Bölüm Notu: Bu bölüm en hızlı yazdığım bölümlerden biri oldu. Bu yüzden eksik gelir mi bilmiyorum.
Bölüm 24
Hisuar’ın öldüğünü hissettiği gibi nehre koşmuştu. Direnişçiler, gözyaşları… Aklındaki tüm bağlar yıkılmıştı. Sürüklenen anıların silinmesi küçük bir an içinde gerçekleşmiş, yerine büyük bir baş ağrısı gelmişti. Yürüyemeyecek kadar güçsüzleşmişti ama gene de sunağa varmayı başarmıştı. Uzunca bir süre beklemişti, iblis görünmemişti. Gitmek isterken korkunç bir ses onu durdurmuş, yanına çağırmıştı. Heykellerin yanına geldiğinde iblisi her zamanki gibi bir heykele yaslanmış halde buldu. Nefes nefese konuştu kahin.
“Öldü. Tıpkı istediğiniz gibi. Ancak direnişçilerin her hareketini daha fazla bilemeyeceğiz.”
İblis sakin görünse de sesi ürkütücü bir tıslamayla çıktı ağzından.
“Yok olmak kaderi olan bir guruptan ibaret onlar. Ancak şunu aklından çıkartma! Hisuar ve senin içindeki ruhun bağları en başından beri güçsüzdü. En başından beri içindeki ruh denediğimiz her şeye direndi ve o varisin yerini göstermedi.”
Kahin ona karşı çıkmaya korkuyordu. Ancak yine de aklındaki şeyi söyledi.
“Ancak yine de Hisuar ile olan bağı onun gördüklerini görmemizi sağlıyordu.”
İblis bunu duyunca sinirlendi, gözlerinden ateş püskürecek bir öfkeyle yanar oldu. Kahinin nefes almasını unutturacak kadar hızlı bir şekilde uzun boynu yanına eğildi ve gözlerinin içine bakarak haykırdı.
“O beyaz sürtük bizi oyalamak için elinden geleni yapıyordu. En büyük düşmanımızı bize yok göstermeyi başardı. Ondan düşüncelerini arındırmayı başardı.”
“Kraliçenin askerini gizlemeyi başaramadı ama…”
“Sadece birine yetecek kadar gücü vardı.”
Kahin geriye doğru birkaç adım atmasaydı nefesini toparlayamazdı. Kısa süren sessizliği de yine o bozdu.
“Ne zaman saldıracağız peki? Artık arkalarında güvenebilecekleri bir güç yok. Zaman kaybedemeyiz.”
İblis onu tek bir bakışıyla susturdu. Sıkı bir yumrukla heykellerden birinin kafasını uçurdu. Dağılan parçalar havada bir toz bulutu meydana getirdi. Bunun anlamı kahin için basitti. Burada durduğu süreyi uzatacak olursa ve ağzından tek bir yanlış cümle daha çıkarsa kendi başına da aynısı gelecekti. Ancak kahini şaşırtacak bir şey oldu. Toz bulutu geriye doğru savruldu. İblisin kıvrımsız ağzına bir gülümseme oturdu.
“Ölse bile utanç yeminlerini tutuyorlar. O kadın yok olsa bile…”
O daha bunu söylemeyi bitirmeden heykel tekrar birleşerek ellerini yüzünün üzerine kapatmıştı. Ağlayan heykel sanki hiç parçalanmamış gibiydi. Kahin heykele odaklansa da aklı varis adayındaydı.
“Tertibi düşüneceklerdir. Ancak içlerinden birisi Velint’in soyundan…”
“Zess en Rounrard…”
“Rounrard, sülalesinin ilk simgesi birbirlerini ısıran iki yılandı. Her biri zehirli yılan olan güçlü aile… Gerçek ve hayalin dünyasını gösteren iki zehirli yılan… Gerekirse hedefi için kendini soyunu zehirleyen iki yılan… Onlardan her türlü hileyi beklemek gerekiyor. Şimdiye kadar hiçbir şekilde adını duymadığımız pasif bir varisten çok, onun rütbelilerinden çekinmek gerek. Kim bilir? Belki de varis, senin çalgına karşı bile güçsüz kalacak…”
Tertibi anlatmaya başladı kahine. Yazılı kaynaklar onun hafızasıyla boy ölçüşemezdi. İblis krallığın var oluşundan önce yeryüzündeydi. Sırf onların çağırmalarıyla gelmiş değildi. Ancak aptal insanların ona sundukları ziyafeti beğenerek oraya yerleşmişti.
“İlk Nonuin Tertibi düzenlendiğinde iki genç varis birbirine var güçleriyle saldırmış, sonunda sağ çıkan tek bir kişi bile olmamıştı. Bu durumun bir daha olmaması adına seçmen meclisi gizli bir karar aldı.”
Kahinin gözlerinin önünde savaşan iki genç adam belirmişti. İblisin sözleri hayat buluyordu. Bir rüya görür gibi izliyordu anlattıklarını. Korkunç ve kana bulanan eğitim arenasını görüyordu. On dört ölü rütbeli ve parçaları havaya savrulan iki varisi gördü. İblis devam etti anlatmaya o korkunç sesiyle geceyi yararak.
“Azizlerin seçmediği ve güçsüz olan varisi herkesten gizli yok etme kararıydı bu. Özellikle de halkın gözlerinden gizleme kararıydı.”
Kahinin gözlerinin önünde uykusunda boğulan prensler geçer olmuştu. İnfazı için toplanan gizli meclisler, kana bulanmış botlar ve zindanlara atılıp yalvarana kadar işkence edilen rütbeli adayları… Ancak yalvaran rütbeli adayları her türlü hakkından mahrum bırakılıp, gerçek rütbelilere hedef tahtası oluyordu. Kılıcını denemek için kullanılan kölelere düşüyorlardı.
“Ancak bu sefer durum farklı… Azizler bizim tarafımızda değil. Yine de bu bile seçmen meclisinde yeterli olmayacaktır. Ne yapacaklarını tahmin ediyorum. Sana diyene kadar hiçbir şekilde adım atma. Senin yerine düşmanlarından kurtulacak ve bununla yorulacaklar. Sadece tertibi elinden geldiğince öne al. Dinlenmeye ve güç toplamaya fırsat bulamasınlar!”
Güneş kahin emrini alarak uzaklaşmak üzere son kez eğildi iblisin önünde. O giderken iblis arkasından konuşmaya devam etti.
“Senin için son bir beden, son bir ruh daha çalacağım gün bekçi… Son bedeni çaldığımda artık benim eserim tamamlanmış olacak. Nihayetinde Hisuar olmasa da onun soyundan biriyle Güneş’in ruhu birleşecek. Benim istediğime uyan tek kişinin son varis olduğundan eminim. Diğerleri gibi kararmaya hazır birine benzemiyor. Eğer ki onun da saf ruhunu çalarsan, o zaman son kez doğacak Güneş… İstediğim gibi özgür kalacağım bu topraklardan… Benim için de son bulacak esaret!”
***
Amber, Hisuar’ın ölüşünü unutmuyordu. Üzerinden bir hafta geçtiği halde her aynaya baktığında kumral saçlarını değil beyazları arıyordu. Gözyaşı lekesinin olduğu yerde artık hiçbir şey olmaması onu üzgün hissettiriyordu. Büyü kullanırken bedeni daha kırılgandı. Yeryüzünde matemin izlerini görüyordu. Buruk bir inanç yakasında, zaman ise sayılıydı.
Bu gün ise tam bir hafta olmuştu Hisuar öleli. Bir mezarı bile olmayan ruhun parçalanışı Amber’dan geriye karakter olarak daha güçlü ancak büyü olarak güçsüz birini bırakmıştı. Kendisini tanıyamıyordu. Haklıydı da. Doğrusu genzinde anlamadığı berbat bir tat vardı. Etrafında sanki cesetler varmış gibi bir koku alıyordu ancak kaynağını bilemiyordu. Gözleri onlarca kez yıkadığı halde acıyordu. Kırmızı gözlerle bilgenin karşına çıktı. Ağlamıyordu, ağlamazdı. Ancak sanki günlerdir uyumamış gibi morluklarla çevrili iki kan çanağı üzüntü kusuyordu.
Bilge ona doğru yaklaştı. Suskundu önce. Amber etrafında kanat seslerini duyarak irkildi. Artık hayal de mi görüyordu? Öfke doldu ancak daha hissettiği duyguyu anlamadan saman alevi kadar yanmış ve sönmüştü. Derin nefesler aldı. Birkaç gündür bu çok sık oluyordu. Kanat sesleri bir kez daha duyulunca Amber bir çare bulacağına inandığı bilgeye umut eden gözlerle baktı.
“Zamanı gelmek üzere... Çok az kaldı. Bunun zor olacağının farkındayım. Yine de elimden umut etmekten başka bir şey gelmiyor.”
Amber’ın bilezikleri halkalar halinde tüm bedeni sardı. Daha neyin zamanı olduğunu soramadan bilge derin ve geniş bir çukur açtı. Biraz uzaktan birinin ona doğru koştuğunu işitti Amber. Ancak çukura baktı. Çukurun altında bir göz oda vardı. Penceresiz ve kapısız bir oda… Amber altından bir elbise haline gelen bilezikler ile çukurun altına sürüklendiğinde gözleri çoktan kapanmıştı. Son gördüğü az önce ona doğru koşup yetişemeyen kişinin kendisine tutunan eliydi.
“Asla zaman kaybetme. Duyuyor musun? Biran önce geri dön! Sana ihtiyacım var.”
Zess’e ait olduğunu anladığı son bir cümlenin ardından hisleri tamamen yok oldu. Yeniden doğmak üzere bir mezar odasına konulmuş ve gömülmüştü. Ne hazin bir son olurdu Amber ölseydi eğer. Belli ki huzur arayan ruh için daha erkendi ölüme.
Karanlık yavaşça aydınlandı. Üç oda gördü Amber. Kan dolu bir gölün dibinde… Hiç kimse ve hiçbir ses yoktu. Amber bir bedene sahip değil, şekilsiz bir ruh… Tüm sessizliği yansıyan bir gürültü bozdu. Kendi sesini duydu Amber, sert ve güçlü bir şekilde kendi sesi sordu ona.
“Hangisi sensin?”
Amber hiçbir şey anlamazken ses daha hızlı tekrar etti.
“Hangisi senin?”
Yüzlerce kadının ve erkeğin sesi defalarca ve kafa karıştıracak bir şekilde aynı soruyu sormaya devam etti. Ancak Amber’ın sesin geldiği yere yürüyeceği bir bedeni yoktu. Sesler devam etti uğultular halinde.
Üç odaya da baktı Amber. Kendi olduğu yerin tam karşısında sevimli bir bebek vardı. Hızla büyüdü. Çıplak bir çocuğa dönüştü. Düşe kalka ilerledi etten duvarda. Tırnakları soyulup parmakları kan içinde kalsa da var gücüyle yüzülmüş parmaklarını duvara batırarak tutundu.
Her tarafında siyah boyalar olan, boşluğa hırsla saldıran bir çocuktu. Öfke doluydu. Kan çiğniyor, kan kusuyordu. Amber onda kendi gözlerini görünce korkuyla geriye çekilmek istedi. Ancak bir bilinçten fazlası değildi.
“Hangisi senin suçun?”
Amber birbirini yiyen insanlar gördü. Birbirine saldıran… Dişler ve hırıltılar giderek yükselirken midelerini etle doldurmuş köpekler birbirine havlıyordu. Etin koparken çıkarttığı seslerle karışmış, pislik kokusu her taraftaydı. Amber bir dizleri olsaydı bağının çözüleceğinden emindi.
“Hangisi bilmiyor musun?”
Amber diğer odada sadece azap gördü. Dostundan merhamet dilenen ancak zulüm bulan bir halk gördü. Eller birbirini kopartıyordu. Devasa bir savaş vardı. Ancak savaşta asker yoktu. Her tarafta ölen masumlar vardı. Bu odada ses yoktu. Gözler her yerdeydi. Çığlıklardan başka bir ses yoktu. Ateş taşıyan gemilerin serin sularda batışını gösteren bir çerçeve vardı arkada.
“Hangisi?”
Amber ne olduğunu anlamıyordu. Birinde bir çocuk diğerinde bir gurup ve en son ise halk diye düşündü. O neydi? Ne olmak istemişti? Neden bunlar onun suçuydu?
“Hiçbir yere varmayan ve hiçbir yerde olmayan bir çocuk gibi büyüdüm.
Hiçbir onuru ve hiçbir asaleti olmayanlarca aşağılandım.
Hiçbir göze görünmeyen ve hiçbir kulağa duyulmayan zulümlere uğradım. Hepsi benim… Ben neredeyim?”
Ses durdu bir an için, Amber hiçbir şey anlamadı. Defalarca kendisini öldürdüğünü gördü, defalarca yeniden kendinde durdu. Ne için beklemeyecekti? Beklerse gerçekten ölür müydü? Neden buradan çıkamıyordu? Ses yüzlerce yerden duyuldu.
“Sen neredesin? Sen kimsin? Sen nesin?”
Bu ses beynini oyuyordu. Bir kadın kendi çocuklarını öldürüyor, ancak hemen sonra ağlıyordu. Evladının kafasını koparırken kadın bağırdı Amber’a.
“Neden bizi öldürüyorsun? Yalvarırım çocuklarım var. Anneyim ben… Durdur bunu!”
Gözleri kardeşinden ayrılmayan bir evlat bağırdı Amber’a.
“Senin suçun!”
Bu sesler giderek yükseliyor ve yankılanıyordu. Amber etrafına yüzlerce kez bakmıştı. En son bu seslere cevap verse de bir sonuç alamayacağını kabullendi. Işığı görmek istemedi. Sesi duymazdan geldi. Sadece bekledi. Yavaşça dağıldığını fark edene kadar bekledi. Karanlık onu sarmaladı. Huzur bulmuş hissediyordu. Ancak bir ses tüm karanlığın arasından sıyrılıp ona ulaşmayı başarmıştı.
“Bu sen değilsin Amber.”
Tanıdık sesi duyduğu anda Amber kendine gelmek istedi. Ancak elinde değildi. Bilinç hali sanki eriyerek yok oluyordu.
“…küçük hanım?”
Cümlenin öncesini duymadı Amber ancak bu iki kelime Zess’i hatırlamasına yetmişti. Ancak diğer sesler onu kapattı. Tamamen içine işledi o korkunç sesler.
“Lütfen… Yalvarırım lütfen… Geri dön huzura... Huzur istiyorum!”
“Durdur! Bir şey yap! Yeterli bu kadarı! Ölüyorum, ölmek istemiyorum.”
Amber en son sinirlenip bağırmak istedi.
“Nasıl yapacağımı bilsem durdurmaz mıydım, lanet olası?”
Tüm kafalar aynı anda ona döndü.
“Sadece kapat görmeyi ve duymayı. Bitir bunu.”
“Kaç! Kendi suçlarından kurtulmanın tek yolu bu, kaç!”
Sesler defalarca tekrar etti bir ağızdan. Yüzlerce insan onu suçlamaya devam etti. Her şeyin var olmasından kaynaklandığını dile getirip huzur istediler defalarca. Zess'in kıkırdadığını duydu nedense sonra. Zess'in sesi ona tekrar ulaştı, tüm o tuhaf seslerden sıyrılarak.
“Huzurlu bir yerde yaşadın mı şimdiye kadar küçük hanım? Rahat sana pek uymuyor.”
Uzaklarda kaybolan evladına ağıtını, sızlamalarını dinledi bir babanın Amber. Gözleri olsaydı ağlamaktan çatlardı. Kendi eşini yiyen birini gördü. Midesi olsaydı kusmaktan parçalanmıştı. Tüm bu üzüntü ve iğrençliğin içinde birinin sesi en çok ihtiyacı olan anda yanındaydı. Nasıl olduğunu bilmediği bir şeye karşı nasıl savaşabilirdi?
Emir alandan emir veren konumuna, askerden komutana geçmesi gerekirken o yerinde sayamazdı. Zaman azalıyordu. Bir yolunu bulmalıydı.
Gözleri kendisine benzeyen çocuğun yanına gitti ilk önce. Vahşi bir hayvana benziyordu. Karar verdiği anda parça parça ve acı veren bir bedene sahip olmuştu. Çıplak elleriyle öldürdü çocuğu. Kendisine tıpatıp aynı olan çocuğu…
Önünde kim olursa olsun yok edecekti. Engelleri ortadan kaldırdığında kazanmaması için bir sebep kalmayacaktı. Daha sonra gurubun içine girdi. Her bir yanlış düşünceyi yok etmek için baktı onlara.
Amber kendi yarattığı felaketi izledi sessizce. Hepsini yok etmişti. Hepsini engel saymıştı. Her seferinde bir korkusunu öldürüyordu ancak pisliğe bulanıyordu. Yıkanmanın, kurtulmanın bir yolu yok muydu? Neden bu kadar korkunç olmak zorundaydı?
Küçük bir kızın cesedini aldı eline. Özür diledi defalarca. Bu görüntülerin gerçek olmadığını düşünüyor olsa da içinden bir taraf deli gibi inanıyordu bu anın gerçekliğine. Ateşe verdi her yeri. Yeniden büyü kullanmaya başlamıştı. İlk kullandığı büyünün en acımasızı olması kendisinden nefret etmesine neden olmuştu. Aslında kendinden nefret etmeyi severdi o. Kendi elleriyle acıyla yoğurduğu korkunç tablo, ayaklarının altında kayıp giden insan yağı… Bütün bunların arasından sıyrılıp da saf ve temiz olmayı diledi.
“Keşke” dedi, “Keşke kahin olmasaydı da gerçekten prenses gibi büyüseydim. Tüm savaşları görmeksizin, inançla… Ancak savaş görmeyen asker olamaz, asker olmayanınsa savaşa karar vermesi aptallık... Belki de savaşmak için doğmasaydım, o kabarık elbiselere yakışabilirdim.”
En büyük odaya girdi Amber… Adımını attığı anda odanın duvarları yok oldu. Kül ve çamurdan topraklar içinde ülkesi işgale uğramış bir halkı gördü Amber. Tecavüze uğrayan kadınları ve çocukları, serserilerin eğlence için öldürdüğü adamları izledi. Yardım edeceğini sandığı adamın diğerinin kollarını koparışını gördü. Amber savaşın her halini canlı canlı izledi.
Nehyda dedikleri eski bir efsanede buldu kendini. Kale kuşatmasının altında tüm erzakları tükenince kendi ölülerini yiyenlerini gördü. Toprağa savurdu ellerini. Gökyüzünde kırmızıdan başka bir renk aradı. Kendi kendine mırıldandı.
“Onları öldürüp durmam hiçbir işe yaramıyor, yeniden diriliyorlar, lanet olsun! Buradan çıkmanın yolunu bulmalıyım.”
“Burası senin tüm karmaşalarının, tüm kâbuslarının olduğu yer. Hayal gücünüz bile korkunç, küçük hanım.”
Gözlerini araladığında karanlığın arasında yüzüne ayın ışıklarının vurduğunu fark etti. Birinin sert göğsüne yaslanmıştı kafası. Birinin kolları dolanmıştı belinde.
“Ne işin var burada?”
Cümlesinin bitimiyle öksürmeye başladı. Gördüğü korkunç kabusların ardına öksürdüğünde kan sıçramasını bekliyordu. Zess yorgun görünüyordu. Mırıldanır gibi cevapladı sorusunu.
“Canım istedi.”
“Neden uyandım bilmiyorum. Ama daha bitmedi. Buradan gitmen gerek, parçalanıyorum. Bu sana da zarar verecektir.”
“Uyanmadın. Sadece sana ulaşmayı başardım. Tam olarak burada da sayılmam aslında.”
Amber kafasının yanacağını düşünüyordu. Delirmiş miydi? Şu an tek eksiği delirmekti. Gözlerindeki ifadeden ne düşündüğünü anlayıp güldü Zess ve devam etti konuşmaya.
“Delirmedin. İllüzyonistim değil mi? Ben kendi büyümün esas şekliyim şu anda. Gerçek ve sahtenin ara noktalarından birindeyim. Ne burada ne de gerçekte olduğum yerdeyim. Bir süreliğine sana ulaşmak için büyü kullanıyorum.”
“Yani büyünü yanımda olmak için sahte bir gerçeklik yaratmakta kullanıyorsun. Peki, niye?”
“Kendini öldürüyorsun. Hep en zor olanı seçiyorsun. Sadece kabul et. Tekrar doğmak dediğin şey kendini geri dönemeyecek şekilde yok ettiğinde olmaz. Bunu bir rüya gibi düşün. Giderek zorlaşan bir sınav gibi… Ama sürekli hatırla bu gerçek değil, sadece bir rüya. Tamam, belki fazla gerçekçi bir rüya… Sonuna kadar dayan, seni yıkmasına izin verme. Ve o seslerden hiçbirini dinleme! Tekrar yanına gelecek kadar güçlü değilim çünkü.”
Amber düşüncelere dalmıştı. Tek yapması gereken süreç bitene kadar bilincini korumaktı. Eğer ki bir an olsun yitirirse yutulacaktı. Yanında olması iyi hissettiriyordu. Ancak birazdan geri dönecekti. Yine de garip geliyordu.
Zess, beyaz sürtük diye çağırdığı zamanlardan bu yana, çok değişmişti. Bu sadece artık küçük hanım diyor olması değildi. Şimdi o kadar tiksindiği gözyaşlarından birini kendine yaslamış, onu kurtarmanın yollarından bahsediyordu. Daha önce kurtardığı gibi… Amber sadece onun tarafından kurtarılmıştı. Bununla birlikte kaç kez kurtarılmıştı? İki? Üç mü?
Saçları gözlerinin önüne düşüyordu Amber’ın. Minnettar olduğu belli ve düşüncelere dalmış gözleri Zess’in üzerindeydi. Zess saçlarını kulağının arkasına itti. Ancak devam etmedi. O an öpebilirdi ama gitme vakti olduğunu düşünerek önce tereddüt etti, sonra vazgeçti.
Amber parça parça düşen gölgelerin onu geriye ittiği hissini duyduğu anda, Zess’e teşekkür etti ve ayağa kalkarak boşluğa tüm gücüyle koşmaya başladı. Yavaşça tekrar yutulurken boşluk tarafından, arkasına dönerek onu izleyen gence bağırdı. Sesinin ulaşıp ulaşmayacağından emin değildi, belki de bu yüzden daha cesaretli olmuştu.
“Geri döndüğümde, tereddüt etme.”
Bölüm sonu notu: Nihayet hikayede bir ship var yeeey :P Neyse...
Ruh Bedene Şekil Verdi: 24