23 Mayıs 2014 Cuma

Ruh Bedene Şekil Verdi 21

Amber vazgeçilenin gösterdiği şeyler üzerine hayretini gizleyemiyordu. İhtiyar ve üçüncü hayattaydı. Vazgeçilen bir elini omzuna bir elini ise saçlarına dayamıştı. Cama dönüşen gözleri, bildiği her şeyi ona aktarıyordu.
Vazgeçilen, gözyaşı kadınlarının gözleri ile görüyordu, onlar ile hissediyordu. Evren kadar genişlemiş bilgisi vardı. Gözyaşlarının etrafındaki her şeyden haberi vardı. Amber ona aktarılan anılarda, gözyaşlarının ölümlerinin, vazgeçilenin ne kadar canını acıttığını da hissetmişti.
Vazgeçilen elinden geldiğince anılardan Amber’ın işine yarayanları seçiyordu. Bunların içerisinde geleceğe dair hiçbir şey yoktu. Rabi ile konuşmaları geldi gözünün önüne ve Amber merakla vazgeçilenden cevaplar istedi.
Annesi, Rabi’nin yeteneği ve eğitimi için getirmişti onu buraya. Kaderi ile tanışma vakti olduğunu düşünmüştü. Rabi burada sadece son bir eğitim görmüştü. Saklı büyüler ailesel olduğu için, beş yaşına kadar öğrenilmeli ve küçük çocuğun bedeni büyü ile bütünleşmeliydi. Annesi oğlunun kusursuz bir güce sahip olmasını istemişti ve bu yüzden kendi eğitimi ile yetinmeyip, bilginin doruğundaki kristale götürmüştü onu.
Demek ki Rabi, hafızası açılınca gücünü tam olarak kullanabilecekti. Bunun için en doğru zamanı nasıl bileceğini merak etti Amber. Sordu vazgeçilene:
 “Gelecek? Geleceği gördüm diyordu Rabi. Bu nasıl mümkün olabilir?”
Vazgeçilen cevaplamak için bir anı gösterdi. Saya’nın gizlice üflediği, algı tohumu mühür büyüsü… Algı tohumu, düşleri bile değiştiren bir büyüydü. Çok değerli ve zor bir büyüydü bu. Yapılması için bir kadim silahın ruhunu alırdı. Amber kimsenin böyle karşılığı olan büyüyü kullanacağını hiç düşünmemişti.
Vazgeçilen biraz duraksadı. Ayrıldı Amber’dan ve huzur dolu sesinde belirgin bir hüzünle konuştu..
“Bir göz daha açıldı.”
Amber neler olduğunu sorduğunda, ölmek üzere olan bir gözyaşından haber aldığını söyledi vazgeçilen. Can çekişen gözyaşının, Rabi’nin annesi olduğunu duyunca Amber ne yapması gerektiği hakkında düşünmeye başladı. Nehrin büyüsünden kurtulmuştu kadın ama korkunç acılar çekiyordu. Kalpleri son kez attığında vazgeçilen hemen hissetti ve engel olmak istedi.
"Saniyeler içinde yok olacaklar... Buna izin veremem."
Vazgeçilen iki elini kulaklarına götürdü ve küpelerini çıkarttı. Koruma halkaları içeren mühürlerle kaplı küpelerdi bunlar. Amber bu kadar güzel bir takı daha önce görüp görmediğinden bile emin değildi.
Saya ve Rabi hakkındaki her şeyi anlattı vazgeçilen... Saya'nın büyüsünün gücü yüzünden hep direnen ruhunun nehre hapsedildiğini anlattı. Direnişi karşısında, nehrin büyük iblisi ona ceza vermek istemişti. Nehrin iblisinin genç bedenini kadına geri verirken, ruhunu kontrol etmesi için bir iblis daha yerleştirdiğine kadar, her ayrıntıyı öğrendi Amber. Öğrendikçe daha da şaşırdı.
Kraliyetin en eski büyüsü gerçekten de efsanelerdeki gibi sıradan bir büyüyle yok edilemiyordu. Yok olmadığı takdirde de efendisini korumaya devam ediyordu. Büyü bedeni bir yere kadar koruyordu ve beden ancak doğal yollardan ölüyordu, büyü içeren bir saldırıda değil. Nehir de büyüyü yok edemeyince Bensurada ve nehrin yoğun gücünün etkisiyle dağıtmayı düşünmüştü. Büyünün kırma özelliği baskın gelince sahibin bedenini parçalayacaktı. Bu zekice plan bile kusursuz değildi.
Çünkü iblis Saya'nın bedeninden çıktığında Saya tekrar bir gözyaşı olmuştu. Vazgeçilen de daha o anda Saya'yı hissetmişti. Başından neler geçtiğini en ince ayrıntısına kadar öğrenmişti. Vazgeçilen durumu anlayınca onları korumak için tek bir şansı olduğunu biliyordu.
Amber’dan aktarma büyüsünü kullanmak için yardım istedi. Rabi ile aralarında taze bir bağ vardı, bu da saf umut aktarmayı mümkün kılacaktı.
Vazgeçilenin saf umuttan küpeleri Rabi ve Saya'nın kulaklarına yerleşti. Bu küpeler arındırılmış büyüye sahip olduklarından o ikilinin başında bekleyen iblis durumun farkında değildi. O kadar saf bir şeyi iblislerin gözleri göremezdi. Rabi ve Saya, hiçbir hayat belirtisi göstermiyorlardı.
Vazgeçilenin küpeleri Saya ve Rabi'nin kulağında kıvrım kıvrım dolandı ve ruhlarına tutundu. İblisin görmediği bir şekilde ruhlarını içine hapsetti ve korudu. Dıştan bakan biri için sadece ceset kalmışlardı. Saf umut bile olsa bir süre dayanırdı.
Amber, Zess’in Rabi'yi kontrol etmek için yanına gideceğini duymuştu. Güçlü durması gerekiyordu ama şimdiden bir rütbelisini kaybetmiş olabilirdi. Küpeler iblisin fark etmesini önlerdi ama yine de onları uzun süre hayatta tutamazdı.
Neden üzülüp, perişan olacaktı? Rabi olsa da olmasa da elinden geleni yapacaktı. Kim onu yolundan alıkoyabilirdi ki? Meydan okuyordu. İnatla ve boyun eğmeden, her seferinde yaptığı gibi gözlerini hedefine tüm kararlılığıyla dikti. Amber hep böyleydi, ruhu azimle taşmak için mağlubiyetlerden bile bir sebep bulurdu. Ne kadar yerin dibine batarsa o kadar güçlü saldırırdı.
Zess'e güveniyordu. Bir yolunu bulacaktı. Zaman hızla akıp kaybolurken, Saya ve Rabi'nin ruhu yavaşça yeryüzünden siliniyordu. Amber endişelerini bir kenara atarak kendini bütün bir ayı kaplayacak ağır eğitimine hazırladı. Düşüncesi bile ürkütüyordu.
Vazgeçilenin saklı ormanı ilginç bariyerlerle çevrilmişti. Sunak nehrinin hissetmesi bu bariyerler nedeniyle imkansız haldeydi. Göründüğünden daha büyüktü ve sanki giderek büyüyordu. Eğitimi için mükemmel bir alandı. Vazgeçilenden ve daha öncesinde eski rütbeliden eğitim alacaktı. En son ise azizlerin ona ekleyeceği güçler olacaktı. Amber yetersiz olduğunu kabul ediyordu ancak kendisine tüm ruhuyla güveniyordu.
***
İhtiyarın suratı asıktı. Zess, ihtiyara sorgulayan gözlerle bakıyordu. İhtiyarsa ona aynı bakışla cevap veriyordu. Çünkü Zess onu nasıl bulduğuna dair hiçbir şey söylememişti. En son pes eden ihtiyar oldu. Rabi hakkında aldığı haberi iletmek üzere ağzını açtı.
 “Bir daha büyü kullanamayacak. Yaşayacağı bile şüpheliymiş. Birinci ulaştığında başlarında bir iblis bulmuş ve ilk başta ceset olduklarını düşünmüş. İblisi yok ettikten sonra onları gömmek için en yakın direnişçi mezarlığına taşıdığında ikisinin de hareket ettiğini fark etmiş.”
İhtiyar Zess’i inceledi. Dişlerini alt dudağına geçirmiş, gergin bir surata bürünmüş torununa, esprili bir tavırla sordu.
“Ağlamıyorsun değil mi? Benim öldüğümü sandığın zaman bile ağlamamıştın.”
 “Hayır, ağlamamıştım ve ağlamıyorum, daha dikkatli bakmalısın ihtiyar! En azından hayatta... Ama anlamıyorum, Rabi’nin ne kadar yakınına gidersem gideyim daire çiziyordum. Birinci usta onu nasıl bulmuş? Hem nasıl olur da sen, birinci ve üçüncü usta o narin bir yerlerini kaldırıp da bizzat aramaya giriştiniz?”
 “Soruları sırayla sormayı denesen? Siz gençler fazla sabırsızsınız! Biliyorsun ki en narin yerim kalbim. Kırıcı oluyorsun.”
İhtiyarın güldürmeyen konuşmasını, Zess boş gözlerle cevapladı. İhtiyar esnedi ve sanki hayatındaki her şey yolundaymış gibi, konuşmaya sahte bir neşeyle devam etti.
 “Sizden, Amber’ın vazgeçilen ile konuşacağından ve rütbeli seçiminden… Bunları başından beri takip ediyorduk ve sadece efsanelerin haberdar olması için elimizden geleni yaptık. Başından beri bir sır gibi tutuldu tüm bilgiler. Saraya yardım çağrısında bulunduğunda bunun öneminin farkındaydık.”
İhtiyar iki elini kavuşturdu. Bir elinin başparmağı ile diğer elinin başparmağını birbiri üzerinde çevirdi. Bu hareketin bir anlamı yoktu ama Zess’in dikkatini çekmiş, ilgiyle izliyordu.
“Rabi söylediğin yerden biraz uzakta, nehrin dalının yanındaymış. Olduğu yerin altında nehrin suyu kurumuş. Kraliçenin askeri büyüsü ne kadar güçlüyse artık, nehrin en güçlü anında bir dalını kurutmuş. O şekilde takip ederek bulmuş. Neyse ki birinci suya hükmedebiliyor, Bensura’da ıslanmadan onları çıkartabilmiş.”
Zess tuttuğu nefesi rahatlayarak vermişti. Yaşayacaktı, güçlenmese bile hayatta olması ona yeterdi. Yaşayacağından emindi, kolay kolay ölecek bir tip değildi Rabi. Yerdibi sarayında tedavisiyle, belki uzun sürse bile iyi olacağından emindi. Ancak Saya için aynı şeyleri söyleyemiyordu. Çünkü içine iblis giren bir kadını Yerdibi Sarayında sağ bırakıp bırakmayacakları şüpheliydi.
İhtiyar ne derse desin içini kemiren bir mutsuzluk vardı. İhtiyar onun karamsarlığını dağıtmanın en iyi yolunun, canı çıkana kadar çalıştırmaktan geçtiğine kanaat getirmiş olsa ki şöyle seslendi.
 “Eğitimine başlayalım mı?”
Zess bir anlığına geçmişini hatırlarken, iki elini “dur” anlamında tuttu ve konuştu.
“Yeni bir büyü olmasın. Çocukken senin deney tahtandım, şimdi olmaz.”
“Usta diye başkasını bulsaydın sen de o zaman. Narin bir yerlerini kaldırmaktan mı çekiniyorsun?”
Usta omuz silkerek ilerlerken Zess yaklaşık bir on yaş kadar küçülmüş hissediyordu. Oflayarak elde edeceği bir şey olmasa da sızlanmaya devam etti. İçinde onu görmenin sevinci ile Rabi’nin sunak nehrine karşı aldığı yenilgiden kaynaklanan üzüntü arasında gidip geliyordu. Ama umut kalbinin kenarlarından ayrılmak nedir bilmiyordu.
İhtiyar işleri Amber ve Zess için kolaylaştırmak adına bir şey daha yapmıştı. Rütbelileri tek tek bulmalarındansa ayaklarına getirmeyi düşünmüştü. Muhtemelen Zess ve Amber buna da karşı çıkacaktı ama ihtiyar onlara sormayı düşünmemişti. “Hem onlar kimmiş? Yaşları ancak yarım insan eder.” Kendi kendine bunlara benzer şeyleri mırıldanıp gülümsüyorken Zess’e yakalanıyordu.
***
Anjaya her zamanki gibi rahat bulduğu pantolonlarından birinin üstüne gömlek geçirmiş, iki elini de ceplerine tıkıştırmış, kızın saçlarından gelen hoş kokuyu belli etmemeye çalışarak ciğerlerine çekiyordu. Biraz yanına gelmesi için onu çağırmıştı. Kız ise Anjaya’yı baştan ayağa süzmüş, tehlikeli olmayacağına karar vererek yanına gelmişti.
Beyaz tenli, geniş omuzlu ve kıvırcık siyah saçlara sahip olan Anjaya’nın yüzündeki tek kusur, burnunun ucunun içe doğru hafif kıvrık olmasıydı. Düzgün inen burnun bir anda içe doğru bükülmüş olmasına Nita tek kaşı havada bakakalmıştı. Çok dikkat çeken bir sorun yoktu ama Nita burun ve çenesi düzgün olmayan erkekleri, isterlerse mükemmel olsunlar pek de çekici bulmazdı.
Anjaya bir taraftan yürürken, kızın kendisini bu kadar garipseyerek incelemesine şaşırmış halde konuşmayı açmaya karar verdi.
 “Nita Pholl, bu ismi çok duyuyorum nedense.”
“Ve sen de?” Nita bunu söylerken bile Anjaya’nın boynunda adem elmasının hemen sağındaki bene odaklanmıştı. Bu Anjaya’nın gözlerini devirerek konuşmasına neden olmuştu.
“Adım Anjaya Iyruk. Yakın arkadaşlarım Anj derler.”
“Nerelisin sen? İlk defa böyle bir soy ismi duyuyorum.” Nita bunu söylerken Anj ismini mırıldanıp gülmüştü de. Anjaya ise kıza bir kez daha anlam vermeyen gözlerle bakarak konuştu.
 “Bir çiftçi kızının bilmemesi çok normal… Iyruk ailesi, aklına gelen en batıdaki şehirde, eski ve soylu bir ailedir. ”
Nita sesini kısarak, belki de içinden konuşmadığını unutarak söylendi.
“En batıda ne vardı ki? Şu ayıcıkların olduğu yerdi sanki orası…”
Ayıcıklar, Tam bana hep ayıcıkları batıdan aldığını söylerdi. Batı, en batı… Saniyeler içinde Nita’nın gözleri irileşmiş ve içindeki çocukluk duyguları gün yüzüne çıkmıştı. Tatlı, renkli ayıcıklar… Yumaşacık ve tüy yumağı…
Anjaya göğsünün hizasındaki kıza eğilerek ki kız hiç de kısa değildi, merakla sordu:
“Ayıcıklar?”
Nita düşlerinden uyandırılınca, elektrik çarpmış gibi fırladı ve yürüme hızını arttırdı. Nita’nın küçüklüğünden beri ayıcıklara karşı koyamadığı bir gerçekti. İkinci zaafı da göz bandıydı ki Rabi’yi Nita’nın hedefi haline getiren durum da tam olarak buydu.
Nita hayatı kendi istediği gibi yorumlayanlardandı. Güzel- çirkin, iyi-kötü, düşüncesi şöyle ya da böyle… Nita bu sınırlardan hiçbirini düşünen biri değildi. Onun kendi sınırları vardı ancak bu sınırlardan hiçbiri yargı içermezdi. Yargılama konusunda başarısız oluşu etrafında garip insanları birikmesine neden olurken, tuhaf huyları ve zehirli sayılacak kadar fazla yemek yapması ve yedirmesi bu biriken insanları uzakta tutuyordu. Bu tuhaf huylardan biri de ilk kez tanıştığı insanı ayak tırnağına kadar çekinmeksizin inceliyor oluşuydu.
Anjaya kızın yüzüne biraz daha dikkatle baktı. Alnı kısa, yüzü topluydu. Daha baktığı anda dikkatini çeken uzun kirpiklerle çevrili gözleri iri olsa da burnu küçücüktü. Kulaklarının arkasında biten saçları düzdü ve aralarda renkli şeritlere sarılmış örgüleri vardı. Örgülerin her birindeki şeritlerdeki yazıyı, keskin gözleri ayırt etmişti. Üzerinde beyaz bir hırka vardı ve korseli gece mavisi elbisesiyle oldukça hoş görünüyordu.
Anjaya kızın saçlarındaki mühürlere tekrar bakarak, istemsizce mırıldandı. Bu kız bir çiftçi kızı öyle mi? Mühür şeritlere sahip bir çiftçi kızı? Külahıma anlat onu sen!
 “Anj, bu kadar uzakta ne arıyorsun?”
“Sizinle tanışma-”
“Kibarlığa gerek yok. Tanıştıysak, yürüyüşü sonlandırabiliriz o halde.”
“Bir büyücü böyle mi tanışır?”
Anjaya bunu söyler söylemez Nita rüzgarı sağına alarak onu ve kendisini meydandan olabilecek en uzak yere fırlattı. Anjaya’nın niyeti neydi bilmiyordu ama bir direnişçi bir başkasıyla bu şekilde buluşmazdı. Daha gelmeden önce mühür taşı aracılığı ile sinyal verirdi.
Kahinin av köpeklerinden birisi olmalıydı Anjaya. Nita bu düşünceyle onu köyden uzaktaki ormana kadar götürmüştü. Kimsenin ruhu bile duymadan onu yenmeliydi ve göründüğü kadarıyla Anjaya’nın istediği de kendisiyle ciddi bir kavgaydı.
Daha büyü sınıfını bile bilmediği birine karşı savaşacak olmak Nita’nın hiç de hoşuna gitmiyordu. Eski ailelerden olduğunu söylediğine göre Anjaya, saklı büyü kullanıyor olabilirdi. Üzerinde büyü taşı, mühür veya fırça görmemişti.
Nita bir an için durdu. Saklı büyülerle karşılaşacak olmanın verdiği heyecanla, Anjaya’nın anlam veremediği bir şekilde mutluluk sesleri çıkardı. Bir kahkaha ya da nara değildi. Her ikisinin ortası bir tepkiydi. Anjaya bu kızın akli dengesini daha fazla sorgulamayı bir kenara bırakıp yavaşça ona doğru yürüdü. Etrafındaki aura giderek güçlendi.
Bakışları kesiştiği anda rüzgâr her ikisinin etrafında dolandı ve etraflarında bir daire halinde toprağa ve ağaçlara kesikler attı. Kullanmaya hazırlandıkları büyü güçleri birbirini yalayıp geçmişti.
Anjaya nasıl başlaması konusunda kararsızdı. Çıplak elle saldırmaya karar vermişti. Ne de olsa bu kız daha kavganın başında kadim silah kullanacak değildi ya.
Nita ise başka düşünüyordu. Düşman olduğunu algılamıştı ve onu en hızlı şekilde yok etmeye karar kılmıştı. Hırkasını yere attı. Elbisesinin kolu dirseğinin üzerinde bitiyordu. Kolunu dik bir şekilde tuttu ve dirseğin dış yüzünden eline kadar olan etinde dört ayrı yassı ve sivri ok ucu belirdi.
Okların başları birer el uzunluğu kadar dışarıya çıktı. Okların deride başladığı yerden kızın boynuna kadar uçuk mavi bir ışık şeridi salındı. Kolundaki plak oluşturan oklar, oldukça keskin görünüyordu. Nita ona doğru hücuma geçmekte beklemedi. Anjaya ok uçlarından gelen darbeyi iki elinin arasında tutarak karşıladı. Yana doğru kıvırmasıyla Nita takla atarak geriye düştü. Ancak daha geriye doğru savrulurken, kızın kolundaki oklar ona doğru fırladı.
Anjaya oklardan kaçmasının imkansızlığını anlayınca aklına gelen ilk büyüyü kullandı. Yatsıtma büyüsünü…
Nita bu büyüyü görünce aklına Lodslar ve Droular geldi. Yansıtma ve çoğaltma, onların büyülerindendi. Anjaya’nın düşman olduğundan artık zerre şüphe etmiyordu. Ya sunak nehrinin ya da Lodsların kölesiydi, Nita için her ikisi de birdi. Yansıyan oklar saplandığında Nita’nın bedeni sanki suymuş gibi üzerinde kayarak koluna yerleşti. Deride veya kıyafette tek bir çizik bile yoktu.
Anjaya güzelce gizlediği mühür kâğıtlarını ortaya çıkartmıştı. Saklı büyüyü hemen kullanmak istemese de bu kızın ataklarına karşı çıplak elle karşılık verdiği her seferinde savruluyor ve yerinde geniş boşluklar bırakıyordu.
Element bedenlemeyi kusursuz bir şekilde yapabiliyordu. Bedeninde sadece kollarını buza çevirdi. Keskinliğini o kadar arttırdı ki kızın kemiklerini tek bir dokunuşta un ufak edeceğinden emindi.
Anjaya atağa geçti ve hızlandı. Nita ise Anjaya’nın beklediği şeyin tam tersini yaptı. Anjaya ona doğru hızlanırken, Nita savunmaya geçeceğine neredeyse yere değecek kadar alçalarak Anjaya’ya doğru koşmaya başladı.
Nita gözden kaybolacak bir hıza ulaştı. Anjaya’nın iki yana açılan kolları arasına girerek, sol kolundaki okun uçlarını Anjaya’nın suratı ile buluşturdu. Anjaya geriye çekilmeye çalışsa da biraz geç olmuştu. Kafasını geriye doğru itmesine kendi hızı engel olmuştu. Suratı kana bulanmıştı. Nita ise her iki kolunda birer sıyrıkla kurtulmayı başarmış, büyükçe görünen bir ağaca yaslanmıştı.
Nita sıyrılır sıyrılmaz kafasının üzerine gelecek bir darbeyi beklemese de refleksleri sağlamdı. Ufak bir mesafe farkla kafasının üzerine gelecek olan darbe, ağacı ikiye yarmıştı. Kafasına geldiğinde olacakları düşünen Nita tek gözünü kıstı ve bir ıslık çaldı.
Yaklaşık yarım saat içerisinde olan tek şey ağaçları yıkan ve etrafta parçalanmadık kaya, kökünden fırlatılmamış ağaç bırakmayan karşılıklı darbelerdi. Her ikisi de bir darbeden kaçtığı anda karşılık veriyorlardı. Ancak ne Nita kadim silahını tam kapasite kullanmıştı ne de Anjaya sakli büyü kullanıyordu. Bunun görünen sonucu her ikisinin de yara bere içinde kalması ve ormanlık alanda bir boşluk oluşmasıydı.
Nita seri ok atmaya başladığında Anjaya yeterince uzaktaydı ve önüne topraktan bir set çekti. Oklar toprağı dağıtmış olsa da etrafı toz sarmıştı. Nita’nın toz nedeniyle görüşü sıfırlanmıştı. Kulakları çarpışmadan ötürü uğulduyordu. Yukarıya sıçrayarak yüksek bir dala tutunmayı düşündü, bu sayede tozlar inene kadar durmaya karar verdi.
Anjaya ise topraktan bir kol ile ayaklarından yakaladı. Toprak kızın belinde yükseldi, kollarını yakaladı. Hareket etmesini engelledi. İstediği ağaca gelişigüzel savurmaya başladı.
Nita ise bu hamlenin karşısında eli kolu bağlı bekleyecek değildi. Bedeninde yer değiştiren oku, saçındaki şeritlerden birinin düşmesini sağladı. Düşen şerit, toprak kola değdiği anda kolu un ufak etti. Anjaya geriye doğru fırladı ve üç dört kez çarparak ancak hızı düştü ve durdu. Nita ise toprak kol ile fazla yorulmuştu ve yere çakıldı.
Anjaya kemiklerini çıtırdatarak kalkarken Nita kafasını kollarıyla korur şekilde geriye kaçtı.
Nita oklardan ikisini çıkartırken diğerlerini derisinde gömdü. Oklar çıkarken uzadı ve tam çıktıklarında iki başlı mızraklara dönüştü. Mızrakları çevirerek saldırırken, Anjaya da altındaki toprağı ayağından çekiyordu. Nita hangi ara bu çocuğun mühürlere dokunduğunu göremiyordu bile.
Her ikisi de karşılıklı olarak durdu. Bir şey gene elde edememişlerdi. Güçleri neden birbirine bu kadar denkti? Sürekli konuşup birbirlerini eleştirseler de yenen ya da kaybeden kimse yoktu. İt dalaşına dönüşmüş kavgaları sadece etraflarını mahvediyordu. Her ikisi de aralarında mesafe bırakacak şekilde geri çekildi.
Toprak üzerinde kıvılcımlar gezinmeye başlamıştı. Nita ise kadim silahının üstün güçlerini kullanmaya hazırlanıyordu. Önce kolundaki oklar içeriye girdi. Sonra aydınlık bir şerit kolunda belirdi. Uzun bir ışık kolundan çıktı ve hemen ardına yayı görünür oldu. Kollarında yine uçuk mavi şeritler vardı. Işıkla beraber iki metreye yakın bir ok belirmiş ve Anjaya’ya nişan almıştı.
Anjaya ve Nita kan ter içerisindeyken ve her ikisi de güçlü silahlarına geçmişken, Anjaya bir anda bir tıkırtı duydu. Son gücüyle Nita’ya önce direnişçi sembolünü gösterdi. Bu Nita’nın gardını düşürmesini sağladı. Sonra da onu kucağına alarak bir çalılığın içine soktu. Çalılıktayken Nita’nın ağzını eliyle tutup konuşmasını engelledi. Nita da sesleri duymuştu. Kafasını sallayarak anladığını ifade etmeye çalıştı. Anjaya’nın dikkatiyse kızın saçlarından gelen güzel kokudan bir türlü ayrılamıyordu.
Çok geçmeden dört kişi alana gelmişti. Bronz bir kıyafete sahip kaslı ve iri yarı bir adam gruptan ilk konuşan oldu.
“Dediğim gibi ses buradan geliyordu. Ciddi bir çarpışma olmuş gibi.”
Oldukça miskin duran bir tipse ağzını bıçakla aralıyorlarmış gibi konuştu.
 “İkisinin de et kafalı olduğundan bana bahsetmeliydiniz. Tamam, Nita tam bir kaçıktır ama Anjaya? O soylu değil miydi?”
 “Neyse ne işte, saray bizi acilen çağırıyor ve ikisinden de haber alınamamış.”
Esmer olan bunu söyler söylemez kanatlanmış gibi hızlandı. Miskin tipse konuşmaya devam etti.
“Sırf sakin bir hayat istediğim için baş öğrenci bile olmadım ve ne yapıyorum? Nita’yı bulmaya çalışıyorum. Nita diyorum!”
Nita, Anjaya’nın gevşeyen elinden kurtulunca oklarından birini uzakta hedeflediği bir noktaya gönderdi. Ok kuşların havalanmasıyla ciddi ölçüde bir ses yaratınca gelen grup sesin olduğu yöne doğru uçarcasına yöneldiler.
 “Onları tanıyor musun?”
 “İkisini evet. Esmer sessiz olan Sreren ve Bronz çam yarması Zi’yi tanıyorum. Sen?”
“Sürekli söylenen Jamahe ve yanındaki şalı olan kız Faye... Kıyafetlerimizi temizleyip onlara ulaşırız.”          
“Sarayın bizi neden aradığını bile bilmiyorsun, emin misin?”
“Bırak arasınlar, iki direnişçinin savaşması karşısında saray ne ceza veriyor bilmiyor musun?”
Anjaya yaraları üzerine bastırdı. Sonra acıyla suratını buruşturarak Nita’yı yanıtladı.
 “Saray bize ceza vermeyecektir. Rütbeli adayıyız. Sen, ben ve o dördü…”
Nita boş gözlerle bakınca Anjaya yavaş yavaş açıkladı. Yerdibi sarayından haber geldiğini, bir varis olduğunu ve onların rütbeli olabileceğini teker teker anlattı. Nita merakla elini ısırırken sordu.
 “Bir varis adayından haberim yoktu.”
 “Gizli tutuluyormuş ama var.”
Nita gizli tutulan bir varis olduğunu duyar duymaz aklına gelen ilk şeyi mırıldandı “Abla…” Anjaya’nın ve onun aklında aynı kişi vardı. Sarayda dikkatini çeken büyücüler içinde nedense sadece bir kişiye varis hakkını yakıştırmıştı.
 “Madem direnişçisin neden saldırdın?”
“Bir rütbeli adayının ne kadar güçlü olduğunu merak ettim ve yanlış anlama, haberi olmayan bir tek sen vardın. Yani kim haberleşmek için kullanılan mühür taşını dolabına kilitler ki?”
 “Çok ses çıkartıyordu ben de… Sen odama mı girdin?”

0 yorum:

Yorum Gönder