Bölüm 20
Kahin sunak nehrinin büyük tapınağında sesi yankı yapan sesine aldırmadan bağırıyordu. O ve iblis tamamen ruhların şarkısı eşliğinde, gecenin bir yarısı yalnızlardı. Kendilerinden başka kimse yoktu.
Tapınakta ağlayan büyücü heykelleri vardı. Vazgeçilen kadının arkasından yas tutan büyücüler, kendi ruhlarını nehrin almasına izin vermişlerdi.
Ruhlarını iblise vererek kendilerini cezalandıran büyücülerin ölümünden sonra, onları anlatan heykeller dikilmişti. Kiminin ağlayan yüzü seçiliyorken, kiminin yüzü ellerinin arasında gizliydi. Ağlayan heykeller bir noktayı merkez alarak daire oluşturur şekilde dizilmişti. Kahin kolunu heykellerden birine dayamıştı. Saygısızlık olduğunu umursamıyor gibiydi. İblise sorular soruyordu.
“Eranor’un iplerini gevşetmek mi? Bir muhafızı kaybettirecek nasıl bir sebep olabilir? Eranor, en güçlü muhafız şimdi direnişçilerin bir oyuncağı haline geldi.”
İblis güldü. Karanlıkta şekli seçilmiyordu. Derisi tüycüklerle kaplıymış hissi veren ağlardan oluşuyordu sanki. Kahin onun esas formunu ilk kez görüyordu. Bilinen bir biçimi yoktu, eşi benzeri görülmemiş bir canavardı. Kaburgalarla desteklenmiş kuyruğu, uzun boynu vardı. İstediği anda esir aldığı ruhlardan birinin bedenine de bürünebiliyordu. Daha kahkahası yankılanırken tıslayarak konuştu.
“Eranor’un geri dönüşü yakındır. Lodsların yeni bir saldırısını duyar gibiyim. O kadını yalnız bıraktığımız anda kanatlarına tekrar sarılacaktır. Onun karşısına çıkanlarla bizzat görüşmek istiyorum. Eranor’un benim büyümden sıyrılabilmiş olması, sana neyi anlatıyor?”
“Daha önce bahsi geçen şu Eranor’un hançerleri, aydınlığın ikizleriydi. Anlıyorum, bu beklemeyeceğim kadar iyi bir haber.”
Kahin saniyeler içerisinde duraklamasını sonlandırdı. Hançerlerin aktifleşmesinin Eranor’un kurtulmasına sebep olduğunu ve hançerlerin sadece varisin elinde kullanılabileceğini düşünerek devam etti.
“Demek ki söylentiler doğruymuş, gerçekten hançerlerce kabul edilmiş bir varis var.”
Kahin bunu söyler söylemez suratını memnun bir ifade kapladı. Merakla aradıkları varis kendini belli etmişti. İblisin sözlerine göre, hiçbiri rakip olacak kadar güçlü değildi. “İki rütbeliyi bile yok edememiş, sadece kandırabilmiş bir varisten bahsediyorum.” diyen iblisin pis sırıtışına kahin de eşlik etti.
“Ölmeleri işine gelmez miydi?”
“İçlerinden biriyle fazla ilgileniyordum. Eranor eline geçirdiği ruhu tamamen yok eder bu yüzden. Kendime katmak istediğim bir yetenekti. Şimdiyse durum tamamen değişti.”
İblis birkaç adım attı ve nehre yöneldi. Hemen sonra konuşmaya devam etti.
“Varisleri ne kadar yok edecek olursam olayım, vazgeçilen bir başka varis adayı bulmayı başarıyor. Bu durumun kökten çözülmesi için zaman geldi.”
Kahin, gölgeler arasında kaybolmakta olan iblise bakarak konuştu.
“Peki ama nasıl? Bulunamayan ve korunan, şeklinden bile bihaber olduğumuz ruhu nasıl bulacağız?”
“Neyin doğru olduğunu biliyorsun. Bul beni! Nerede olduğumu biliyorsun.”
Rabi’nin gece gündüz aklında bu kelimeler devam ediyordu. Hanı sabahın ilk saatlerinde terk etti. Zess ne kadar kızarsa kızsın, göz bandını takma huyundan vazgeçmemişti.
Mavi çiçeklerle bezeli bir nehir kenarı… Sunak nehrinin batıdaki dallarından birini gördüğünü çözebilmişti. Oraya gitmekten çekiniyordu ve eğer rüyasındaki gibi yağmur yağacak olursa… Bensura’da ıslanma tehlikesi aklının bir köşesinde yer alıyordu. Kaderinde ne varsa görmek istiyordu.
Saya… Onu deliler gibi merak ediyordu. Yağmurla beraber, üzerindeki artık tamamlanmış olan hafıza bariyeri daha güçlenmişti. Bu onu garip bir ruh haline sokuyordu.
Bensura bu hafta günün son ışıkları gökyüzünden silinirken yağacaktı. Eğer gün batmadan oradan çıkabilirse… Rüyaları merak ediyordu. Neler olacağını merak ediyordu. Bu merak her saniye şiddetleniyordu. Üçü ayrıldığından beri rüyaları giderek şiddetlenmişti. Sabah ellerinin arasında bir kelebek bulduğunda çağrıldığını anlamıştı.
Yapması gereken şey saklı büyünün ustalarını bulmaktı ama rüyalarının daha sıklaşması onu boğuyordu. Bariyerleri tamamlandığı için rüyalardan korkmaması gerekirdi ama nedense korku içini kemiriyordu.
Saklı büyü ustaları yok denecek kadar azdı. Dahası güvenilir bir usta bulmak imkansızdı. Saklı büyüler beş yaşına kadar ailelerde öğretilirdi. Beş yaşından sonra saklı büyü öğrenmek zaten duyulmamış bir şeydi.
Rabi kendi büyü sınıfından son kişi olmadığını umsa da araştırmaları sonuçsuz kalıyordu. Kraliçenin askeri büyüsüne yakın olan, ölünün gözleri büyüsüne sahip olduğunu iddia eden birkaç büyücünün varlığını duymuştu.
Yanlarına vardığında ise sadece bir avuç sahtekar olduklarını görmüş, sinirlenmişti. Birkaç ufak kaza olmuştu ki, bu sadece Rabi’ye göre ufak kazalardı çünkü adamların evlerini başlarına yıkmıştı, Rabi bunu yaparken kendini tamamen haklı görüyordu. Çünkü yeterli olmadığı bariyer büyüsünü kullanarak bile onları yenebiliyordu.
Bir usta bulmaktan umudunu tamamen kestiğinde Amber ve Zess’e haber vermek neyse ki aklından çıkmamıştı. Zess bir aptallık yapmaması hakkında kesin konuşmuştu.
Saya’yı bulacaktı. Daha sonra mecburen Yerdibi Sarayına dönecekti. Sarayda kendine eğitim verebilecek çok güçlü bir usta vardı ancak sarayın en tuhaf ve en korkulan adamı olması nedeniyle Rabi ondan çekiniyordu. Sarayda Zess ve kendisinin çocukluktan beri çıkarttıkları karışıklıklarda en kötü tepkiyi veren o usta olmuştu.
Saklı büyünün efsanevi ustası kel ve çatık kaşlı biriydi. Daha küçüklüklerinde o parıldayan kafa ile dalga geçerken yakalandıkları bir başka zaman da ağlayana kadar ceza vermişti. İhtiyarın çocukken korkmaları için sürekli andığı isim de aynı ustaya aitti. Rabi’nin görmek istediği son kişiydi.
Kendisine güveniyordu ve başını tehlikeye sokmayacağına kendi kendine söz verdi. Nehrin bulunduğu yere oldukça yakın bir dalı vardı. Adımları onu istemsizce götürüyordu. Kaldığı handan çıkarken bulabildiği en iyi atı satın aldı.
Kraliçenin askeri büyüsünde sahip olduğu at aklına gelince istemeden kıyaslama yaptı. O büyünün atı gibi muhteşem bir yaratık olamazdı ama altındaki de idare ederdi.
Kendi büyüsüne yabancıydı, o büyü ile birlikte bambaşka duygular hissediyordu. Yediği her etin tadını alıyordu ve bu normale döndüğünde anımsayarak, midesinin bulanmasına neden oluyordu.
Isırışı, parçalayışı, kanın tadı ve kokusu yoğun bir dalga halinde bilincinde uçuşuyor, bir canavarın et arzusunu korkusuzca hissediyordu. Bu aç olmakla aynı şey değildi, keyif için öldürmekti. Bir canın elleri arasında yok oluşunu izlemekti. Son anına eşlik ederek, yok etmeyi en doğal hakkı olarak görmekti. Kendinden tiksiniyordu, aynı zamanda arzuyu kontrol etmeyi bıraktığı anda daha da güçleneceğini fark ediyordu.
Gideceği yer ona çok yakın sayılmazdı. Bir günü at sırtında geceyi ise bir başka handa geçirdi. Ertesi sabah yanına yeterince erzak aldığından emin olduktan sonra ilk ışıklarla beraber tekrar yola çıktı.
Yolda etrafındaki insanlara her baktığında içlerindeki endişeyi görebiliyordu. Birkaç amatör büyücünün Bensura ile güçlenen büyülerinden ötürü saçma kavgalara girişmesini keyifle izlemekten kendini alamamıştı.
Nehrin dalına yeterince yaklaştığında öğlen saatleriydi. Etrafında uçuşan kelebekler, ona yakın olduğunu söylüyordu. Çok geçmeden etrafında kelebekler ile kız göründü.
Saya salınarak ilerledi ona doğru. Gözleri hafif nemliydi, elbisesi beyazdı, gün ışığı cildinde dans ederek ilerliyordu. Rabi’nin kanı dondu. Tanıdıklık hissi ve bu karmaşa… Anıları tamamen kapanmış olması gerekirken sarsılan bariyeri hissediyordu. Düşünceleri hızla akıyordu zihninde ve Saya sadece onu kendine doğru çağırıyordu. Rabi sanki yapabileceği hiçbir şey yokmuş gibi itaat etti. Köle gibi efendisinin izinde yürüyordu.
Rabi ilerledikçe her şeyi unutturan bambaşka bir büyünün tadını almaya başladı. Yoğun bir enerji nehrin etrafını yalıyordu. Nehrin etrafı rengarenkti, tıpkı Bensura gibi ışıl ışıldı. Bir ateş gibi nehrin etrafında hareket eden hava ve ışıklar gözlerine oyun oynuyordu. Nehirden uzak durmak istese de gözlerini ayıramıyordu.
Kürek kemikleri dinlenmeksizin devam ettiği yolculuğun acısını ona hissettirirken adımları Saya’nın davet eden ellerini takip etti. Kız koşarak ilerledi. Rabi ise onun kadar hızlı gidemiyordu.
Düşünceleri nehrin ışıklarında kaybetti önemini… Ruhların şarkısı etrafını sarıyordu. Ruhların matemi karşısında kendi üzüntüleri önemini kaybetti. Kendi değeri kayboldu. O yoktu artık… Nefes alan herhangi bir şey vardı. Belki bütünleşmişti, belki siliniyordu…
Saya nehrin mavi çiçeklerinin en güzel olduğu yerde sırtını ağaca dayamış bir şekilde duruyordu. Ağaç dallarını nehrin içine doğru eğmişti. Mevsime inat etrafı ilginç çiçekler ile doluydu. Nehrin sularında ruhların matemi duyuluyordu.
Saya biçimli dudaklarını kıpırdattı.
“Son güneş doğmadan… Bu sözün anlamını biliyor musun? Verdiğin sözü hatırlıyor musun?”
Rabi konuşamıyordu. Sarhoş olmuş gibi sendeleyerek yanına ulaştı. Ağaca tutunurken başını Saya’nın omzuna dayadı. Nefes alış verişi hızlanmıştı. Büyü kırabileceğinden çok fazlaydı ama bedeni ona inatla büyüyü yok etmeye çalışıyor, adeta sunak nehrinin bu dalının lanetli havasıyla savaşıyordu.
“Korkma… Gel. Ben senin yaşamaya başladığında ilk tanıştığın kişiyim, bana güvenmeyecek misin?”
Saya’nın sesi yumuşak, şefkatliydi. Genç kadın yere oturdu, Rabi de yanına. Eliyle saçlarını okşuyordu.
“Sana anlatabilirim, son güneşi… Her yeni doğuşta kahrolanı… Benim öykülerimi dinlemeyi severdin, hatırlıyor musun?”
Rabi nefes alıp verdiğinden emin değildi. Kim olduğunu dahi unutacak bir hale bürünmüştü, Saya’nın ne dediğinden haberi yoktu. Sadece dinliyordu. Zaman kavramı yavaşça siliniyordu.
“Zavallı çocuk… Sana çok yüklenmediler mi? Anılarını dahi kendi kontrollerine aldılar, kimliğini yok ettiler… Kim olduğunu duymak ister misin? Beni hatırlıyor musun?”
Rabi kafasını salladı, seni tanımıyorum, diye kıpırdadı dudakları. Bir fısıltı çıktı dudaklarından o da hafif esen rüzgarda dağıldı gitti. Rabi kendisini hiç bu kadar yorgun hissetmemişti. Saya konuştu tekrar…
“Hatırlayacaksın Rabi… Ben bir muhafızdım eskiden.”
Saya ellerini ceketinin altındaki sert karın kaslarında gezdirdi ve yukarı çıktı. Kalbinde durakladı. Nabzını dinledi ve bedenini onun bedeninde yukarıya çekti. Rabi’nin büyüsü artık sınıra dayanmıştı. Bedeni ve Kraliçenin askeri büyüsü, buradaki karanlık büyüye tümüyle karşı koyduğu için parçalanıyordu. Patlayan parmakları, dağılan ve deride morluklar yaratan minik damarlar...
Parça parça ölüyordu. Nefes alışı düzensizdi, kesik kesik ve hızlıydı. Uyuşmuş hissediyordu düşüncelerini bile duyamıyordu. Rabi uyuşmuş hissediyordu. Rabi’nin yüzü parçalanırken kanlı yanağını okşuyordu Saya.
“Ben muhafız olmak için nehre girmeden, seçilmeden önce etrafımda koruma amaçlı binlerce bariyer vardı. Seninse yok... Ama daha önce buraya hiç gelmediğin için bilemezdin. Hiçbir direnişçi bilemezdi. Zavallı Rabi... Zavallı geçmişi olmayan Enat a’Veir... Kendi ismini tanıdın mı?”
Tüm bedeni et yığını haline dönüşüyor, etler parçalanıyordu. Uyuşukluk hissi yerine korkunç acılar uyandı. Saya patlayan parmaklarını öptü.
Saya dudaklarının yanına bir öpücük daha bırakırken bunun, son anları olduğunu biliyordu. Gözlerini yumarak bu acının kısa sürmesini diledi. Çıldırtacak seviyeye yükseldiğinde bayılmak üzereydi.
“Çok açım. Günahlarınla beslenmeme izin ver”
Sessiz bir çığlık gibiydi duyduğu. Karanlık hafifçe dağılıyordu. Güneş ilk ışıklarıyla birleşen ellerini aydınlatmıştı. Rabi göğsündeki sancıyı hissetti. Boğazındaki, göğsündeki elleri hissetti. Kendi kanının tadını aldı. Usulca üzerine düşen yaprakları hissetti.
Kadına seslendi Rabi, ”Saya, seni seviyorum”. Ne dediğini, neden dediğini bilmiyordu. Bir rüyayı yeniden yaşıyordu. Kadın ise adını fısıldadı güçlükle, “İzin ver” dedi. Kadının dudakları, dudaklarına dokundu. Rabi onun kanını tattı, veda öpücüğünden. Sonra kadın sağ elini yavaşça çekti, sol gözüne daldıracak ve Rabi için her şeyi sonlandıracaktı.
Rabi’nin üzerinden siyah sisler yükseliyordu. Et, kan ve siyah dumanlar…
Saya’nın içindeki kraliçenin askeri büyüsü uyanmış, ona ve sunak nehrinin üzerindeki tüm büyüye isyan etmeye başlıyordu. Kendi bedenini parçalamaya çalışıyordu. Saya korkuyla baktı kendi bedenine. İblisin ele geçirdiği bedende, böylesi güçlü bir karşı koyuş görülmemişti. Tek başına bir anne delirmişçesine nehrin en güçlü büyülerine karşı koyuyor, oğlu için çırpınıyordu.
İçindeki nehre köle olmuş ruh çılgına dönmüştü, yas tutuyor dövünüyordu. Saya a’Veir, güneş kahin tarafından katledilen kadındı. Nehir tarafından, kahinin oğluna karşılık yeniden beden bulmuş, gerçek bilinci gömülü güzel iblisti. Bilinci oğlunu o halde görünce tekrar uyanmıştı.
İblis, kendi bedeninde hapsolan zavallı anneyi dinlemedi. Ellerini Rabi’nin dağılmış yüzünde gezdirerek biçimini değiştirişini izledi. Elleri sert bir cisim görüntüsüne büründü ve birden gözüne sapladı.
Çatırtı sesi duyuldu.
Rabi'den havaya kanlı parçalar saçıldı...
Her tarafta timsahlar belirdi ve cıvık kan seslerinde hepsi teker teker patladı. Nehrin suyuna Rabi’nin timsahlarının kanı karıştı. Sunak nehrinin dalına kan karışan kısmı tuhaf bir şekilde kurumaya başladı.
Saya kendisi de parçalanırken nehri izliyordu. Rabi’nin cesedine bakarak konuştu iblis. Etrafında çiseleyen Bensurayla dağılan kanı toprağa akıyordu.
“Algı tohumu büyüsü ile zehirlenmiştin güzel oğlum. Bense nehrin bir iblisine dönüşmüştüm."
Eliyle kendini gösteren Saya devam etti konuşmaya.
"Bu iblis, tohumu üfledi ve tüm rüyaların değişti, anıların ve kaderin de öyle… Kendi ayaklarınla ölümün için geldin. Son güneş ise seni öldürecek olan sabah güneşiydi. Kraliçenin askeri büyüsünün tarihten silinişini izleyecek olan son güneşti. Beni bulduğun ve cesedini sunduğun için minnettarım.”
İblis son sözleri ile Saya'nın bedeninden sıyrıldı. İblis çıkarken bedenden Saya'nın saçları beyaz rengine dönüştü. İblis, Rabi ve annesini ölüme terk etti. Tüm acıyı gece boyunca hissede hissede can çekişe çekişe yok olacaklardı. Uzun ve korkunç bir ölümden iblis tatmin olmuştu.
-Aynı anda Lods ülkesi merkez ilde, Cevher köşkü-
“Lods senatosu uzun zamandır korkuyor, güneş isimli kahinden… Bir kral değil ama bir soylu olduğu söylentisi var. Hiç kimse soyunu söyleyemiyor. Lods casusların öğrenemeyeceği bir şey olamaz! Bir yabancı, evet bir yabancı ve yıllardır zayıflayan halkına rağmen Lods ırkını korkutan lanet olası bir yabancı. Anla beni Gaib, o Eranor dedikleri kadının en zayıf anındayız. Daha fazla beklemek istemiyorum!”
Gaib genç senatörü daha fazla dinlemek istemese de bir danışman olarak mecburdu. Senatör genç ama çirkin bir adamdı. Ancak şaşırtıcı bir şekilde dikkatli konuşması, kendinden beklenmeyecek adımları ile hep önde oluyordu.
Gaib’in akıllıca tavsiyelerine uydukça dikkat çekmeye devam edeceği açıktı. Ancak ne yazık ki senatörün kendi başına karar verme hevesi vardı. Gaib dikkatli, cılız ve yaşlı bir danışmandı. Her daim yanında bulunmayı görevinden saydığı için, senatörün küçüklüğünden beri bebek bakıcısı olmuştu. Her zamanki kibar ve naif ses tonunda konuştu Gaib.
“Nehir ve yağmur eskisi gibi değil biliyorsunuz… İblis sunak nehirlerini zehirlediğinde yalnız onların değil, bizim kıymetli yağmurlarımız da lanetlendi. Drou’lar eskisi gibi değil.”
“Bilgiye ve aklına hakimsin Gaib ama unutuyorsun. Onlara hala hükmedebiliyoruz, nehir güçlendikçe bu elimizden alınıyor. Sonra ne olacak? Droular savunmamızın temelini oluştururken ne olacak? Senatonun onayı gecikir ama aldığın duyum gerçekse…”
“Gerçekliğinden şüpheniz olmasın… Eranor’un kanatları kırılmış ve nehre bağlılığı kaybolmuş. Ancak yine de o kadar asırlık bir yaşta ve her ne olursa olsun savaşı kaybetmeyecektir.”
”Büyü uykusu diyorsun, yani yaşla gelişen büyü yeteneği… Kaybedecek Gaib, kaybedecek! Ve halkımız tekrar o ihtişamlı günlerine geri dönecek!”
“Lodslar her zaman ihtişamlı olmuşlardır. Daha fazlasını istemeden önce akıllıca düşünüp karar vermek gerekir. Lütfen siz de biraz daha düşünün.”
Kahin sunak nehrinin büyük tapınağında sesi yankı yapan sesine aldırmadan bağırıyordu. O ve iblis tamamen ruhların şarkısı eşliğinde, gecenin bir yarısı yalnızlardı. Kendilerinden başka kimse yoktu.
Tapınakta ağlayan büyücü heykelleri vardı. Vazgeçilen kadının arkasından yas tutan büyücüler, kendi ruhlarını nehrin almasına izin vermişlerdi.
Ruhlarını iblise vererek kendilerini cezalandıran büyücülerin ölümünden sonra, onları anlatan heykeller dikilmişti. Kiminin ağlayan yüzü seçiliyorken, kiminin yüzü ellerinin arasında gizliydi. Ağlayan heykeller bir noktayı merkez alarak daire oluşturur şekilde dizilmişti. Kahin kolunu heykellerden birine dayamıştı. Saygısızlık olduğunu umursamıyor gibiydi. İblise sorular soruyordu.
“Eranor’un iplerini gevşetmek mi? Bir muhafızı kaybettirecek nasıl bir sebep olabilir? Eranor, en güçlü muhafız şimdi direnişçilerin bir oyuncağı haline geldi.”
İblis güldü. Karanlıkta şekli seçilmiyordu. Derisi tüycüklerle kaplıymış hissi veren ağlardan oluşuyordu sanki. Kahin onun esas formunu ilk kez görüyordu. Bilinen bir biçimi yoktu, eşi benzeri görülmemiş bir canavardı. Kaburgalarla desteklenmiş kuyruğu, uzun boynu vardı. İstediği anda esir aldığı ruhlardan birinin bedenine de bürünebiliyordu. Daha kahkahası yankılanırken tıslayarak konuştu.
“Eranor’un geri dönüşü yakındır. Lodsların yeni bir saldırısını duyar gibiyim. O kadını yalnız bıraktığımız anda kanatlarına tekrar sarılacaktır. Onun karşısına çıkanlarla bizzat görüşmek istiyorum. Eranor’un benim büyümden sıyrılabilmiş olması, sana neyi anlatıyor?”
“Daha önce bahsi geçen şu Eranor’un hançerleri, aydınlığın ikizleriydi. Anlıyorum, bu beklemeyeceğim kadar iyi bir haber.”
Kahin saniyeler içerisinde duraklamasını sonlandırdı. Hançerlerin aktifleşmesinin Eranor’un kurtulmasına sebep olduğunu ve hançerlerin sadece varisin elinde kullanılabileceğini düşünerek devam etti.
“Demek ki söylentiler doğruymuş, gerçekten hançerlerce kabul edilmiş bir varis var.”
Kahin bunu söyler söylemez suratını memnun bir ifade kapladı. Merakla aradıkları varis kendini belli etmişti. İblisin sözlerine göre, hiçbiri rakip olacak kadar güçlü değildi. “İki rütbeliyi bile yok edememiş, sadece kandırabilmiş bir varisten bahsediyorum.” diyen iblisin pis sırıtışına kahin de eşlik etti.
“Ölmeleri işine gelmez miydi?”
“İçlerinden biriyle fazla ilgileniyordum. Eranor eline geçirdiği ruhu tamamen yok eder bu yüzden. Kendime katmak istediğim bir yetenekti. Şimdiyse durum tamamen değişti.”
İblis birkaç adım attı ve nehre yöneldi. Hemen sonra konuşmaya devam etti.
“Varisleri ne kadar yok edecek olursam olayım, vazgeçilen bir başka varis adayı bulmayı başarıyor. Bu durumun kökten çözülmesi için zaman geldi.”
Kahin, gölgeler arasında kaybolmakta olan iblise bakarak konuştu.
“Peki ama nasıl? Bulunamayan ve korunan, şeklinden bile bihaber olduğumuz ruhu nasıl bulacağız?”
*****
“Neyin doğru olduğunu biliyorsun. Bul beni! Nerede olduğumu biliyorsun.”
Rabi’nin gece gündüz aklında bu kelimeler devam ediyordu. Hanı sabahın ilk saatlerinde terk etti. Zess ne kadar kızarsa kızsın, göz bandını takma huyundan vazgeçmemişti.
Mavi çiçeklerle bezeli bir nehir kenarı… Sunak nehrinin batıdaki dallarından birini gördüğünü çözebilmişti. Oraya gitmekten çekiniyordu ve eğer rüyasındaki gibi yağmur yağacak olursa… Bensura’da ıslanma tehlikesi aklının bir köşesinde yer alıyordu. Kaderinde ne varsa görmek istiyordu.
Saya… Onu deliler gibi merak ediyordu. Yağmurla beraber, üzerindeki artık tamamlanmış olan hafıza bariyeri daha güçlenmişti. Bu onu garip bir ruh haline sokuyordu.
Bensura bu hafta günün son ışıkları gökyüzünden silinirken yağacaktı. Eğer gün batmadan oradan çıkabilirse… Rüyaları merak ediyordu. Neler olacağını merak ediyordu. Bu merak her saniye şiddetleniyordu. Üçü ayrıldığından beri rüyaları giderek şiddetlenmişti. Sabah ellerinin arasında bir kelebek bulduğunda çağrıldığını anlamıştı.
Yapması gereken şey saklı büyünün ustalarını bulmaktı ama rüyalarının daha sıklaşması onu boğuyordu. Bariyerleri tamamlandığı için rüyalardan korkmaması gerekirdi ama nedense korku içini kemiriyordu.
Saklı büyü ustaları yok denecek kadar azdı. Dahası güvenilir bir usta bulmak imkansızdı. Saklı büyüler beş yaşına kadar ailelerde öğretilirdi. Beş yaşından sonra saklı büyü öğrenmek zaten duyulmamış bir şeydi.
Rabi kendi büyü sınıfından son kişi olmadığını umsa da araştırmaları sonuçsuz kalıyordu. Kraliçenin askeri büyüsüne yakın olan, ölünün gözleri büyüsüne sahip olduğunu iddia eden birkaç büyücünün varlığını duymuştu.
Yanlarına vardığında ise sadece bir avuç sahtekar olduklarını görmüş, sinirlenmişti. Birkaç ufak kaza olmuştu ki, bu sadece Rabi’ye göre ufak kazalardı çünkü adamların evlerini başlarına yıkmıştı, Rabi bunu yaparken kendini tamamen haklı görüyordu. Çünkü yeterli olmadığı bariyer büyüsünü kullanarak bile onları yenebiliyordu.
Bir usta bulmaktan umudunu tamamen kestiğinde Amber ve Zess’e haber vermek neyse ki aklından çıkmamıştı. Zess bir aptallık yapmaması hakkında kesin konuşmuştu.
Saya’yı bulacaktı. Daha sonra mecburen Yerdibi Sarayına dönecekti. Sarayda kendine eğitim verebilecek çok güçlü bir usta vardı ancak sarayın en tuhaf ve en korkulan adamı olması nedeniyle Rabi ondan çekiniyordu. Sarayda Zess ve kendisinin çocukluktan beri çıkarttıkları karışıklıklarda en kötü tepkiyi veren o usta olmuştu.
Saklı büyünün efsanevi ustası kel ve çatık kaşlı biriydi. Daha küçüklüklerinde o parıldayan kafa ile dalga geçerken yakalandıkları bir başka zaman da ağlayana kadar ceza vermişti. İhtiyarın çocukken korkmaları için sürekli andığı isim de aynı ustaya aitti. Rabi’nin görmek istediği son kişiydi.
Kendisine güveniyordu ve başını tehlikeye sokmayacağına kendi kendine söz verdi. Nehrin bulunduğu yere oldukça yakın bir dalı vardı. Adımları onu istemsizce götürüyordu. Kaldığı handan çıkarken bulabildiği en iyi atı satın aldı.
Kraliçenin askeri büyüsünde sahip olduğu at aklına gelince istemeden kıyaslama yaptı. O büyünün atı gibi muhteşem bir yaratık olamazdı ama altındaki de idare ederdi.
Kendi büyüsüne yabancıydı, o büyü ile birlikte bambaşka duygular hissediyordu. Yediği her etin tadını alıyordu ve bu normale döndüğünde anımsayarak, midesinin bulanmasına neden oluyordu.
Isırışı, parçalayışı, kanın tadı ve kokusu yoğun bir dalga halinde bilincinde uçuşuyor, bir canavarın et arzusunu korkusuzca hissediyordu. Bu aç olmakla aynı şey değildi, keyif için öldürmekti. Bir canın elleri arasında yok oluşunu izlemekti. Son anına eşlik ederek, yok etmeyi en doğal hakkı olarak görmekti. Kendinden tiksiniyordu, aynı zamanda arzuyu kontrol etmeyi bıraktığı anda daha da güçleneceğini fark ediyordu.
Gideceği yer ona çok yakın sayılmazdı. Bir günü at sırtında geceyi ise bir başka handa geçirdi. Ertesi sabah yanına yeterince erzak aldığından emin olduktan sonra ilk ışıklarla beraber tekrar yola çıktı.
Yolda etrafındaki insanlara her baktığında içlerindeki endişeyi görebiliyordu. Birkaç amatör büyücünün Bensura ile güçlenen büyülerinden ötürü saçma kavgalara girişmesini keyifle izlemekten kendini alamamıştı.
Nehrin dalına yeterince yaklaştığında öğlen saatleriydi. Etrafında uçuşan kelebekler, ona yakın olduğunu söylüyordu. Çok geçmeden etrafında kelebekler ile kız göründü.
Saya salınarak ilerledi ona doğru. Gözleri hafif nemliydi, elbisesi beyazdı, gün ışığı cildinde dans ederek ilerliyordu. Rabi’nin kanı dondu. Tanıdıklık hissi ve bu karmaşa… Anıları tamamen kapanmış olması gerekirken sarsılan bariyeri hissediyordu. Düşünceleri hızla akıyordu zihninde ve Saya sadece onu kendine doğru çağırıyordu. Rabi sanki yapabileceği hiçbir şey yokmuş gibi itaat etti. Köle gibi efendisinin izinde yürüyordu.
Rabi ilerledikçe her şeyi unutturan bambaşka bir büyünün tadını almaya başladı. Yoğun bir enerji nehrin etrafını yalıyordu. Nehrin etrafı rengarenkti, tıpkı Bensura gibi ışıl ışıldı. Bir ateş gibi nehrin etrafında hareket eden hava ve ışıklar gözlerine oyun oynuyordu. Nehirden uzak durmak istese de gözlerini ayıramıyordu.
Kürek kemikleri dinlenmeksizin devam ettiği yolculuğun acısını ona hissettirirken adımları Saya’nın davet eden ellerini takip etti. Kız koşarak ilerledi. Rabi ise onun kadar hızlı gidemiyordu.
Düşünceleri nehrin ışıklarında kaybetti önemini… Ruhların şarkısı etrafını sarıyordu. Ruhların matemi karşısında kendi üzüntüleri önemini kaybetti. Kendi değeri kayboldu. O yoktu artık… Nefes alan herhangi bir şey vardı. Belki bütünleşmişti, belki siliniyordu…
Saya nehrin mavi çiçeklerinin en güzel olduğu yerde sırtını ağaca dayamış bir şekilde duruyordu. Ağaç dallarını nehrin içine doğru eğmişti. Mevsime inat etrafı ilginç çiçekler ile doluydu. Nehrin sularında ruhların matemi duyuluyordu.
Saya biçimli dudaklarını kıpırdattı.
“Son güneş doğmadan… Bu sözün anlamını biliyor musun? Verdiğin sözü hatırlıyor musun?”
Rabi konuşamıyordu. Sarhoş olmuş gibi sendeleyerek yanına ulaştı. Ağaca tutunurken başını Saya’nın omzuna dayadı. Nefes alış verişi hızlanmıştı. Büyü kırabileceğinden çok fazlaydı ama bedeni ona inatla büyüyü yok etmeye çalışıyor, adeta sunak nehrinin bu dalının lanetli havasıyla savaşıyordu.
“Korkma… Gel. Ben senin yaşamaya başladığında ilk tanıştığın kişiyim, bana güvenmeyecek misin?”
Saya’nın sesi yumuşak, şefkatliydi. Genç kadın yere oturdu, Rabi de yanına. Eliyle saçlarını okşuyordu.
“Sana anlatabilirim, son güneşi… Her yeni doğuşta kahrolanı… Benim öykülerimi dinlemeyi severdin, hatırlıyor musun?”
Rabi nefes alıp verdiğinden emin değildi. Kim olduğunu dahi unutacak bir hale bürünmüştü, Saya’nın ne dediğinden haberi yoktu. Sadece dinliyordu. Zaman kavramı yavaşça siliniyordu.
“Zavallı çocuk… Sana çok yüklenmediler mi? Anılarını dahi kendi kontrollerine aldılar, kimliğini yok ettiler… Kim olduğunu duymak ister misin? Beni hatırlıyor musun?”
Rabi kafasını salladı, seni tanımıyorum, diye kıpırdadı dudakları. Bir fısıltı çıktı dudaklarından o da hafif esen rüzgarda dağıldı gitti. Rabi kendisini hiç bu kadar yorgun hissetmemişti. Saya konuştu tekrar…
“Hatırlayacaksın Rabi… Ben bir muhafızdım eskiden.”
Saya ellerini ceketinin altındaki sert karın kaslarında gezdirdi ve yukarı çıktı. Kalbinde durakladı. Nabzını dinledi ve bedenini onun bedeninde yukarıya çekti. Rabi’nin büyüsü artık sınıra dayanmıştı. Bedeni ve Kraliçenin askeri büyüsü, buradaki karanlık büyüye tümüyle karşı koyduğu için parçalanıyordu. Patlayan parmakları, dağılan ve deride morluklar yaratan minik damarlar...
Parça parça ölüyordu. Nefes alışı düzensizdi, kesik kesik ve hızlıydı. Uyuşmuş hissediyordu düşüncelerini bile duyamıyordu. Rabi uyuşmuş hissediyordu. Rabi’nin yüzü parçalanırken kanlı yanağını okşuyordu Saya.
“Ben muhafız olmak için nehre girmeden, seçilmeden önce etrafımda koruma amaçlı binlerce bariyer vardı. Seninse yok... Ama daha önce buraya hiç gelmediğin için bilemezdin. Hiçbir direnişçi bilemezdi. Zavallı Rabi... Zavallı geçmişi olmayan Enat a’Veir... Kendi ismini tanıdın mı?”
Tüm bedeni et yığını haline dönüşüyor, etler parçalanıyordu. Uyuşukluk hissi yerine korkunç acılar uyandı. Saya patlayan parmaklarını öptü.
Saya dudaklarının yanına bir öpücük daha bırakırken bunun, son anları olduğunu biliyordu. Gözlerini yumarak bu acının kısa sürmesini diledi. Çıldırtacak seviyeye yükseldiğinde bayılmak üzereydi.
“Çok açım. Günahlarınla beslenmeme izin ver”
Sessiz bir çığlık gibiydi duyduğu. Karanlık hafifçe dağılıyordu. Güneş ilk ışıklarıyla birleşen ellerini aydınlatmıştı. Rabi göğsündeki sancıyı hissetti. Boğazındaki, göğsündeki elleri hissetti. Kendi kanının tadını aldı. Usulca üzerine düşen yaprakları hissetti.
Kadına seslendi Rabi, ”Saya, seni seviyorum”. Ne dediğini, neden dediğini bilmiyordu. Bir rüyayı yeniden yaşıyordu. Kadın ise adını fısıldadı güçlükle, “İzin ver” dedi. Kadının dudakları, dudaklarına dokundu. Rabi onun kanını tattı, veda öpücüğünden. Sonra kadın sağ elini yavaşça çekti, sol gözüne daldıracak ve Rabi için her şeyi sonlandıracaktı.
Rabi’nin üzerinden siyah sisler yükseliyordu. Et, kan ve siyah dumanlar…
Saya’nın içindeki kraliçenin askeri büyüsü uyanmış, ona ve sunak nehrinin üzerindeki tüm büyüye isyan etmeye başlıyordu. Kendi bedenini parçalamaya çalışıyordu. Saya korkuyla baktı kendi bedenine. İblisin ele geçirdiği bedende, böylesi güçlü bir karşı koyuş görülmemişti. Tek başına bir anne delirmişçesine nehrin en güçlü büyülerine karşı koyuyor, oğlu için çırpınıyordu.
İçindeki nehre köle olmuş ruh çılgına dönmüştü, yas tutuyor dövünüyordu. Saya a’Veir, güneş kahin tarafından katledilen kadındı. Nehir tarafından, kahinin oğluna karşılık yeniden beden bulmuş, gerçek bilinci gömülü güzel iblisti. Bilinci oğlunu o halde görünce tekrar uyanmıştı.
İblis, kendi bedeninde hapsolan zavallı anneyi dinlemedi. Ellerini Rabi’nin dağılmış yüzünde gezdirerek biçimini değiştirişini izledi. Elleri sert bir cisim görüntüsüne büründü ve birden gözüne sapladı.
Çatırtı sesi duyuldu.
Rabi'den havaya kanlı parçalar saçıldı...
Her tarafta timsahlar belirdi ve cıvık kan seslerinde hepsi teker teker patladı. Nehrin suyuna Rabi’nin timsahlarının kanı karıştı. Sunak nehrinin dalına kan karışan kısmı tuhaf bir şekilde kurumaya başladı.
Saya kendisi de parçalanırken nehri izliyordu. Rabi’nin cesedine bakarak konuştu iblis. Etrafında çiseleyen Bensurayla dağılan kanı toprağa akıyordu.
“Algı tohumu büyüsü ile zehirlenmiştin güzel oğlum. Bense nehrin bir iblisine dönüşmüştüm."
Eliyle kendini gösteren Saya devam etti konuşmaya.
"Bu iblis, tohumu üfledi ve tüm rüyaların değişti, anıların ve kaderin de öyle… Kendi ayaklarınla ölümün için geldin. Son güneş ise seni öldürecek olan sabah güneşiydi. Kraliçenin askeri büyüsünün tarihten silinişini izleyecek olan son güneşti. Beni bulduğun ve cesedini sunduğun için minnettarım.”
İblis son sözleri ile Saya'nın bedeninden sıyrıldı. İblis çıkarken bedenden Saya'nın saçları beyaz rengine dönüştü. İblis, Rabi ve annesini ölüme terk etti. Tüm acıyı gece boyunca hissede hissede can çekişe çekişe yok olacaklardı. Uzun ve korkunç bir ölümden iblis tatmin olmuştu.
***
-Aynı anda Lods ülkesi merkez ilde, Cevher köşkü-
“Lods senatosu uzun zamandır korkuyor, güneş isimli kahinden… Bir kral değil ama bir soylu olduğu söylentisi var. Hiç kimse soyunu söyleyemiyor. Lods casusların öğrenemeyeceği bir şey olamaz! Bir yabancı, evet bir yabancı ve yıllardır zayıflayan halkına rağmen Lods ırkını korkutan lanet olası bir yabancı. Anla beni Gaib, o Eranor dedikleri kadının en zayıf anındayız. Daha fazla beklemek istemiyorum!”
Gaib genç senatörü daha fazla dinlemek istemese de bir danışman olarak mecburdu. Senatör genç ama çirkin bir adamdı. Ancak şaşırtıcı bir şekilde dikkatli konuşması, kendinden beklenmeyecek adımları ile hep önde oluyordu.
Gaib’in akıllıca tavsiyelerine uydukça dikkat çekmeye devam edeceği açıktı. Ancak ne yazık ki senatörün kendi başına karar verme hevesi vardı. Gaib dikkatli, cılız ve yaşlı bir danışmandı. Her daim yanında bulunmayı görevinden saydığı için, senatörün küçüklüğünden beri bebek bakıcısı olmuştu. Her zamanki kibar ve naif ses tonunda konuştu Gaib.
“Nehir ve yağmur eskisi gibi değil biliyorsunuz… İblis sunak nehirlerini zehirlediğinde yalnız onların değil, bizim kıymetli yağmurlarımız da lanetlendi. Drou’lar eskisi gibi değil.”
“Bilgiye ve aklına hakimsin Gaib ama unutuyorsun. Onlara hala hükmedebiliyoruz, nehir güçlendikçe bu elimizden alınıyor. Sonra ne olacak? Droular savunmamızın temelini oluştururken ne olacak? Senatonun onayı gecikir ama aldığın duyum gerçekse…”
“Gerçekliğinden şüpheniz olmasın… Eranor’un kanatları kırılmış ve nehre bağlılığı kaybolmuş. Ancak yine de o kadar asırlık bir yaşta ve her ne olursa olsun savaşı kaybetmeyecektir.”
”Büyü uykusu diyorsun, yani yaşla gelişen büyü yeteneği… Kaybedecek Gaib, kaybedecek! Ve halkımız tekrar o ihtişamlı günlerine geri dönecek!”
“Lodslar her zaman ihtişamlı olmuşlardır. Daha fazlasını istemeden önce akıllıca düşünüp karar vermek gerekir. Lütfen siz de biraz daha düşünün.”
Ruh Bedene Şekil Verdi 20