Doğuştan kötü, Diluaenn
Faruk hoca ve Serpil hocanın yanına giderken bir yandan da titrememe engel olamıyordum. Birazdan sözlü olacaktım ve bu tamamen ezber bozan bir sınav olacaktı. Düşünce ufkumun genişliğini ölçmek adına ne soracaklarından bihaberdim.
Benden başka gruplardaki daha önce bu sınava girenlerden soruları almıştım ancak her biri bambaşka felsefi problemler içeren, konuşan kişinin okuma seviyesini gösteren sorulardı. Sordukları kişinin hem kendini savunabilmesini, hem de bir bilim insanına yakışır şekilde net bilgi içermesini istiyorlardı. Bunun yanında olgunlaşmış bir genel kültür de istiyorlardı.
Doğrusu bu şekilde düşünen sadece bendim. Bir kesim soruların sadece saçmalık olduğunu, bir kesimse soruların çok kolay olduğunu düşünüyordu. Ben her ikisine de katılmıyordum. Bu iki kesim geçemeyen kesimdi.
Elimden geldiği kadar üstüme şık bir şeyler giydim. Rahat görünmeye çalışarak kapıyı açtım. Saygılı davranmam gerekiyordu. İçeri adımımı atar atmaz, Faruk hocam tarafından içeriye davet edildim.
“Buyurunuz, Sema Hanım.”
“Teşekkür ederim.”
Serpil hocamsa sanırım suratımdan ne kadar gergin olduğumu hemen anlamıştı. Gizlemeyi başaramıyordum. Serpil hocam o tize kaçan dinç sesiyle bana yanındaki tabağı uzattı.
“Almaz mısın?”
“Yok, sağ olun hocam.”
Yer gösterdiler ben de oturdum. Bir yandan da kendimi elimden geldiğince tutuyordum. Normalde bacak bacak üstüne atmadan oturamayanlardandım. Ancak bu saygısızlık anlamına gelebilirdi ve benim sonum olurdu. Ki daha önce sırf bacak bacak üstüne attığım için sözlüden kovulayazdığım da olmuştu. Notları çok yüksek bir öğrenci değildim, bu sözlü notuna kesinlikle ihtiyacım vardı. Her iki hocam da bakışarak ne sormaları gerektiğini kararlaştırdılar. Serpil hocam bana dönerek konuştu:
“Diluaenn’i biliyor musun?”
“Evet hocam…”
“Anlat bakalım.”
Diluaenn hakkında bildiğim her şeyi anlattım. Faruk hocam biraz dalgın görünüyordu ama o da beni tüm dikkatiyle dinledi. Bir yandan da not aldı. Serpil hocamsa sadece gözlerime bakıyordu bu da biraz beni ürkütüyordu.
“Diluaenn eski çağlarda bulunan altın kraldır. Kendisi hakkında bulunan kaynaklar çok yenidir ve ‘doğuştan kötü’ sözleriyle anılmıştır. Diluenn annesini kestirip, derisini yüzdürmüş korkunç bir karakterdir.”
Cümlelerim tekrar etmeye başlamış, hocalarımsa halen daha tatmin olmamıştı. İstedikleri cevap neydi? En sonunda susarak onlardan tepki bekledim. Faruk hocam o tok sesiyle sordu:
“Doğuştan kötü? Neden bir insan doğuştan kötü olarak anılabilir? Nasıl doğuştan kötü olunur?”
Soruyu anlamadığımı hemen fark eden Faruk hocam aynı soruyu üç kez sormuştu aslında. Bense iç sesime gömülmüş, bir kurtuluş yolu arıyordum. Neden doğuştan kötü olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu.
“O kadar korkunç işkenceler yapmıştır ki Diluenn sanırım ona bu ismin verilmesine bu sebep olmuştur. Mesela esirlerin yüzlerini yakmak, el ayak derilerini yüzerek toprakta…”
Faruk hocam sıkılmış görünüyordu. Soruyu bir kez daha yineledi.
“Biraz daha düşün Sema. Yani bu adam bu ismi almak için ne yaptı? Neden kendini altınla süslemiş bir Tanrı krala doğuştan kötü densin? O kadar kötü ki ona dokunanın hayatı kararır neden denmiştir ona?”
“Doğuştan kötü… Genetik bir kötülükten mi bahsediliyor hocam? Ailesinden ötürü kötülüğe yatkın bir birey mi demeye çalışmışlar?”
Serpil hocamın suratı asıldı.
“Soru soracaksan şu anda bitiriyoruz.”
“Özür dilerim.”
Hocalarım gene anlayışlı davranıyordu. Ancak stresten ağzımdan tek kelime çıkmıyordu.
“Annesiyle çocuğunu birleştirirsen cevabı bulacaksın…”
Bu ne demekti ki? Kendimi kasabildiğim kadar kasıyordum. Bir cevap olmalıydı. En son dayanamadım ve onların da zamanını çalmak istemedim.
“Düşünmek istiyorum hocam.”
Sesim düşündüğümden daha üzgün çıkmıştı.
“Peki, peki… Aklına Atillayı getir, Tanrının kendilerini onunla cezalandırdığına inandıkları için ona Tanrının kırbacı ismini verdiler. Düşünmek için sınırlı vaktin var. Çıkabilirsin.”
Hocalarım bunu söyledikten sonra bekleme odasına geçmiştim. Depo gibi bir yerdi aslında burası. Bir sergi amacıyla Diluaen ve imparatorluğu ile ilgili heykeller yaptırılmış, geçici olarak burada bekliyordu. Hocalarımın gözbebeğiydi buradaki heykellerin her biri. Dikkatli olup her bir heykelden uzak durmalıydım.
Diluenn’in bir heykeli orada bana bakıyordu. Neden ısrarla bana bu soruyu sormuşlardı ki? Aklıma savaşlarda yaptığı korkunç işkenceler gelmişti ancak cevap bu değildi. Neden ona doğuştan kötü denmişti? Neden ona dokunanın hayatı kararı denmişti?
Diluaenn heykeline bakarken mırıldanıyordum kendi kendime.
“Sana neden bu ismi verdiler ki? Yüzün de çok güzel hâlbuki.”
Diluaenn’in yüzüne istemsizce yaklaştım. Yunan heykelleri onun yanında lafta kalıyordu. İri gözler, kıvırcık saçlar, sivri köpek dişleri ile biraz vahşi ama çok çekici bir heykeldi. Heykeli de lanetli olamazdı ki elimi istemsizce uzattım. Ancak o anda gelen bir sesle ürkerek elimi çektim.
“Dokunma.”
Memuru orada görünce şaşırmıştım. Heykellere bakıyordu. Geldiğimde o kadar dalgındım ki onu görmemiştim sanırım. Elinde küçük bir Searyn heykeli vardı. Dİluaenn’in kocaman heykeli yanında annesinin heykeli daha da minik kalıyordu. Omzunda ufacık bir desen vardı. Ve başındaki tacı görünce onun Dİluean’in olduğunu herkes anlayabilirdi herhâlde.
“Annesiyle çocuğunu birleştirirsen cevabı bulacaksın…”
Aklıma bu cümle gelince bir anda gözlerim parladı. Kadın heykelini izin isteyerek aldım ve Diluaen heykeline doğru ilerledim. Neden bilmiyorum ama bu iki heykeli yan yana getirerek bir şey elde edebileceğimi düşünüyordum.
Elimdeki güzel kadın heykelini Diluaen’in yüzüne doğru tuttum. Yüzlerinde birbirlerine benzeyen hiçbir nokta yoktu. Sadece çeneleri biraz birbirlerini andırıyordu. Bu kadar farklı olmalarını beklemiyordum. Okuduğum kitaplarda ve araştırmalarda Diluaen’in kendi annesini öldürdüğünü duymuştum. Bununla ünlenmiş, korkulan bir imparator olmuştu.
Nasıl bakarsam bakayım iki heykel arasında devasa bir fark vardı. Memurun dokunma uyarısıyla beraber Diluaenn’den bir kez daha bir adım kadar uzaklaştım. Searyn dar omuzlu, dalgalı saçlı, uzun ama ince buruna sahip, kemikleri çıkık, esmer bir kadındı.
Daha fazla okumuş olmayı diliyordum. Bir an dikkatim dağıldı ve iki heykel birbirine dokundu. Neyse ki hiçbir çizik yoktu. Özür dilemek için arkamdaki memura döndüğümde gözlerinin fal taşı gibi açıldığını fark ettim. Baktığı yöne döndüğümde, Diluaenn ile göz göze geldim. Heykelin gözleri hareket ediyordu.
Elimde kıvrılan ıslak bir şeylerin varlığını hissedince korkarak heykeli bıraktım. Elimdeki heykel de canlanmıştı. Kadının üzerinde yılanlar dönüyordu. Midem bulanmaya başlamıştı. Kadın heykeli havada asılı duruyordu.
Diluaenn’in dönen gözleri durakladı ve kadın heykeline baktı. Suratı değişti, dudakları aşağıya ve yukarıya kıvrıldı, dişleri sertçe birbirine bastı. Ne geriye çekilebilmiş, ne de nefes alabilmiştim.
Kadının boynu uzadı bir yılan gibi çenesi açıldı ve tıslayarak Diluaenn’e doğru fırladı. Aynı anda Diluaenn’in Kılıç taşıyan kolu geriye doğru hareket etti. Sonra tersi yönde hızlanarak bir nara ile birlikte savurdu. Ben gözlerimi yumduğumda kılıcı bir şeyi paramparça etmişti.
Gözlerimi açtığımda yılanlardan geriye kan kaldığını ve kadın heykelinin kafasının koptuğunu görmüştüm. Ve Diluaenn bana doğru baktığında yere korkudan yığıldım.
Gözlerimi açtığımda sanki yıllardır uyuyordum. Yağmurun su birikintisine yaptığı gibi bir dalgalanma vardı etrafımda. Başım dönüyordu. Bir saniyeliğine gözlerimi kapatıp açtığımda, her şeyin değişmiş olduğunu fark ettim.
Altın renginin hakim olduğu ancak düşlerimde görebileceğim bir saraydaydım. Sesim çıkmıyordu. Şeffaflaşmıştım. Bir hayalet gibi hissediyordum.
Esmer güzel bir kadın vardı tam karşımda. Kadının suratı ve kıvırcık saçları çok tanıdıktı. Bir yatağa oturmuş düşünüyordu. Hemen yanında tombul bir bebek vardı. Her ikisi de dışarıdan bakınca mükemmel görünüyordu. Bebeğe daha dikkatli baktığımda kim olduğunu anladım. Omzunda kraliyet izi vardı. Kadının başında bir taç yoktu ama yanındaki bebek Diluaenn’di. Kadınsa ona çok benziyordu ve anladığım kadarıyla annesiydi.
Kadın çocuğu yatağa bıraktı ve yürüdü. Bir ses duymuştu. İpek çarşaflar içinde bebek huzurlu görünüyordu ama annesi olduğunu anladığım kadının keyfi kaçmıştı. Kadın balkona çıktı ben de onu takip ettim. Kimseyi göremedi ve içeriye doğru yöneldi.
Kadının dönmesiyle her şey çok hızlı gelişti. Karanlık maskeler takan üç kadar kişi belirdi. Nerede olduğunu bile görememiştim.
Gölgelere gizlenmiş birinin çocuğa uzanıp onu kaçırdığını ve annesini öldürdüğünü gördüğümde korkudan ağlamaya başladım. Bu kadarı bana fazla geliyordu. Hızlandırılmış bir korku filmini yaşıyordum ve katlanamıyordum.
Bebeğin ağladığını duyunca korkarak bakakaldım. Peşlerinden koştum. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu ama o bebeğin ağlayışı içimden bir şeyleri koparıyordu. Ağlayarak takip ettim onları. Aşağıya indik ve bahçenin orada durduk. Ben daha adım atamadan Searyn’i gördüm.
Bu anda her şey kafamda oturmaya başlamıştı.
Searyn çocuğu annesinden çalmıştı.
Diluaenn’in karanlık tarafının nedeni daha doğduğu gün annesinin öldürülmüş olmasıydı. Doğuştan kötü… Cevap buydu. Doğuşunda annesi öldürülen bir çocuktu… Yani aslında Diluaenn suçsuzdu.
Tekrar tekrar aynı cümle aklımdan geçiyordu, Searyn çocuğu annesinden çalmış, kadını öldürtmüştü.
“Annesiyle çocuğunu birleştirirsen cevabı bulacaksın…”
Etrafımda yeni şekiller belirmeye başlamıştı. Görüntüler aklıma akıyordu. Searyn’in korkunç bir anne olduğunu görüyordum. Diluaenn’i kendi oğlu gibi gösteren Searyn, çocuk tahta geçecek kadar büyüdüğünde tahtı ele geçirmeyi amaçlamıştı.
Diluaenn hiç anne sevgisi görmemiş, itilip kakılmış bir zavallıydı.
Nasıl ağladığına kendi gözlerimle şahit oluyordum.
İçinde biriken kine, çığlıklarına…
Annesi sandığı kadın tarafından defalarca tartaklandığını, aşağılandığını görüyordum.
Diluaenn tahta geçtiği gece Searyn onu boğdurmak için gelmişti. Bunu gördüğümde ise Diluaenn için ne kadar yanlış düşündüğümü anlamıştım. O berbat biri olmak istememişti. Ancak Searyn onu buna itmişti.
Olduğum yerde oturarak bunu düşünürken etrafımdaki her şey tekrar değişti. Kendimi bir anda tekrar soru salonunda buldum.
“Düşünmek için sınırlı vaktin var. Çıkabilirsin.” Diyordu hocam. Sanki zaman geriye sarılmış gibiydi. Dalıp gitmişim ve o anda saniyeler içinde bir rüya görmüşüm gibiydi.
Bekleme odasına ilerlediğimde konuşamıyordum bile. Bu sefer içeri girdiğimde oturan memuru görebilmiştim. Selam bile vermeden ilerledim ancak Diluaenn heykeline bakakaldım. Bir noktaya odaklanmış gibiydi. Baktığı yere korkarak da olsa baktığımda duvardaki gümüş yaldızlı, desenli aynaya baktığını fark ettim. Aynada baktığı yerse titreyerek yere düşmeme neden olmuştu
Diluaenn gülümsüyordu ve gözleri parlıyordu. Göz göze gelmiştik. Aynada açılı olarak baktığı şeyse bendim. Gözlerimin içine bakıyordu. Lanet olsun ki şu anda bu dev heykelle aramda sadece bir metre vardı. Kafamı istemsizce ona çevirdiğimde heykelin kafası da aynı anda bana döndü ve Diluaenn’in kahkahası yankılandı. Geriye dönemedim. Çivilenmiştim.
Dev heykelin kılıç taşıyan kolu gözlerimin önünde bir kez daha geriye doğru hareket etti. Sonra tersi yönde hızlanarak bir nara ile birlikte savurdu. Ben gözlerimi yumduğumda bir kez daha açamayacağımı biliyordum. Karanlığa merhaba derken, gün ışığına son kez veda ettim.
Son
Notlar,
Bu okuduğunuz garip öykü benim rüyam aslında. Tam olarak da rüyam böyle bitti. Çok hızlı geliştiğini biliyorum ama ben de bir şey anlamadan rüyam bitmişti. Rüya içinde rüya mı desem kabus mu bilmiyorum ^^ Ve gerçekte fizyoloji sözlüsünden sırf bacak bacak üstüne attığım için kovuluyordum.
Doğuştan Kötü