Bölüm 19
Diğer rütbelileri adaylarını araştırmak ve kendi büyü tiplerinde en iyi eğitimciyi bulmak için dağılmışlardı. Dağılmaları zamandan kazanmak için mantıklı görünmüştü gözlerine. Aldıkları bilgileri toplayacaklardı. Zess civarın en uyanık tüccarı ile konuşacaktı. Bu sıralar çoktan ona ulaşmış olmalıydı. Rabi ise saklı büyüler konusunda hızlı bir son eğitim almak için korkulan savaşçılardan birine doğru yol alıyordu.
Saya meselesini de Amber ve Zess ona bırakmaya karar vermişlerdi. Kraliçenin askeri büyüsüne sahipti sonuçta, hiçbir silah tarafından kesilemezdi. Ancak o kızı gördüğü anda yerini, onlara büyülü haberleşme taşları aracılığıyla söyleyecekti. Kimsenin bir yabancıya güvenmesi söz konusu değildi.
Rabi en zor büyü sınıfına sahipti ve ay sonuna kadar mükemmel bir hale geleceği eğitimi yetişmeyebilirdi. Amaçları göz doldurucu bir şov yapacakları; yetenekleri öğrenmek, azalan zamanda daha iyi bir konuma gelebilmekti.
Bensura biter bitmez buluşacakları yeri belirlemişlerdi. Yeterince güçlü olduklarında, daha önce soruşturdukları en güçlü rütbeli adaylarını bulacaklardı. Kendi güçlerini kanıtlamadan hiçbir büyücü, en yakın arkadaşları olsa dahi bu teklifi kabul etmezdi. Rütbeli olmak ve kral kahinin karşısına çıkmak, kimsenin kolayca vereceği bir karar değildi. Buna kalkışmak için bir ahmağın cesareti gerekirdi.
Rabi en zor büyü sınıfına sahipti ve ay sonuna kadar mükemmel bir hale geleceği eğitimi yetişmeyebilirdi. Amaçları göz doldurucu bir şov yapacakları; yetenekleri öğrenmek, azalan zamanda daha iyi bir konuma gelebilmekti.
Bensura biter bitmez buluşacakları yeri belirlemişlerdi. Yeterince güçlü olduklarında, daha önce soruşturdukları en güçlü rütbeli adaylarını bulacaklardı. Kendi güçlerini kanıtlamadan hiçbir büyücü, en yakın arkadaşları olsa dahi bu teklifi kabul etmezdi. Rütbeli olmak ve kral kahinin karşısına çıkmak, kimsenin kolayca vereceği bir karar değildi. Buna kalkışmak için bir ahmağın cesareti gerekirdi.
Amber mırıldandı. Sadece bir sene… Ya her şey bitecek ya da…
Tırmandıkça nefesi yetersiz gelir oldu. Durmadan, dinlenmeden dağın tepesine doğru çıkıyordu. Sis görüşünü daraltıyor, teninde nemli bir soğuk olarak kalıyordu. Yeterince yukarıya çıktığında, onu zorlu bir inişin beklediğini biliyordu. Çıkardığı sese aldırmadan kırık dallara, yaş toprağa hızla basıyordu. Bazılarının korkudan yanına dahi uğramadığı Körhayıt Dağlarına tırmanıyordu.
Dağın çevrelediği ve sakladığı, bu mevsimde hiç kimsenin bilmediği buz tutan bir göl, gölün ortasında bir kara parçası bulunuyordu. Gölün bir ruhu olduğu efsanesine neden olan bu toprak parçası, suyun üzerinde sanki ona değmiyormuş gibi görünüyordü.
Bir bilge -ki kendisi bir zamanlar rütbeliydi- burada yaşardı. Sır gibi saklanmış dağın arkasındaydı ve kendini her şeyden soyutlamıştı.
Amber buraya daha önce de gelmişti. Oldukça küçüktü o zamanlar. Era gördüğü bir rüyayı yorumlatmak için uğramıştı. Göl üzerinde bir kayıkla gezintiye çıkmalarını öneren bilge, rüyasını orada yorumlamıştı.
Eranor rüyasında hançerlerin içinden geçtiğini ama hançerin onu öldürmediğini görmüştü. Bilge bunun onun için bir kurtuluş, ülkesi için bir umut olacağından bahsettiğinde Amber yaşayacaklarından habersizdi.
Kayık yol alırken Amber suya bakmak istemişti. Yaz aylarında bile üzerinde sis olan nehir çok korkutucuydu. Birden azizlerin yansımasını görerek irkilmiş, geriye çekilmişti. Bu göldeki saf büyü, dağın kalbinden gelirdi. Gerçeği bir ayna gibi yansıtırdı.
Amber azizlerin bilgeye bakarak selam verdiklerini gördüğü anda ne yapacağını şaşırmıştı. Eranor bilgenin neden selam verdiğini anlamayarak sorsa da bilge Amber’a göz kırparak, bir açıklamada bulunmadı. Era görmüyordu ama bilge gizlenen azizleri Amber gibi görebiliyordu.
Amber anıları bir kenara bırakarak, çıktığı dağın tepesinden inerken, manzaradan nefesi kesildi.
“Kusursuz! Tıpkı hatıralarımda olduğu gibi...”
Kırmızı ve pembe renklerde, yaprak dökmeyen ağaçlar tuttukları buzla gölün etrafında çevrelenmişlerdi. Koşmayı imkansız hale getirecek kadar sıktı. Amber geniş dalları olan birinin sırtına çıktı ve eğimli olmasından faydalanarak onun üzerinden, bir diğerine atladı. Yerdeki halinden daha hızlı ve daha dikkatliydi.
Buz tutan gölü yürüyerek de geçebileceğini biliyordu. Ancak buza dokunmadan ilerlemek istedi. Elleri ve ayaklarından yükselttiği hava ile saniyeler içerisinde uçar gibi ilerlemiş, toprağa adımını atmıştı.
Amber direnişçi mühür taşını, avucunun içine aldı. Taş ışıl ışıl yanarak işaret verdi. Amber hafifçe başını eğip, diğer eli göğsünde selam verir şekilde bekledi. Mühür taşının cevabı gecikmedi. Buz kadar soğuk bir renge sahip taş giderek artan bir ışıldamayla parladı. Selamına karşılık bulan Amber gülümsedi. İçeriye aldığı davetini, nazikçe kabul ettiğini gösterir şekilde ilerledi.
Bilge adam, toprak ve krem renklerine bürünmüştü. Kahve çizmeleri ve tertemiz kıyafetleri ile şıktı. Aile armasının bulunduğu ufak bir detay, sol göğsünün üzerine işlenmişti. Beyaz kırlangıç ve ortasında aile ismi… Kendini soyutlamış bir insan görünümünden çok kibar bir beyefendi gibi giyinmişti. Rütbeli geçmişinden dolayı böyle olduğunu düşündü Amber.
Hafif kır, kahverengini biraz griye bırakmış kısa kesilmiş saçları vardı. Kemikli ama ince olan burnu hafif kalkıktı. Mavi ile yeşil arası gözleri, ince renksiz dudakları vardı. Yüzü her gün kesilse de akşama uzayan sakallara sahip olduğunu gösteriyordu. Hiç yaşlanmamıştı. Amber geçen onca yılda değişen hiçbir şeyin olmadığından şüphelendi.
Gelen ikramları reddetmek kabalık olurdu, bu yüzden Amber bir süre sadece beklemek zorunda kaldı. Vakti daralıyordu ve acelesi olduğunu anlayan bilge konuştu. Her kelimesi tane tane ve anlaşılırdı.
“Tanıdığım hiçbir savaşçıya benzemiyorsun, onlar bu kadar ağır bir zırha sahip değillerdi. Yeni yetme bir direnişçinin, benden ve buradan haberi yoktur. Sadece gözlerin tanıdık...” diyen bilge gözlerinin içine doğrudan bakıyordu. Yüz kasları gevşedi, rahat bir gülümsemeyle konuşmasına devam etti.
“8 yaşında bir çocuğu hatırlattı gözlerin... Tıpkı onun gibi büyük bir kabullenmeyiş, bir arayış var sende. Aynı zamanda olması gereken ve olmuş her şeyi de kabul edebilecek bir yürek var. Sessiz görünmeye çalışan ama yıldızlar kadar parlak bir çocuk tanımıştım daha önce. Tabiatıyla gökteki ayı, yıldızı gölgede bırakan kız... Bildim seni, Eranor’un öğrencisi.”
Amber takdir ederce kafasını salladı. Çocukken sadece bir kez gelmişti ama o anı kafasına kazınmıştı. Yön bulma ve mekanları hatırlama konusunda üstün becerileri vardı ve bu sayede bu kadar gizli bir yeri kolaylıkla bulmuştu. Bilgenin hafızası ise daha şaşırtıcıydı. Bir kez gördüğü çocuğu aradan geçen yıllara rağmen tanımıştı. Bilgenin aksine Amber oldukça değişmişti.
Amber çayını yudumlarken ihtiyaç duyduğu huzuru hissetti. Bilge gözlerini dövmeleri üzerinde gezdirdi. Kolluklarına defalarca baktı. Amber kollukların içerisinde gizlenmiş hançerleri görebileceğinden şüphelendi. Şüphesinde de haklıydı, bilge görüyordu.
“Aradığın şey nedir? Zafere ulaştıracak bir tavsiye, yetenekli insanlar, düşmanların? Belki de hepsi… Ve hala gözlerin gölü merak ediyor gibi.”
Amber gözlerinden bu kadar şeyin okunmasına anlam veremedi. Asla bu adamın okuduğu gibi açık bir kitap değildi. Kısaca geliş amacını anlattı. Bilge sükûnetle onu dinledi daha sonra gidecekleri yeri gösterdi.
Bilgenin eşliğinde geniş bir alana çıktılar. Hemen ardına da kayığa yöneldi bilge. Amber şaşırmıştı. Donmuş bir gölde gezinti nasıl mümkündü? Düşüncesini duymuş gibi buz çatırdadı. Onlar geçtikçe buz eriyordu. Büyü kullanmıyordu bilge, herhangi bir çember, fırça darbesi ya da eski söz yoktu. Öyleyse bunu nasıl yapıyordu?
“Prensesin kendi atasıyla konuşmaya hakkı var.” Dedi bilge… Gölde ilerlediklerinde Amber dehşete kapıldı. Gölün ortasından içine doğru düştüler. Amber, durgunluğunu kaybederek bir şelaleye dönüşen suda kaybolduklarını düşündü.
Bilgenin sakinliği Amber’ı endişelerinden alıkoyamıyordu. Bir mağarada ilerlediklerinde karşısına birazdan saklı ormanın çıkacağını söyleseler Amber hayatta inanmazdı. Dağın ortası oyulmuş, devasa bir ormanlık alan oyuntunun içerisine yerleşmişti. Kayık sabitlendiğinde, Amber heyecan ve hayret içerisinde etrafına bakınıyordu.
Birbirinden farklı renklerdeki yüzlerce ağaçtan, minik altın kürelere benzeyen sular damlıyordu. Şelalenin eşlik ettiği bir nehircik ağaçların köklerinden süzülerek sert toprağı deliyor, göl ile birleşiyordu. Kristaller ve aydınlık ilginç ve ürkütücüydü. Serin bir rüzgar tüm tüylerini havaya kaldırdı. Amber sakin biri olarak bilinen bir kızdı ancak o bile tepki vermeden duramıyordu. Kalbine en yetenekli aşıkların en korkunç öykülerine konu olacak bir duygu seli doluyor, kalbini tüm bu duygular defalarca yıkıyordu.
Birazcık zayıf karakterli birisi daha adımını atar atmaz yere yığılır ya da delirerek etrafta bağırmaya başlardı. Öyle yoğun bir büyü vardı ki aklını kaybedebilirdi. Aldığı nefes ciğerlerine ağır geliyordu ama her defasında daha fazlasını çekmek istiyordu. O muhteşem manzara gözlerini çalıyordu.
“Burayı biliyorum!”
Amber bunu söylerken aklına akın eden düşünceleri savuşturdu. Rabi’nin anılarını istemeden görmüştü ve onun kahin tarafından neden bu kadar istendiğini bir kez daha anlamıştı. Vazgeçilen ile konuşmuştu Rabi… Peki neden ve nasıl derken iç çekti. Keşke daha fazlasını hatırlasaydım.
Amber Rabi’nin anılarının daha fazlasına erişmek istiyordu. Bir kere olmuştu değil mi? Aralarındaki bağ tartışılamazdı. Ancak hiçbir efsanede, Kraliçenin askeri büyüsüne sahip birinin bu kadar sessiz olduğu görülmemişti. Neden bu kadar kederle doluydu bu Rabi? Amber düşünmeyi bırakamadı ve aklında sorular ile yürümeye devam etti.
Bilge geride kalmıştı. Amber yavaş adımlar ile ilerlerken omzunun üzerinden ona baktı. Bilge işaret parmağı ile birkaç saniye ilerlemesini işaret etti. Ağzının kenarı dahi kıpırdamıyordu ama ustaca tavrı yeterince şeyi anlatıyordu: “Bir cevaba ulaşmak istiyorsan kendi çabalarınla tırman!” Genelde Era bu atasözünü şöyle tamamlardı: “ve benim başıma dert getirme!”. Bunu hatırlayıp gülümsedi ve gözlerini yedi yüz yıllık ağacın gövdesine dikti.
Devasa ağacın ortası oyuktu. Ağaç bir küçük bir han genişliğindeydi. Etrafında sarmaşıklar dolanıyordu. Amber eliyle girişi örten sarmaşıkları itecekti ki onlar kendiliğinden açıldı. Amber çamurda iz bırakarak, merakla içeriye doğru yöneldi. Ağacın içinde kabuklara gömülmüş küçük küçük ve bir sürü renkli kristal vardı ve yolunu aydınlatıyordu. O geçtikçe arkasındaki sönüyor, önündeki kristal aydınlanıyordu.
En sonunda aynaya ulaştığında karşısındakinin vazgeçilene ait olduğundan emin oldu. Oval, arkasından kristallerle desteklenmiş şey, aynadan çok kenarları kırılmış bir cam parçasına benziyordu. Gözünün altındaki gözyaşı damlası sızladı. Sızı hafifledi ve damla izi parladı. Amber ona dokunduğunda ağladığını fark etti. Bu bilerek yaptığı bir şey değildi. Aynaya baktığında önce sadece kendi yansımasını gördü.
Elleri aynaya yöneldiğinde, beyaz bir parmak ellerini tuttu. Bir an korkuyla geriye çekilmek istedi ama ellerini tutan şeyin kalanı da biçim alınca hayretle bakakaldı. Krallığın gördüğü en güçlü prenses bir hayalet gibi karşısındaydı. Gümüşi bir güzellik olarak vazgeçilen karşısındaydı. Gözlerini bu hayaletten bir türlü alıp da konuşamadı Amber. Bilinci dalgalanacak kadar ağırlaştı havadaki büyü… Amber güçlüydü. Sıradan biri olmadığını kendine haykırdı ve ağzını açtı.
“Lütfen değerli prensesim… Sizin yeteneklerinize ihtiyacım var. Gerçekler ve doğru kararlar için size yalvarmaya geldim.”
Vazgeçilen ona doğru ilerledi. Amber diz çökmüş, saygı gösteriyordu. Eski prenses ellerini omzuna koydu ve onun doğrulmasına yardımcı oldu. Ellerini elleri arasına alarak doğrudan yüzüne baktı. Dudaklarından çıkan ses sakin çağlayanlar kadar doğa ile bütünleşmişti. Masallarda anlatılan huzuru, kadının her cümlesinde hissediyordu.
“Kralın en küçük evladı, hayran kaldığı, isim dahi verilemeden kollarından koparılan kızı…”
Tırmandıkça nefesi yetersiz gelir oldu. Durmadan, dinlenmeden dağın tepesine doğru çıkıyordu. Sis görüşünü daraltıyor, teninde nemli bir soğuk olarak kalıyordu. Yeterince yukarıya çıktığında, onu zorlu bir inişin beklediğini biliyordu. Çıkardığı sese aldırmadan kırık dallara, yaş toprağa hızla basıyordu. Bazılarının korkudan yanına dahi uğramadığı Körhayıt Dağlarına tırmanıyordu.
Dağın çevrelediği ve sakladığı, bu mevsimde hiç kimsenin bilmediği buz tutan bir göl, gölün ortasında bir kara parçası bulunuyordu. Gölün bir ruhu olduğu efsanesine neden olan bu toprak parçası, suyun üzerinde sanki ona değmiyormuş gibi görünüyordü.
Bir bilge -ki kendisi bir zamanlar rütbeliydi- burada yaşardı. Sır gibi saklanmış dağın arkasındaydı ve kendini her şeyden soyutlamıştı.
Amber buraya daha önce de gelmişti. Oldukça küçüktü o zamanlar. Era gördüğü bir rüyayı yorumlatmak için uğramıştı. Göl üzerinde bir kayıkla gezintiye çıkmalarını öneren bilge, rüyasını orada yorumlamıştı.
Eranor rüyasında hançerlerin içinden geçtiğini ama hançerin onu öldürmediğini görmüştü. Bilge bunun onun için bir kurtuluş, ülkesi için bir umut olacağından bahsettiğinde Amber yaşayacaklarından habersizdi.
Kayık yol alırken Amber suya bakmak istemişti. Yaz aylarında bile üzerinde sis olan nehir çok korkutucuydu. Birden azizlerin yansımasını görerek irkilmiş, geriye çekilmişti. Bu göldeki saf büyü, dağın kalbinden gelirdi. Gerçeği bir ayna gibi yansıtırdı.
Amber azizlerin bilgeye bakarak selam verdiklerini gördüğü anda ne yapacağını şaşırmıştı. Eranor bilgenin neden selam verdiğini anlamayarak sorsa da bilge Amber’a göz kırparak, bir açıklamada bulunmadı. Era görmüyordu ama bilge gizlenen azizleri Amber gibi görebiliyordu.
Amber anıları bir kenara bırakarak, çıktığı dağın tepesinden inerken, manzaradan nefesi kesildi.
“Kusursuz! Tıpkı hatıralarımda olduğu gibi...”
Kırmızı ve pembe renklerde, yaprak dökmeyen ağaçlar tuttukları buzla gölün etrafında çevrelenmişlerdi. Koşmayı imkansız hale getirecek kadar sıktı. Amber geniş dalları olan birinin sırtına çıktı ve eğimli olmasından faydalanarak onun üzerinden, bir diğerine atladı. Yerdeki halinden daha hızlı ve daha dikkatliydi.
Buz tutan gölü yürüyerek de geçebileceğini biliyordu. Ancak buza dokunmadan ilerlemek istedi. Elleri ve ayaklarından yükselttiği hava ile saniyeler içerisinde uçar gibi ilerlemiş, toprağa adımını atmıştı.
Amber direnişçi mühür taşını, avucunun içine aldı. Taş ışıl ışıl yanarak işaret verdi. Amber hafifçe başını eğip, diğer eli göğsünde selam verir şekilde bekledi. Mühür taşının cevabı gecikmedi. Buz kadar soğuk bir renge sahip taş giderek artan bir ışıldamayla parladı. Selamına karşılık bulan Amber gülümsedi. İçeriye aldığı davetini, nazikçe kabul ettiğini gösterir şekilde ilerledi.
Bilge adam, toprak ve krem renklerine bürünmüştü. Kahve çizmeleri ve tertemiz kıyafetleri ile şıktı. Aile armasının bulunduğu ufak bir detay, sol göğsünün üzerine işlenmişti. Beyaz kırlangıç ve ortasında aile ismi… Kendini soyutlamış bir insan görünümünden çok kibar bir beyefendi gibi giyinmişti. Rütbeli geçmişinden dolayı böyle olduğunu düşündü Amber.
Hafif kır, kahverengini biraz griye bırakmış kısa kesilmiş saçları vardı. Kemikli ama ince olan burnu hafif kalkıktı. Mavi ile yeşil arası gözleri, ince renksiz dudakları vardı. Yüzü her gün kesilse de akşama uzayan sakallara sahip olduğunu gösteriyordu. Hiç yaşlanmamıştı. Amber geçen onca yılda değişen hiçbir şeyin olmadığından şüphelendi.
Gelen ikramları reddetmek kabalık olurdu, bu yüzden Amber bir süre sadece beklemek zorunda kaldı. Vakti daralıyordu ve acelesi olduğunu anlayan bilge konuştu. Her kelimesi tane tane ve anlaşılırdı.
“Tanıdığım hiçbir savaşçıya benzemiyorsun, onlar bu kadar ağır bir zırha sahip değillerdi. Yeni yetme bir direnişçinin, benden ve buradan haberi yoktur. Sadece gözlerin tanıdık...” diyen bilge gözlerinin içine doğrudan bakıyordu. Yüz kasları gevşedi, rahat bir gülümsemeyle konuşmasına devam etti.
“8 yaşında bir çocuğu hatırlattı gözlerin... Tıpkı onun gibi büyük bir kabullenmeyiş, bir arayış var sende. Aynı zamanda olması gereken ve olmuş her şeyi de kabul edebilecek bir yürek var. Sessiz görünmeye çalışan ama yıldızlar kadar parlak bir çocuk tanımıştım daha önce. Tabiatıyla gökteki ayı, yıldızı gölgede bırakan kız... Bildim seni, Eranor’un öğrencisi.”
Amber takdir ederce kafasını salladı. Çocukken sadece bir kez gelmişti ama o anı kafasına kazınmıştı. Yön bulma ve mekanları hatırlama konusunda üstün becerileri vardı ve bu sayede bu kadar gizli bir yeri kolaylıkla bulmuştu. Bilgenin hafızası ise daha şaşırtıcıydı. Bir kez gördüğü çocuğu aradan geçen yıllara rağmen tanımıştı. Bilgenin aksine Amber oldukça değişmişti.
Amber çayını yudumlarken ihtiyaç duyduğu huzuru hissetti. Bilge gözlerini dövmeleri üzerinde gezdirdi. Kolluklarına defalarca baktı. Amber kollukların içerisinde gizlenmiş hançerleri görebileceğinden şüphelendi. Şüphesinde de haklıydı, bilge görüyordu.
“Aradığın şey nedir? Zafere ulaştıracak bir tavsiye, yetenekli insanlar, düşmanların? Belki de hepsi… Ve hala gözlerin gölü merak ediyor gibi.”
Amber gözlerinden bu kadar şeyin okunmasına anlam veremedi. Asla bu adamın okuduğu gibi açık bir kitap değildi. Kısaca geliş amacını anlattı. Bilge sükûnetle onu dinledi daha sonra gidecekleri yeri gösterdi.
Bilgenin eşliğinde geniş bir alana çıktılar. Hemen ardına da kayığa yöneldi bilge. Amber şaşırmıştı. Donmuş bir gölde gezinti nasıl mümkündü? Düşüncesini duymuş gibi buz çatırdadı. Onlar geçtikçe buz eriyordu. Büyü kullanmıyordu bilge, herhangi bir çember, fırça darbesi ya da eski söz yoktu. Öyleyse bunu nasıl yapıyordu?
“Prensesin kendi atasıyla konuşmaya hakkı var.” Dedi bilge… Gölde ilerlediklerinde Amber dehşete kapıldı. Gölün ortasından içine doğru düştüler. Amber, durgunluğunu kaybederek bir şelaleye dönüşen suda kaybolduklarını düşündü.
Bilgenin sakinliği Amber’ı endişelerinden alıkoyamıyordu. Bir mağarada ilerlediklerinde karşısına birazdan saklı ormanın çıkacağını söyleseler Amber hayatta inanmazdı. Dağın ortası oyulmuş, devasa bir ormanlık alan oyuntunun içerisine yerleşmişti. Kayık sabitlendiğinde, Amber heyecan ve hayret içerisinde etrafına bakınıyordu.
Birbirinden farklı renklerdeki yüzlerce ağaçtan, minik altın kürelere benzeyen sular damlıyordu. Şelalenin eşlik ettiği bir nehircik ağaçların köklerinden süzülerek sert toprağı deliyor, göl ile birleşiyordu. Kristaller ve aydınlık ilginç ve ürkütücüydü. Serin bir rüzgar tüm tüylerini havaya kaldırdı. Amber sakin biri olarak bilinen bir kızdı ancak o bile tepki vermeden duramıyordu. Kalbine en yetenekli aşıkların en korkunç öykülerine konu olacak bir duygu seli doluyor, kalbini tüm bu duygular defalarca yıkıyordu.
Birazcık zayıf karakterli birisi daha adımını atar atmaz yere yığılır ya da delirerek etrafta bağırmaya başlardı. Öyle yoğun bir büyü vardı ki aklını kaybedebilirdi. Aldığı nefes ciğerlerine ağır geliyordu ama her defasında daha fazlasını çekmek istiyordu. O muhteşem manzara gözlerini çalıyordu.
“Burayı biliyorum!”
Amber bunu söylerken aklına akın eden düşünceleri savuşturdu. Rabi’nin anılarını istemeden görmüştü ve onun kahin tarafından neden bu kadar istendiğini bir kez daha anlamıştı. Vazgeçilen ile konuşmuştu Rabi… Peki neden ve nasıl derken iç çekti. Keşke daha fazlasını hatırlasaydım.
Amber Rabi’nin anılarının daha fazlasına erişmek istiyordu. Bir kere olmuştu değil mi? Aralarındaki bağ tartışılamazdı. Ancak hiçbir efsanede, Kraliçenin askeri büyüsüne sahip birinin bu kadar sessiz olduğu görülmemişti. Neden bu kadar kederle doluydu bu Rabi? Amber düşünmeyi bırakamadı ve aklında sorular ile yürümeye devam etti.
Bilge geride kalmıştı. Amber yavaş adımlar ile ilerlerken omzunun üzerinden ona baktı. Bilge işaret parmağı ile birkaç saniye ilerlemesini işaret etti. Ağzının kenarı dahi kıpırdamıyordu ama ustaca tavrı yeterince şeyi anlatıyordu: “Bir cevaba ulaşmak istiyorsan kendi çabalarınla tırman!” Genelde Era bu atasözünü şöyle tamamlardı: “ve benim başıma dert getirme!”. Bunu hatırlayıp gülümsedi ve gözlerini yedi yüz yıllık ağacın gövdesine dikti.
Devasa ağacın ortası oyuktu. Ağaç bir küçük bir han genişliğindeydi. Etrafında sarmaşıklar dolanıyordu. Amber eliyle girişi örten sarmaşıkları itecekti ki onlar kendiliğinden açıldı. Amber çamurda iz bırakarak, merakla içeriye doğru yöneldi. Ağacın içinde kabuklara gömülmüş küçük küçük ve bir sürü renkli kristal vardı ve yolunu aydınlatıyordu. O geçtikçe arkasındaki sönüyor, önündeki kristal aydınlanıyordu.
En sonunda aynaya ulaştığında karşısındakinin vazgeçilene ait olduğundan emin oldu. Oval, arkasından kristallerle desteklenmiş şey, aynadan çok kenarları kırılmış bir cam parçasına benziyordu. Gözünün altındaki gözyaşı damlası sızladı. Sızı hafifledi ve damla izi parladı. Amber ona dokunduğunda ağladığını fark etti. Bu bilerek yaptığı bir şey değildi. Aynaya baktığında önce sadece kendi yansımasını gördü.
Elleri aynaya yöneldiğinde, beyaz bir parmak ellerini tuttu. Bir an korkuyla geriye çekilmek istedi ama ellerini tutan şeyin kalanı da biçim alınca hayretle bakakaldı. Krallığın gördüğü en güçlü prenses bir hayalet gibi karşısındaydı. Gümüşi bir güzellik olarak vazgeçilen karşısındaydı. Gözlerini bu hayaletten bir türlü alıp da konuşamadı Amber. Bilinci dalgalanacak kadar ağırlaştı havadaki büyü… Amber güçlüydü. Sıradan biri olmadığını kendine haykırdı ve ağzını açtı.
“Lütfen değerli prensesim… Sizin yeteneklerinize ihtiyacım var. Gerçekler ve doğru kararlar için size yalvarmaya geldim.”
Vazgeçilen ona doğru ilerledi. Amber diz çökmüş, saygı gösteriyordu. Eski prenses ellerini omzuna koydu ve onun doğrulmasına yardımcı oldu. Ellerini elleri arasına alarak doğrudan yüzüne baktı. Dudaklarından çıkan ses sakin çağlayanlar kadar doğa ile bütünleşmişti. Masallarda anlatılan huzuru, kadının her cümlesinde hissediyordu.
“Kralın en küçük evladı, hayran kaldığı, isim dahi verilemeden kollarından koparılan kızı…”
Kadın devam etti.
“Bir prenses hele ki senin kadar asil olanı, asla eğilmemeli ve asla yalvarmamalı.”
“Geus’un bariyerini nerede görsem tanırım. Ama onun öldüğüne gözlerim ile şahit olmasaydım buna imkan vermezdim. Demek öz oğluna öğretmediği hafıza büyüsünü bir başkasına öğretiyormuş.”
En Rounard soyunun en güçlülerinden Velint, bunları tükürür gibi suratında karışık bir ifade ile söylemişti. Sinirlenmişti. Velint, Zess’in her zaman ihtiyar diye seslendiği Geus’un büyük oğluydu ve Zess’in amcasıydı.
Azul ve isimsiz ona alay eden gözler ile bakıyorlardı. Velint tek tek yokladı akıllarını… Bir çıkış bulamadı. Her kim tamamladıysa bu büyüyü gerçekten sağlam bir büyücü olmalıydı. Velint farkında olmadan büyüyü yapana övgüler sıralıyordu. Gözlerinden tek bir görüntü yakalayamadı ve iki rütbeliyi büyük odada bırakarak ayrıldı. Geniş salona ulaştığında kahin onu bekliyordu.
Kahin mavi, işlemeli elbisesinin içerisinde geniş bir koltuğun üzerine kurulmuş, fal kartlarını önüne dizmişti. Eli ters çevrilmiş kartların derisi üzerinde geziniyordu. Etrafındaki taşlar mistik bir hava ile titreşiyorlardı. Salonda gümüş ve kırmızı renkler ağırlıktaydı. Velint diz çöktü, selam verdi. Kahin eliyle yer gösterdi.
“Anlat!”
“Büyü kendisinden korkmayan efendisinin önünde eğilmiş ve onun ateşinde kavrularak sertleşmiş, kemik bükenler kadar sağlamlaşmış. İki rütbeliyi bu hale getirdikleri için artık gerçekten de üzerinde düşünülmesi gereken düşmanlar olduklarından şüphem yok kralım.”
“Efsane ustalar ve direnişçiler… Sunak nehrinin mucize yağmurunu da durdurabilirler mi? Peki ondan sonsuza kadar saklanabilirler mi?”
“Bir prenses hele ki senin kadar asil olanı, asla eğilmemeli ve asla yalvarmamalı.”
***
“Geus’un bariyerini nerede görsem tanırım. Ama onun öldüğüne gözlerim ile şahit olmasaydım buna imkan vermezdim. Demek öz oğluna öğretmediği hafıza büyüsünü bir başkasına öğretiyormuş.”
En Rounard soyunun en güçlülerinden Velint, bunları tükürür gibi suratında karışık bir ifade ile söylemişti. Sinirlenmişti. Velint, Zess’in her zaman ihtiyar diye seslendiği Geus’un büyük oğluydu ve Zess’in amcasıydı.
Azul ve isimsiz ona alay eden gözler ile bakıyorlardı. Velint tek tek yokladı akıllarını… Bir çıkış bulamadı. Her kim tamamladıysa bu büyüyü gerçekten sağlam bir büyücü olmalıydı. Velint farkında olmadan büyüyü yapana övgüler sıralıyordu. Gözlerinden tek bir görüntü yakalayamadı ve iki rütbeliyi büyük odada bırakarak ayrıldı. Geniş salona ulaştığında kahin onu bekliyordu.
Kahin mavi, işlemeli elbisesinin içerisinde geniş bir koltuğun üzerine kurulmuş, fal kartlarını önüne dizmişti. Eli ters çevrilmiş kartların derisi üzerinde geziniyordu. Etrafındaki taşlar mistik bir hava ile titreşiyorlardı. Salonda gümüş ve kırmızı renkler ağırlıktaydı. Velint diz çöktü, selam verdi. Kahin eliyle yer gösterdi.
“Anlat!”
“Büyü kendisinden korkmayan efendisinin önünde eğilmiş ve onun ateşinde kavrularak sertleşmiş, kemik bükenler kadar sağlamlaşmış. İki rütbeliyi bu hale getirdikleri için artık gerçekten de üzerinde düşünülmesi gereken düşmanlar olduklarından şüphem yok kralım.”
“Efsane ustalar ve direnişçiler… Sunak nehrinin mucize yağmurunu da durdurabilirler mi? Peki ondan sonsuza kadar saklanabilirler mi?”
Kahin bunu söylerken gülüyordu. Kendisine başkaldıracak bir gücü tahmin etmek şöyle dursun hayal bile edemiyordu. Velint onun kadar inançlı değildi ama susup bekliyordu. Kahin, Velint’in dudaklarının kenarındaki ifadeyi çözer çözmez, şahin kadar keskin gözlerini üzerinde sabitledi ve sordu.
“Bu suskunluğunun sebebi nedir illüzyonist?”
“Yere kanları karışmış yüz ülke şahidim olsun, Geus kadar güçlü birinin varlığından korkarım kralım.”
“Onu yenen birisi olarak korkuların yersiz…”
Kahin bunu söylerken eline tekrar mutlak ölüm kartı geldi. Sinirlendi ama bunu belli etmedi. Elleri kartı sıktı ve altın rengindeki çerçevesi olan kartı iyice büktü. Velint dikkat kesilmiş her hareketini izliyordu. Kartın anlamını biliyordu. Ancak kadere ve fala inancı zayıftı.
O ikinci en yaşlı rütbeliydi değil mi? Kendi babasına karşı çıkarak konumunu elde etmemiş miydi? Hatta kendi kardeşinin ölümüne neden olan biri neden korkardı ki? Öz kardeşinin zayıf noktasını ezbere bilen birisi için onu ve ailesini yok etmek çocuk oyuncağı olmuştu. Kendi ellerini bile sürmesi gerekmemişti. Ancak o gecenin sabahı Geus karşısına çıkarak ona meydan okumuştu. Babasından rütbeli seçimini kabul ettiği günden beri nefret etmiş, bu fırsatı ona ağır yaralar vererek değerlendirmişti.
Geus yani ihtiyar, onun rütbeli olmasını hiç kabul etmemişti. Bunu hainlikle değerlendirmiş olması babası ile aralarını açmış, Velint’in içinin kıskançlıkla dolmasına neden olmuştu. O zamanlar Geus’u öldürecek kadar güçlü değildi ama onu yenecek güçteydi. Artık daha da güçlenmişti. Rütbeli eğitimi, sunak nehrinin hediyeleri ile donatılmıştı. Daha kararlıydı. İhtiyar fırsat bulduğu halde onu öldürmemişti ve bu hatası onun yenik düşmesine neden olmuştu.
İhtiyar zayıf biriydi Velint’e göre. O kadar zayıf ki öldürmeden önce defalarca düşünecek birisiydi. Ancak kardeşinin soyundan birinin kurtulmayı başardığına dair söylentiler vardı. Zess isimli daha yirmili yaşlardaki çocuğun, kendisine rakip olacağına ihtimal vermiyordu. Bir yandan da ihtiyarın ona hafıza bariyerini öğretmiş olabileceği düşüncesi aklını kemiriyordu.
Hafıza bariyerini rütbeliler üzerinde bu kadar etkin kullanılması da onu şaşkınlığa iten diğer sebepti. Azul ve isimsizin kendilerinden önde yürüyen, aşırı özgüvenlerini kullanmayı bilen bir savaşçı… Umarım bunu yapan kişi ile kan bağım yoktur.
“Bu suskunluğunun sebebi nedir illüzyonist?”
“Yere kanları karışmış yüz ülke şahidim olsun, Geus kadar güçlü birinin varlığından korkarım kralım.”
“Onu yenen birisi olarak korkuların yersiz…”
Kahin bunu söylerken eline tekrar mutlak ölüm kartı geldi. Sinirlendi ama bunu belli etmedi. Elleri kartı sıktı ve altın rengindeki çerçevesi olan kartı iyice büktü. Velint dikkat kesilmiş her hareketini izliyordu. Kartın anlamını biliyordu. Ancak kadere ve fala inancı zayıftı.
O ikinci en yaşlı rütbeliydi değil mi? Kendi babasına karşı çıkarak konumunu elde etmemiş miydi? Hatta kendi kardeşinin ölümüne neden olan biri neden korkardı ki? Öz kardeşinin zayıf noktasını ezbere bilen birisi için onu ve ailesini yok etmek çocuk oyuncağı olmuştu. Kendi ellerini bile sürmesi gerekmemişti. Ancak o gecenin sabahı Geus karşısına çıkarak ona meydan okumuştu. Babasından rütbeli seçimini kabul ettiği günden beri nefret etmiş, bu fırsatı ona ağır yaralar vererek değerlendirmişti.
Geus yani ihtiyar, onun rütbeli olmasını hiç kabul etmemişti. Bunu hainlikle değerlendirmiş olması babası ile aralarını açmış, Velint’in içinin kıskançlıkla dolmasına neden olmuştu. O zamanlar Geus’u öldürecek kadar güçlü değildi ama onu yenecek güçteydi. Artık daha da güçlenmişti. Rütbeli eğitimi, sunak nehrinin hediyeleri ile donatılmıştı. Daha kararlıydı. İhtiyar fırsat bulduğu halde onu öldürmemişti ve bu hatası onun yenik düşmesine neden olmuştu.
İhtiyar zayıf biriydi Velint’e göre. O kadar zayıf ki öldürmeden önce defalarca düşünecek birisiydi. Ancak kardeşinin soyundan birinin kurtulmayı başardığına dair söylentiler vardı. Zess isimli daha yirmili yaşlardaki çocuğun, kendisine rakip olacağına ihtimal vermiyordu. Bir yandan da ihtiyarın ona hafıza bariyerini öğretmiş olabileceği düşüncesi aklını kemiriyordu.
Hafıza bariyerini rütbeliler üzerinde bu kadar etkin kullanılması da onu şaşkınlığa iten diğer sebepti. Azul ve isimsizin kendilerinden önde yürüyen, aşırı özgüvenlerini kullanmayı bilen bir savaşçı… Umarım bunu yapan kişi ile kan bağım yoktur.
Velint kahinin planlarını dinleyerek salondan ayrıldı. Hafıza bariyerini yapan bariyerciyi bulmak için araştırmaya başladı.
Ruh bedene şekil verdi 19