasa da ona tane tane anlattı,

“Öldürmek mi? Onlara göre bu serbest bırakmak. Çünkü sadece beyaz kadınlardan kâhine tapanları öldürüyorlar.” Bilim adamı sunak nehrinin işlendiği çömleklerdeki, vazolardaki motifleri gösterdi. Nehrin ahtapot gibi çıkan kolları sunulan bedeni tamamıyla sarıyordu motiflerde. Bilim adamı devam etti.

“Sunak nehrine tapanın ruhu nehirde sıkışıp kalıyor. Ve sunak nehrine kurban amaçlı öldürülenler de sunak nehrinde kalıyor. Bu beyaz kadınlar eğer ki sunak nehrine taparsa çok yüksek bir güce kavuşuyor. Normal bir insanın alamayacağı güce kavuşuyor. Gerçi sunak nehrine tapmadan da girdiğin takdirde yine güçlenme durumu var, ancak bu tamamen ayrı bir durum.”

Yeterince soluklanmıştı asistan. Minnettar gözlerle bilim adamına baktı ve tekrar soru yağmuruna başladı.

“Nehir de güçleniyor o halde onlarla birlikte. Anlıyorum efendim, ayrılıkçılar beyaz kadınları öldürmezlerse onlardan beslenen nehir gücünü arttırıyor ve bu sayede daha çok insana ulaşabiliyor. Ama bu kadınları efendim nasıl anlıyorlar, kâhine taptığını?”

“Üçüncü ustanın sayesinde sanırım. Çok ilginç bir yeteneği var doğrusu. Yine de acı bir ölüm yaşamış, yardımcısının ihanetine uğramış yazıtta anlaşıldığı kadarıyla. Gerçi bu gözyaşı kadınlar da her açıdan şanssızlar. Kâhine inandıkları zaman gözyaşı damlası renk değiştiriyormuş çünkü. Kan pıhtısı halini alıyor diye yazıyor. İşte tam şurada...” eliyle göstermeye devam etti bilim adamı. Yazıtın en çok silinmiş yerlerinden biri de olsa okunacak haldeydi. Asistanınsa gözleri şaşkınlıkla bakmaya başladı,

“Efendim, bu şimdi daha saçma...”

“Ne açıdan, yoksa daha önceki kısımlar mantıklı mıydı? En başından beri saçma değil miydi? Her üç yılda bir gelen ve bir yıl boyunca aynı yaştakileri öldüren lanetten başlayarak...” bilim adamı elini sallayarak devam etti, “Tamamen hepsi saçmalık.”

“Hayır efendim. Neden sunak nehrinin aldığı gümüş kadınlar daha fazla güçleniyor kısmı saçma. Ve hem neden kâhin ısrarla onları öldürmek istiyor?”

Bilim adamı asistanını bu soruyu sorduğu için onu öldürmek istiyordu. Çabuk sinirlenen yapısına rağmen aklı onu tutuyordu. Bir asistanını daha kaçıracak olursa kötü bir üne kavuşabilirdi. Üstelik ilk defa yardımcılarından birinin adını öğrenebilmişti ve eziyetlerine rağmen ona katlanan bir tek o, Louis vardı. Elinden geldiğince sevecen görünmeye çalışarak cevapladı,

“Onlar zaten vazgeçilenin parçaları Louis... Yani vazgeçilenin seçtiği temiz ruhlar. Neredeyse tahta varis seçilebilecek kadar saf kana sahip olanlar. Kâhin belki de kendisine rakip çıkmaması için de öldürüyordur onları?” sorunun cevabı gayet belliydi, bu bilim adamı çıkarımlarında yanılmazdı. Asistan uçuğun çıktığı dudağına istemeden elini götürdü. Fark etmeden dudağını ısırmış, iğrenç bir krem tadı almıştı çünkü. Yüzünü ekşitti ve yazıttan kafasını kaldırarak bilim adamına döndü,

“Bahsettiğiniz şu beyaz kadınlar, kâhin tarafından öldürülenler... Anlamadığım nokta şu ki? Neden onların içinden... Yani sonuçta kâhin tüm beyaz kadınları öldürmeye çalışıyor. Efen-”

“Ah genç dostum. Sözü hiçbir zaman dolandırmadan söyleyemiyorsun. Yani merak ettiğin şu ki, gözyaşları nasıl olur da ona ve sunak nehrine tapıyorlar? Nasıl olur da kendilerini öldürmeye çalışan sunak nehri, onları ele geçirebiliyor? Bu muydu demek istediğin?”

Louis kafasını salladı, “Evet efendim”

Bilim adamı elindeki çubuğu hafifçe birkaç yere vurdu.

“Çok basit aslında, ilk olarak yazıtta geçen şu cümleyi ele alalım,

‘O kadar karaydı ki kalbi, o öfke ki sunak nehrinin en sevdiği tattı.’

Ne demek istediği açık ve net... Sunak nehri, kalbi öfkeyle ya da benzer negatif duygularla dolanı hissedebiliyor. Öldürülmekten korkan birinin, tam olarak da hissedeceği duygular, yani. Kolayca kalbine sızarak onu ele geçiriyor. Ele geçirdikçe güçleniyor ve diğerlerine daha kolay ulaşıyor.

Yani bu durumda kâhin için tehlike kalmıyor. Çünkü gözyaşı olmaktan çıkıp şeytanlara dönüşüyorlar. Kendilerine ve onları seçen vazgeçilene ihanet ediyorlar. Varis olma özelliklerini kaybediyorlar.

Ne yazık ki bu kadınlar için asıl işkence o zaman başlıyor. Şurayı okursan daha rahat anlayacaksın.”

Louis korkarak da olsa iyice yaklaştı ve sesindeki endişeyi bastıracak bir ses tonunda okumaya başladı,

“ Peki efendim,

‘Ne bir kurtaranı oldu o kadının ne de bir acıyanı. Yapayalnız ölürken tek hissettiği, içini sökercesine karanlığıyla savaşan, vazgeçilenin parçası oldu. Ancak karanlığa yenilince gözyaşı damlası tamamen, bu iğrenç beden parçalanarak öldü. Ruhunu kemirmeye başladı sunak nehri ve zavallı kadının ruhu nehre sürüldü. Ölememenin verdiği kâbusla yavaşça parçalanarak her gün kendi ölümünü defalarca yaşayarak...’ ”

Bilim adamı doğru okuduğunu onaylar bir bakışla belirtti,“Anladın mı Louis? İçindeki iyiliğe ihanet edeni sunak nehri acımadan kemiriyor. Zavallı ruhlar, infazlarını-hayır doğru kullanım, kendi auto-da-fe lerini kendileri veriyorlar. Bu yüzden öldürülmek onlar için bir kurtuluş belki de.”

Auto da fe, engizisyon cezalarından olan, yakılmaktı çok iyi biliyordu Louis. Benzerliği yakalayamadığını fark etmişti. Bu yüzden dikkatini daha önce çekmediği için kendini suçladı. Kâhine inanlar beyaz izi olanları, tamamen şeytan olarak nitelendiriyordu. Ayrılıkçılar ise kan pıhtısı şeklinde ize sahip olanların, lanetten sorumlu olduğunu düşünüyordu. Sonuç olarak her iki taraf da acımadan bu kadınları yok ediyordu. Kullanılan cezalardan birinin meydanda yakmak olması ve bunun amacının lanetten kurtulmak olması yakınlığı kuruyordu.

Gerçekten de orta çağ anlayışına oldukça yakın inanışlara sahip olabilirdi bu krallık. Belli ki bu inanışın ilk örneği bu kalıntılarda okunuyordu. Bir kez daha hayran kaldı profesörün zekâsına ve bilinçli olarak seçtiği kelimelerine. Konuşma dilinde verdiği bazı cümleler ufkunu aydınlatmakla kalmıyordu. O adamın zihninde kurduğu oyunun bir parçası olup onu sarmalıyor, onun istediği düşüncelere yönlendiriyordu. Louis devam etti,

“Ama efendim dediniz ki ayrılıkçılar arasında da aykırı sesler çıkmış diye? Kurtarmaksa bu... Nasıl onlar arasından da bunu istemeyenler olabilir?”

“Şu dokuzuncu usta mesela Louis, onları öldürmek istemiyor ve ayrılıkçıların merkezi olan yer dibi sarayını terk ediyor. Her ne kadar terk etse de yüksek bir emir verildiği zaman uymak zorunda olduğu da bir gerçek. Çünkü ayrılıkçılardan tamamen ayrılmıyor. Sadece ustalık rütbesinden vazgeçiyor ve öğrenci toplayan, yardım eden bir öğretmen oluyor.”

Sabah ayazı hafif bir rüzgârla yüzüne vurmuştu Louis’in. Yüzü küçük bir kız gibi hemen kızardı ayazda. Bilim adamıysa o mutsuz görünümü veren yüz çizgilerine rağmen ayazda gayet rahat görünüyordu. Louis halen daha anlamadığı noktalar için devam etti sorularına,

“Neden efendim? Sırf kadınlara acıdığı için mi terk ediyor? Ve halen daha emirlere uyacaksa terk etmesinin ne anlamı var?”

“Dokuzuncu usta muhtemelen onlar yerine kâhinden kurtulmak gerektiğine inanmış olmalı. Köleleşen birinin kendi isteğiyle bir şeyler yapamayacağına inanıyor anlaşılan. Ya da belki, kendi çok sevdiği biri de sunak nehrine itaat etmiştir de öldürmek istemiyordur? Eski usta olduğu için yer dibi sarayını terk ettiğinde ona ustalardan başkası görev ve yahut emir veremez. Bu yüzden ayrılmış olsa gerek."Bilim adamı, Louis'e daha bir ciddiyetle bakarak devam etti konuşmasına,

Peki, sen olsaydın ne yapardın Louis? Yer dibi sarayı muazzam koruma önlemleriyle donatılmış ve oradan ayrılıyorsun. Bu durumda ne yapardın?”

“Önlem alırdım sanırım ama?”

***

Amber, Rabi’nin yanından biraz gergin olarak dönmüştü,

“Sanırım bizi hiç dinlemeyecek.”

Zess omuz silkti, “Umurumda değil. Açıklama yapması gereken o aptal.”

“Sadece o değil, sen de bir kaç açıklama yapmalısın.”

“Halen daha çözemedin yani Amber, tamamen yalan söylediğimi fark etmişsindir diyordum.”

Amber şaşkınlıkla baktı,“Ne?”

Zess ukalaca ellerini salladı, “İlk olarak, başından beri cazibe mührünün etkisinden kurtulmuştum. Lütfen, daha önceden hiç bu mühürle karşılaşmamış olabilir miyim?”

Amber de bakışına kısık gözlerle karşılık verdi.“E, o halde nasıl onun istediği yere gidebildin? Dalgın dalgın gidiyordun, hiç de etkilenmemiş gibi değildin Zess!”

“Bir çeşit çağrı mührüyle beraber kullanıyordu ve cazibe mührünü. İlk defa bu kadar güçlü cazibe mührüyle karşılaştım. Her ne kadar dayanıklı olsam da hayallere dalmaktan alamadım kendimi. Ve biraz da rol yaptım diyebilirim.”

Hadi ya der gibi kafasını salladı Amber. Bu hareketinin onu kızdırmasını umuyordu.“Ama kadını süzerek bakıyordun sadece?”

“Başından beri ilk amacım onu gözlemlemekti. İkinci olarak, benim bir mührü ya da büyüyü kopyalamam için zaman gerekiyor. Ona karşı bağışıklık kazanacak vaktim yoktu ben de onu kandırdım. Dahası tek hayal gören o değildi. İnandırıcı olması açısından sen de oyunuma dahil oldun. Ha, bir de gerçekten güzel fiziği var.”

Amber’in gözleri korkuyla açıldı,“Yani ona karşı bir bağışıklığın yok?”

“Kalbim ve alnım en güçlü noktalarım bunlar. Üzerine ise o kadının kanı damladı. Birkaç gün... Sadece birkaç güne ihtiyacım var. Yeterince akıllı değildi ve oyunuma kolaylıkla geldi. Belki de gelmiş göründü, Rabi’nin yaklaştığını hissetmiş ve ona göre aniden değişmiş de olabilir.”

Birazdan söyleyeceğine kendisi de inanmayarak konuştu Amber, “Belki de gerçekten dosttur. Giderken hançerlerimin şeklini düzelterek, bana verdi sonuçta. Bir de şu sevgilim zırvalığı...”

Zess ufak bir tebessümle cevapladı,“Buna ihtimal dahi vermiyorum. Ama yine de onların durumu çok garip. Ve tartışmasız bir şekilde benzerlikleri... Âşıklardan çok kardeş gibiler. Ayrıca tuhaf bir de güven duygusu veriyor insana o kız.”

Amber farkında olmadan tebessüme karşılık verdi. O da fark etmişti. Güven duygusu ile ilgili çok fazla mühür yoktu bildiği kadarıyla.

“Benim de dikkatimi çekmişti. Bir şey daha sormam gerekiyor Zess, oradaki ikinci bedenin de illüzyon muydu yoksa?”

Amber soru sordukça sıkılmış gibi davranıyordu Zess. Ama küçüklüğünden beri onu tanıyordu, meraklı ve inatçı bu iki kelime ona tam uyuyordu. “Küçük hanım... Su azizinin neden iki bedeni var?”

Daha fazla soru sormak istiyordu Amber ama Zess’in hiç gönlü yok gibiydi. Demek Zess kılıcını evcilleştirmeyi başarmıştı. Bu sayede büyük gizlerini kullanabiliyordu. Saçmalık, asırlık ustaların bile zorlandığı evcillemeyi, bu ukala mı başaracaktı? Hançerlerine baktı, halen daha itaat etmemişlerdi. Dahası o kadının karşısında o hale düşmüş olmasını, Saya’nın karşısında az kalsın yenilecek olmayı yedirememişti kendisine.

Aslında bir yandan da Rabi hakkında bir şeyler de öğrense fena olmazdı diye düşünüyordu. Gerçi şu sıralar Rabi’nin aklı karışmış ve umursamaz bir hali vardı. Sanki inandığı her şey yıkılmış gibi görünüyordu. İnancını kaybetmiş ve savunmasız duruyordu.

Saya’nın geldiği günden sonra o üçlü hızla yer değiştirmişlerdi. Dahası Zess ısrarla güzergâhlarını değiştirmelerini istemişti. Bu yollarını uzatacaktı. Zess her zamanki gibi açıklama yapmayı reddediyor, herhangi bir saldırıya karşı tetikte olmalarını söylüyordu. Amber ise bu durumu umursamıyor, hırsından dolayı her fırsatta ağır antrenmanlar yapıyordu. Gerçekte kendisini cezalandırıyordu. İyice ayağa kalkamayacağı duruma gelmeden bırakmıyordu. Uyumadığı günler az değildi.

Yaklaşık bir hafta kadar çok sessiz ve sakin geçmişti. Bazen bir araya gelerek sohbet ediyorlardı. O yaşlardaki gençlerin dünyanın her yerinde konuşacağı belli sohbetlerdi aralarından geçen. Çoğu zaman sohbetin gidişatından hoşlanmayan Amber yerinden kalkacak oluyor ama Zess bir espriyle onu tekrar yerine bağlıyordu.

Amber bunun haricinde neredeyse geçen her gün çalışmalarını daha fazla sertleştirmişti. Kalbinin zayıflığından ötürü öfkelenmişti. Bir daha asla olmayacaktı. Asla o kadını, Eranor’u, görünce bu şekilde çaresiz hissetmeyecek, ustasına öğrencisinin yeteneğini gösterecekti. Bunun onu öldürmek anlamına geldiğinden haberdardı. Bu yüzden adımları birbirine dolaşıyor, büyüleri zaman zaman onu reddediyordu. Ama yine de fiziksel olarak kendisini güçlendirmeye ve Zess’in kılıcı gibi kadim silahlardan olan ikiz hançerlerini evcilleştirmeye devam ediyordu. Hançerler ise normal bir hançerden farklı özelliklerini bir türlü göstermiyordu. Ne kadar çalışırsa çalışsın kalbine söz geçiremediği için onları kullanamıyordu.

Nihayet o gece uyuyamadığını fark ederek kalktı yerinden Amber. Güzergâhlarının değişikliği onlara yaklaşık bir haftalık zaman kaybettirmişti. Doğrusu gittikleri yönün efsane ustalardan olan üçüncü ustanın evine yakın olduğunu fark etmişti.

Üçüncü usta yeteneğinden ötürü Yer dibi Sarayında durmazdı. Yer dibi sarayına yakın sakince bir evde yardımcısıyla yaşardı. Onun, doğası çevresiyle bütünleşmeye ve farklılıkları hissetmeye dayalı bir büyü gücü vardı. İnsanın ruhundaki korkunç çatışmaları hissederdi ve bu çok güçlü olduğunda ise neler olup bittiğini zekâsıyla çözerdi.

Saklı büyülerin en zarifi olan hisseden tanrı büyüsü... Hissetme büyüsü gibi zarif ve olgun bir adamdı. Ancak büyüsünün zarafeti ona kaldırmak istemediği bir sorumluluk vermişti. Ruhu çatışmada olan beyaz kadınları hissedebiliyordu. Çünkü kusursuz bir çevreyi, iyinin ve kötünün dengesini yıkan bir çatışmaydı bu. Ne zaman beyaz kadınları sunak nehri ele geçirse gözyaşı parıltısı kandamlasına döner, ruhu bir parçalanma sürecine girerdi. Üçüncü usta onları hisseder ve nerede olduklarını yer dibi sarayına iletirdi. Zaman zaman da diğer ustalara doğrudan emir verir, bu kadınların ya öldürülmesini ya da kurtarılmasını isterdi.

Yeteneği zarif olsa da tamamen kötü olan birini hissedemediği için zayıftı. Çünkü tamamen kararmış bir kalp durağandı. Kusursuz doğanın siyah renklerini oluşturur, ustanın kör noktasını meydana getirirdi. Onları yeterince hızlı algılayamazdı. Tabi ki ustanın yeteneği sadece bunlar değildi. Tüm büyüden beden almışlar gibi güçlü ve yetenekliydi.

Zess’in dedesi olan ihtiyarın, yani dokuzuncu ustanın da yakinen dostuydu. Birbirlerine büyük saygı duyuyorlardı. Üçüncü usta, bazen dokuzuncu ustanın rütbesinden ayrılma kararına kızsa da, bu kararı verecek cesareti gösteremediği için, kendisine güceniyordu aslında. Onun kararına saygı duyuyor ve elinden geldiğince ona kan damlasına sahip kadınları öldürme görevini vermiyordu.


Bu nazik ve zarif adamın büyük bir ihanete uğrayacağını kim bilebilirdi? Bu ihanet sadece onu değil, dokuzuncu ustanın da canını almış olabilirdi. İşte Zess’in aklında olan da tam olarak buydu. Kandamlasına sahip kadınları öldürmek için bir yıl boyunca ava çıkmışlardı. Yol dönüşü ise saldırıya uğramışlardı. Üstelik saldıranlar üçünün de büyüden beden aldığını biliyordu. Eğer Zess doğru tahmin ediyorsa üçüncü usta da tam olarak bir yıl önce öldürülmüş, fırçası ve sembolünü bilen birisi de bunu kullanıyor olmalıydı. Sahte emirlerle de onlarla oynuyor olabilirdi. Emin olmadan hiçbir şey söylemezdi. Zess’in zekâsını kullanabilme yeteneği ve itiraf etmese de ihtiyara yani dedesine olan büyük sevgisi ona net bir hedef veriyordu.

0 yorum:

Yorum Gönder