15 Şubat 2014 Cumartesi

Bir Dilek Daha Tutsam



Hayatımda hiç olmadığım kadar mutsuzdum. İlk defa bu kadar gerçekti gözyaşım. Ve ilk defa bu serin ıslaklık acıdan çöken avurtlarıma sığmadı. Kurak toprağa sertçe çalan yağmur kadar sağanak düşse de gözlerimden, bir türlü serinletemedi beni. Öylece bir sel gibi akıp gitti. Ama doğrusu…



En çok korktuğum şey başıma gelmişti. Çocukluğumdan beri aynıydım ben, pek çok korktuğum şey vardı. Pencereleri elle yoklayan ve her deliği utanmaksızın zorlayan rüzgâr, vakti dolunca kaybolan ışığın halefi olan karanlık, o çirkin bacaklı örümcekler bir de ilginçtir o pırasa bebekler kadar süslü palyaçolardan korkardım.



En çok korktuğum şeyse ölümdü. Yanlış anlaşılmasın, kendi ölümümden bahsetmiyorum. İlginç bir şekilde hiç ölmekten korkmadım. Ama ailemin kılına zarar gelmesinden, onları kaybetmekten korkuyordum. Dualarım bile onları korumak için olurdu. Ne demek olduğunu bile bile ömrümün bir kısmını aileme vermek için dua ederdim. Onların ömrünün uzamasına karşılık kendi ömrümü seve seve feda edebilirdim. Çünkü onları kaybetmek ve onlarsız yaşamak, tarifi zor bir şey…



Pek çok defa aynı duayı etmiştim. Ömrümü onlara pay etmekti duam. Hep beraber ölmek gibi… Ölmek istemiyordum, ailem üzülürdü. Onların öldüğünü de görmek istemiyordum. Ayrı düşmek korkutuyordu beni. Ölüm sıradan bir ayrılık değildi çünkü. Öyle bir ayrılıktı ki ne tanıdık bir ses ne de bir seda bırakırdı arkasında. Özlem dolu yalnızlık demekti.



Tıpkı o ben henüz bir yetimken olduğu gibi. Tek başıma olduğumun bilincinde yaşadığım o günleri düşünmek bile istemiyordum. Bu yüzden onlar, beni en değerli varlıkları olarak görenler benim gerçek ailem. Ve tüm ruhumla biliyorum ki onlara sahip olmak benim en büyük sevinç kaynağım. Kaynağımdı… Ve ömrümü onlara pay etmek benim için vefa borcumdu. Hem de tek bir şekerin karşılığında.



O kadının yumuşacık elleri ile ısınan bir mahalle kedisiydim ben… Bahtım yolların egzozundan, isinden kirlenen saçlarım kadar karaydı. Eski bir radyodan çıkan ses gibiydi boğazım, kavga etmiş ve dövülmüştüm. Çocuğunu yeni düşürmüş annem o gün bulmuştu beni. Hayatımda ilk kez o gün dua etmiştim.



“Ne olur, ne olur beni de seven birisi olsun” demiştim.



Bir sır vereyim mi? O gün öğrenmiştim dua etmeyi. Benim dualarım kabul oluyordu. Hem de her zaman… Ve o gün annem, gözleri iki pınar, o üzümlerden süzülen gözyaşları iki zemzem kadar saf olan o kadın, sarılmıştı bana şefkatle. Kirimi ve kalbimi umursamadan sarılmıştı bana. O kadar yabancı bir duyguydu ki. Hoşgörü mü? Bana mı? Ben ki sokağın götürdüğü ve geride kalmış bir kız iken bu kadındaki o sevgi… Bu sevgi nasıl, nereden gelebilirdi? Nasıl bir insan bu kadar cömertçe sevgisini bir yetimle paylaşabilirdi?



Eşi de kendisi kadar güzeldi. İlk onu gördüğümde, elinde bir şeker vardı babamın. Ufacık tefecik, biraz da ceplerinde kalmaktan ve sıcaktan şekli değişmiş bir şekerdi. Ama gene de benim ilk hediyemdi. Hediye kelimesini ilk defa öğrenmiştim.



Şimdi gözlerimin önünde onlar kırmızılara boyanmışlardı. Nefesim çıkmıyordu bağıracak gücüm yoktu. Bir araba ve ansızın gelen bir kaza… Yeniden kaybettiğim ailem… Yavaşça ferini kaybeden gözler… Ve avuçları uzanmak, kurtarmak istercesine bana uzanmaya çalışan eller…



Sanırım bir kurşun kalem kadar olan ömrüm zamanın aşındırmasına boyun eğememişti. Ve aileme feda edebileceğim kadarı ne yazık ki çok değildi. İşte bu şekilde benim ettiğim duam, ailemi sadece bu kadar elimde tutabilmişti. Yaşanmamış günlerimi onlara vermem ancak bu kadar ömürlerini uzatabilmişti.



Hayatımda hiç olmadığım kadar mutsuzdum. İlk defa bu kadar gerçekti gözyaşım. Ve ilk defa bu serin ıslaklık acıdan çöken avurtlarıma sığmadı. Kurak toprağa sertçe çalan yağmur kadar sağanak düşse de gözlerimden, bir türlü serinletemedi beni. Öylece bir sel gibi akıp gitti. Ama doğrusu…


Ama doğrusu artık hayatta değildim, değil mi? Gökyüzüne baktım. Yıldızlar üzerimde ve ben boşluktaydım. Peki ya tam şimdi... Tam şimdi bir dilek daha tutsam?

0 yorum:

Yorum Gönder