21 Ağustos 2014 Perşembe

Ruh Bedene Şekil Verdi 23

Bölüm notu,
Bu bölümü yazarken kendimi çok kötü hissediyordum. Bölüme de yansımış olabilir. Eksikleri var ama daha düzenleyecek zamanım yok. Bitirdikten sonra düzenleyeceğim mutlaka bu bölümü de. RBŞV de bu bölümün özel adı var. Ve ayrıca diğer ekstrayı da yazdım, tamamen Hisuar yani vazgeçilen odaklı oldu. Amber'ın onunla ilgili görüşlerine yer verdiğim bir ekstraydı ancak istediğim kelime sayısına (yaklaşık 1K) ulaşamadığı için başka zamana erteledim.

Bölüm 23: Vazgeçilenin Yok Oluşu

Solgun mutlulukların ardına saklanan insanlar birer birer ölüyor, öldürülüyordu. Tüm gözler tek bir kişinin üzerinde dururken, o kişi var gücüyle çalışıyor ve eksiklerini kapatıyordu.

Zaman Amber’ın iyimser düşüncelerinden bile daha azdı. Birer birer sıralanan adımlar giderek hızlanıyordu. Bir umuda uzanan hayaller, dayanacak güç verirken ansızın gelen darbelerde yıkılmamak için direniyordu. Sınır boylarını bile kısa zamanda gezmişti. Casusları ile konuşmuştu. Her türlü hazırlığı yapıyordu.

Dinlenmeksizin devam ettiği çalışmalara gücü kalmamıştı. Gözleri sulanıyordu, her gün baş ağrısı tekrar geliyordu. Kendini tutamayıp ağlama krizlerine giriyordu. Bu bir çeşit kabullenişti bu. Tükenmekti. Her sabahı, kusarak geçirmeye başlamıştı. Belki başka biri olsaydı anlatan kişinin tam olarak diyeceği şeyler bunlardı. Ancak işte bunlar, o kızın asla yapmayacağı ve hatta böyle birini gördüğü anda küçümseyeceği şeylerdi. Kabullenmek, kendini yıpratmak, gerginlikten oluşan baş ağrıları ile kendini kandırmak, endişeyle ve karamsarlıkla bedenine eziyet etmek…

Amber kabullense bile asla kendine bu şekilde uzun süre eziyet etmezdi. Amber kendine başka şekillerde eziyet ederdi. Mükemmel olana kadar çabalamak gibi…

Bilgenin gördüğü şey kızın gücünün çabuk tükeniyor oluşuydu. Ancak anladığı kadarıyla, bu durum onun güçsüzlüğünden kaynaklanmıyordu.

Daha yakından incelediğinde ve üçüncü ustanın hisseden tanrı büyüsü sayesinde, kızın aşırılığa varan mükemmeliyetçiliğinin yüzünden bunun ortaya çıktığını anlamışlardı.

Amber hiçbir büyüde hata yapmıyordu çünkü. En zor ve karmaşık büyülerde bile ilk seferde tam olarak yapıyordu. İdareli kullanmak yerine var gücüyle çabalıyordu. Bu küçüklüğünden kalma bir alışkanlıktı.

Amber, Era’yı annesi gibi gördüğü kadar, onun hayranıydı da. Küçüklüğünde de bu yüzden her büyüyü tam ve doğru şekilde yaparak ustasının onayını almak istemişti. Bu, basit bir akış yoluna, haddinden fazla güç yüklenmesiyle sonuçlanıyordu. Ve Amber her seferinde farkında olmadan kendi büyü sınırlarına ve bedenine zarar veriyordu. Güçlü büyülerde kızın bedeninde ufak çatlaklar meydana geliyordu. Büyünün tedavi edici etkisi yüzünden etrafındaki aura daha fark edilmeden, bu çatlakları kapatıyordu.

Bunun iyi bir etkisi de olmuştu. Büyünün bedenine bu çatlaklardan defalarca sızması kızın büyü ile bütünleşmesine de neden oluyordu. Belki zor ve sancılı olacaktı. Hatta Amber’ın kendini parçalaması gerekecekti ama nihayetinde artık büyü sınırları ile bir sorunu kalmayacaktı.

Bu noktada bilge işleri Amber için zorlaştırarak büyüyle birleşmesini kolaylaştırıyordu. Bilezikler ve birkaç mühür büyüsü… Bileklerine taktığı bariyer bilezikleri büyünün çıkışını kısıtlıyordu. Mühür büyüleri kızın bedeninin bu ağır tempoda yıpranmasını önlüyordu.

Amber görünüm değiştiren rakibine karşı element bedenleyerek saldırıyor, geceleri hırsla uyuyordu. Şimdiye kadar yüzlerce mühür tekniğini denemişti. Ancak kendine has bir tekniğe sahip değildi. Her an aklında olan kazanma duygusu sabahları erkenden kalkıp onu hazırlıyordu. Sabah çalışmaları tüm hızıyla sürerken, öğleden sonra casuslarından gelen haberleri takip ediyor ve bir hedef çiziyordu.

Aslında mantık basitti. Seçmen meclisinin toplanmasına sebep olması yeterliydi. Seçmen meclisi, rütbelileri soylu aileler arasından seçen guruptu. Kendi kütüphanelerine sahip, inanılmaz boyutlarda tarih araştırması yapan büyücülerdi. Birkaçı da gizli bir şekilde, Yerdibi Sarayının güçlü kaynaklarını meydana getiriyordu.

Dev arenada, seçmen meclisi toplanmaya değer bulursa bir karşılaşma düzenlenecekti. Amber ve rütbelileri, Kahin ve rütbeliler ile karşı karşıya gelecekti. Tek bir rütbeli eksik olduğunda Amber mağlup olacak ve gözden düşmüş sayılacaktı.

Amber’ın azizleri tek başına seçmenlerin toplanması için yeterli değildi. Amber kendisi kadar güveneceği insanları toplamak zorundaydı. Bu konuda zamansızlık en büyük düşmanı olmuştu. Ancak üçüncü ile yaptığı konuşma gözlerinin önünden gitmiyordu.

Amber saraya çağrılıp kısa bir ziyaret yapmak zorunda kalmıştı. Acil çağrının nedenini öğrenmek için gittiğindeyse kendisini bekleyen ustaları görerek bir kez daha şaşırmıştı. Duygularını gizlemede başarılı biri olduğu için de sessiz kalmış, beklemişti.

Üçüncü kısa bir selamlaşmanın ardından hemen konuya geçerek sudan bir ayna oluşturmuştu. Üzerinde ise altı tane insanın görüntüsü belirmişti. Eksik rütbeli sayısı kadar insanı görünce Amber daha konuşma başlamadan neden bahsettiklerini anlamıştı. Çünkü böyle bir şeyi bekliyordu.

Görüntülerdeki insanlar nedense yabancı gelmiyordu. Hatta Nita’yı ve Sreren’i görür görmez tanımıştı. Anjaya’yla karşılaştığından emindi. Ziguic ve Jamahe… İsimlerini bile ilk kez duyuyor gibiydi. Faye ise tartışmanın bile zor olacağı bir tipe benziyordu.

“Onları hatırladın mı?”

Amber aklına Nita gelince hafifçe kıkırdayarak başladı konuşmaya.

“Nita’yı bilmeyen yoktur sanırım. Sreren’i ise çocukluğumdan beri tanırım. Birlikte adım attık buraya. Onun da benim gibi gelene kadar kimsesi yoktu. Soğuk görünen ancak bir anda parlayan, tahmin edilmesi zor biriydi.”

“Hayır. Hepsiyle karşılaştın. Onları seçmemizin ve de her gittiğin görevin bir nedeni vardı.”

Üçüncü usta teker teker görüntülere dokundu.

“O elini ilk tuttuğun günü aklından bir kez bile çıkartmadı. Demir meydandaki yangını hatırlıyor musun?

O senin büyük bir hayranın. Şimdiye kadar hiç fark etmeden onun gözünde çoktan büyüdün bile.

Bu ikisinin hayatını kurtardığından haberin yoktu değil mi?”

“Anjaya… Onun benden nefret ettiğinden eminim. Öğrenci sınavlarında onu çok kötü yenmiştim.”

“Yine de yaraları iyileşene kadar yanında bekledin. O bunu unutmadı emin olabilirsin.”

“Anıları ve zihinleri de mi görebiliyorsunuz?”

“Canlı olan her şeyi…”

Amber hatırladıkça gülümsüyordu. Bu muhabbetin devamında üçüncü ve ihtiyarın atışmalarına tanıklık etmişti çünkü. Doğrusu efsanevi ustalar birbirinden çok farklı insanlardı. Bir araya geldiklerinde o farklılıklarını geriye itmiş sapasağlam bağları, renkli konuşmaları ve zeki hesapları onları Amber’a daha da sevdiriyordu.

Ziyareti kısa tutmuştu Amber ve biran önce çalışma alanı olarak saydığı alana geri dönmüştü. Ancak tek başına değil, Eranor ve Rabi ile geri dönmüştü.

Beklemediği şey ise Zess’in eğitiminin ortasında yanına gelmek istemesiydi. Onların eşliğinde, Rabi bir arabaya bindirilmişti. Beyaz atlarda taşınmıştı buraya. Era ve Zess gelene kadar, şüphelendiği herkesi ayrım yapmaksızın öldürmüştü.

Eranor hasretle sarıldığı kızının zırhının altındaki bedeninde derin yaralar olduğunu daha uzaktan sezmişti. Bunu görür görmez fark eden tek kişi o değildi. Zess endişesini gizleyerek sordu.

“Eğitimin çok mu zor?”

“Olması gereken kadar, fazla değil. Sen neden geldin?”

“Tanıklık etmek istediğim bir an var, prenses.”

Amber, Rabi’nin tanınmaz hale geldiğini gördüğünde dipsiz bir karanlığa gömülmüştü. Her zamanki gibi ruh halini çabucak toparlamıştı. Amber her zaman duyguların birbirine dönüşmesinin elinde olduğuna inanırdı.

Amber ve bilge Rabi’yi de alarak nehre doğru yolculuklarına başladığında arkalarında Eranor ve Zess kalmıştı. Eranor Zess’e dönerek yılların eskittiği ses tonunda belirgin bir emir ile sormuştu.

“Gerçek nedenin ne?”

Zess geçiştirse de bu kadının asla inanmayacağını biliyordu. Açık konuşmak istedi. Amber’ı kastederek konuşmaya başladı.

“Onun ne halde olduğunu gördün. Büyü çoktan ruhunda delikler açmış. Bedeninden ruhun çıkarak tekrar şekil vermesi gerek. Belki hiç uyanmayacağı bir şekilde gömülecek. Ve o anda elimden bir şey gelirse yanında olmak istiyorum. Gerekirse yanında gömülerek, gerekirse ölerek…”

Eranor, Zess’in dikkatine hayret ederek bu ihtimali kafasında tartmış ve gerçek olduğu kanısına ulaşmıştı. Bu ise öfkelenmesine neden olmuştu. Bu kadar güçlü bir kadının öfkesi etrafındaki auradan bile hissediliyordu.

“Ruhun balçıkla arındırılması… Günyüzüne ilk bakış… Tekrar doğum büyüsü… Buna cesaret edeceğini bilseydim asla izin vermezdim. Kızımın kendine hiç acıması yok.”

Zess’in gözleri buza dönerken nefese dönen düşünceli bir ses çıktı diliyle dişinin arasından.

“Evet, yok. Bu yüzden o bu kadar çabalarken yanında olmaktan memnunum. Belki de kendi efendime âşık oldum.”

Zess kendisine ilk defa itiraf etmişti. İlk defa artık onu eskisi gibi göremeyeceğinden emin olmuştu. En çok kızıp en çok küçümsediği kızın gözünün önünde büyüyerek, kendi yapamadıklarını o kızın yapması gözünde onu ilahlaştırıyordu.

Bu durum yine de kuralı değiştirmiyordu. Zess hiçbir zaman ilk seven olmamıştı. İlk başlarda kızın gözbebeklerinin irileşmesini hayranlığına bağlamıştı. Ancak yine de davranışlarını sorgularken, kendini onu düşünürken bulmuştu. Basitçe kabul etmesi zamanını çalmıştı. Kural aynıydı, ilk seven kendisi değildi. Tahminlerinde nedense yanılmak istiyordu. Rütbelisine âşık bir prensesi halk nasıl bulurdu?

Aynı anda Amber, Rabi ve bilge Hisuar’ın yanına gelmişlerdi. Muhteşem manzara veren kristaller ve su damlaları etrafta başka bir görsel oluşturuyordu o gün. Ağaçların yaprakları yavaşça renginden arınmış, saflıkla parlar olmuşlardı. Lekesiz yeşilin en hoş tonlarıyla yanan kırmızı çiçeklerin yaprakları birbirine karışmıştı. Altın rengi su damlacıkları bu yapraklar arasında dans ediyordu.

Donmuş kristalin ardında prenses kendi kendine gülümsüyordu. Amber onun önceden gözlerinden her şeyi öğrendiğinin farkındaydı. Ancak izin isteyerek birer birer durumu anlattı.

Hisuar tek kelime bile etmedi. Yüzlerce bariyere sarılmış cesede dokundu. Küpelere tutunan cılız ruhu hissetti Hisuar. Birer birer açtı bariyerleri. Rabi’nin mühürlere, bariyerlere sarılı yüzünü ellerinin arasına aldı. Rabi’nin halini gördüğünde üzüldü. Üzüntüsü çok şey anlatıyordu. Rabi’nin bir daha dönemeyeceğini anlatıyordu ancak bunu sadece bilge çözebilmişti Hisuar’ın yüzünden.

“Bu seninle son görüşmemiz olacak sanırım prenses. İstediğim huzura kavuşabileceğim diye umuyorum.”

Amber’ın alandan uzaklaşmasını rica etti. Rabi’nin iyileşmesi küçük bir ihtimaldi. Eğer ki iyileşirse bilge onu nehirden çıkartacaktı. Ancak iyileşemezse iki ruh da parçalanacaktı ve Amber bir gözyaşı olarak Hisuar öldüğünde büyük bir acı hissedecekti. Hisuar bilgi küresi uzattı Amber’a. Daha önce rütbeliler ile karşılaşmış tüm gözyaşlarının anılarının toplandığı bu muhteşem küreyi de alarak uzaklaştı Amber. Son kez karşısında durup saygıda bulundu. Ve onu hep hatırlayacağına söz verdi Amber. Hisuar da onun önünde diz çökerek, bir kraliçeymiş gibi saygı gösterdi.

“Başarın için gittiğim gökyüzünde sana dua ediyor olacağım.”

Amber gitmek için iki kayıktan birine doğru adım atsa da yürüyemedi. Ağlamasına engel olamıyordu. Duygular değişebilirdi ama bu acı kadar güçlü hiçbir duygu yoktu. Amber asla birini ölümün kollarına atıp da huzurla gidemezdi. Kollarına sildi gözyaşlarını. Derin bir nefes alıp toparladı kendini. Hızla geriye döndü.

“Yalvarırım size yardım etmeme izin verin! Ben varisim… Mutlaka yapacağım, elimden gelen bir şey olmalı. Lütfen izin verin…”

Amber'ın ısrarlı konuşmasına Hisuar kahkahalar ile karşılık verdi. Hüzün dolu kahkahalardı bunlar. Gözleri yaşlıydı.

"Biliyordum senin bu karakterini... Ama sadece itiraf etmek istememiştim sana. Artık mecburum sanırım."

Hisuar, Amber'a sıkı sıkı sarıldı. Sonra geriye dönerek devam etti konuşmaya.

“Beni ölüme terk ettiğini mi düşünüyorsun varis? Ben intihar ediyorum! Korkma ve yürü ardına bakmaksızın. Bu ölümü ben istedim çünkü artık ardımda ülkemi emanet edeceğim birisini bırakıyorum. Ülkeme en güzel bakacak ve onu kurtaracak birisini… Ve ben senin sandığın kadar saf ve temiz hiç olmadım prenses.”

Amber bu sözlerin ne demek olduğundan habersiz bir şekilde konuşmaya başladı. Israrcılığı ses tonundan anlaşılıyordu.

“Beni ikna etmeye çalışmayın. Acıya katlanırım! Daha kötülerine katlandım.”

“Bunların hepsinin sebebi de bir yerde bendim. Saçlarının beyazını isteyerek mi verdim sanıyorsun?”

Hisuar anlatmaya başladı Amber’a. Tek bir sır olmaksızın söyledi gerçekleri. Kendisinden nefret etmesi gerektiğini söyledi.

Uzun zaman önce gerçekte vazgeçilen, kraliçe olduğunda rütbelisiyle evlenmişti. Lodsların saldırısında yara alarak mağlubiyetle dönen rütbelisinin adı Güneş’ti. Sonradan Dulkadınlar adını alacak şehrin kapısına kadar gelmişti Droular.

Güneş ise ağır yaralarıyla bayıltılarak getirtilmişti. En yakın dostu Enki öldükten sonra Güneş’in sözü vardı savaşmaya. Sözünü tutmamasının nedeniyse kendi karısıydı. Onun bayıltılması emrini veren ve bununla ona ihanet eden kendi sevdiceğiydi.

Vazgeçilen onun o halini görünce kendi karşı çıktığı büyüye izin vermişti. Güçlü büyücülerle yıkılan sunağı tekrar inşa ettirmişti. Etrafını saran büyücülere kendi ruhunu sunmak istemişti Hisuar. Bu sayede Tanrılar onu adak olarak alacak ve belki de ülkesine yardım edecekti. Bu yüzden adı vazgeçilen olmuştu ya.

Ancak tören sırasında Güneş uyanmış ve alana koşmuştu. O parçalanan bedeni görünce bağırarak sözünü hatırlatmıştı Hisuar’a. İkisinin beraber ölmeye sözü vardı. Güneş ona sarıldığında Hisuar onu atmaya çalışmış, aklına gelen her türlü yalanı söylemişti. Güneş gitmemişti.

İki beden de ruha dönüşmüştü. Sunak nehrine gelen şeyse tanrı değil iblis olmuştu. İki ruh sözlerini tutup ölmeden iblis nehirden çıkamaz olmuştu. Mühür bu şekilde vurulmuştu. Güneş sevdiğini nehrin iblisi dokunmasın diye oradan uzaklara atmıştı. Kendisi ise hapsolmuştu.

İblis, Dünya’ya gerçek kötülüğün ne olduğunu sunacak kadar güçlendiğinde, çıkmak ve kurtulmak istemişti. Yıllarca denemişti. Güneş’in tüm hafızasını silmişti. Bir başka bedenin içine hapsetmiş, ruhunu yeniden uyandırmıştı. Onun ruhunun Hisuar ile olan bağlarını kullanmış, onun gözleriyle görmüştü. Tüm varis adaylarını, tüm gerçekten ona karşı çıkacak kadar akıllı olanları Hisuar’ın gücü ile işaretlemişti.

O beyaz saçlar Hisuar’ın hediyesi değil, iblisin işaretiydi. Hisuar ise işaretlenen tüm kadınları korumak için çaba sarf etmişti. Bildiği her şeyin birer birer yanlış olduğunu öğrenmek ve buna katlanmak Amber için bile zordu.

Kendisinin özel olarak korunduğunu öğrenmişti. Yerdibi sarayının her hareketini bu sayede öğrenir olmuştu iblis. Hafızasız olarak yeniden bir bedende doğan Güneş’in, Hisuar ile bağlantısını kullanarak…

Tüm ölümler ve tüm bu acı aslında Hisuar’ın suçuydu. Krallığını korumak için kendini feda eden kadının suçuydu.

“Ölmeme izin vermelisin Amber… Bu sayede tüm gözyaşlarının izleri silinecek. Benim ölmemin iki yolu var, ya iblis tarafından kendi sevdiğimle beraber öleceğim ya da bu korkunç büyü ile yok olacağım. Affet beni, olur mu?”

Amber evet anlamında kafasını sallarken hazmetmeye çalışıyordu. O korkunç kahinin sadece bir piyon olduğu gerçeği aklına yatmıyordu. O iğrenç adamın aslında bambaşka biri olması… Bu ikilinin sözlerini tutamayacak kadar zayıf olmaktan başka bir suçu yoktu. Asıl suçlu iblisti. Nehri yok edeceğine dair kendine söz verdi. O Hisuar’ın soyundan olabilirdi ama o sözünü tutardı!

Amber geriye dönmek istediğinde bilgenin de kendisiyle gelmesinden anlamıştı. Rabi'nin geriye dönme gibi bir umudu yoktu. Bu sadece Hisuar'ın kendisi için istediği cenaze töreniydi.

Bölüm sonu notu:
Evet bununla yazamamış olduğum Ozanların Şarkısını da özetlemiş bulunmaktayım. Ozanların Şarkısı, Hisuar ve Güneş(Utu) arasındaki aşkı falanı fişmanı anlatıyordu ve romantizm yazamadığım için onu yarıda bıraktım. Gerçi diğer türlerde yazıyor muyum onu da bilmiyorum ama en azından devam edebiliyorum. Rabi'yi öldürürken biraz beklememin sebebini de okumuş oldunuz. Hisuar'dan tiksiniyorum ve onu öldürmek için beklettim. Huzur içinde uyu Hisuar.

0 yorum:

Yorum Gönder