23 Eylül 2014 Salı

Ruh Bedene Şekil Verdi 25

Bölüm 25
“Lodslar... Güneyin çöllerinden serin altı adaya kadar geniş bir imparatorluk kuran halk. Doğrusu soysuz, kırma itlerden oluşan halkı kendisine Lods denilmesine bayılıyor. Lods ne demek bilmiyorsunuz tabi. Loradsenn den gelen bir kelime. En şahane kralın yani Lorad’ın yurdu demek Loradsenn. Gümüş sarayını merkez alan ilk ülkenin adı... Madenleriyle övünen mükemmel ülkenin, değerli taşlarla isimlendirilen sarayların ülkesinin adı… Zamanla yok olmuş ancak arkasında devasa bir kültür bırakmış ülkenin topraklarına yerleşenler de kendilerince kullanmışlar bu ismi.
Bir halk olma bir bütün oluşturma ihtiyacıyla birleşmiş soysuzların adı olmuş lods. Gezgin görünümünde ziyaret etmiştim ülkelerini. Doğrusu hepsi de burnu alnından başlayan, kiremit tenli insanlardı. İlk bakışta uzun boylu insan yok gibiydi. Hiç de anıldıkları gibi inatçı durmayan kemiksiz düz suratları, kahve saçların önü perçemli kadınları şirin duruyorlardı. Ülkenin her yönde genişlemesinin de sonu vardı elbette. Bölgelere bölüp senato ile yönetilmenin sorunları da. Yönetimden anlamayan et kafalıların da etkisiyle vahşi ve saldırgan bir halktı Lodslar. Daha gezginliğimin ilk haftasında tüm paramı çaldırmış, çok sevdiğim kitaplarımdan başka bir şey kalmamıştı. Neyse ki her halk gibi keyiflerine düşkünlerdi. Doğrusu ilginç öykülerim ve eğlenceli şarkılarım sağ olsun lodsların yanında kalsaydım kesinlikle ünlü bir ozan olabilirdim. Özellikle de Salgeruna da. Salgeruna... Adına şiirler yazılacak bir şehir...”
Bütün bu sözlerin ardında bir günü daha duvara fırlatılmış tamamlıyordu Anjaya. Kum alana düştüğünde boynu kırılmadığı için şanslı hissediyordu. Normal bir duvar olsaydı iz bırakmış, üzerinde ve kumda büyüler olmasaydı ölmüş olurdu.
Kendisi için gelen ustayı gördüğünde şaşırmıştı aslında. Bu kadar yaşlı bir kadından eğitim alacağını duyduğunda diğerlerine göre daha az zorlanacağını düşünmüştü. İçinden bir ses ise bu kadının tecrübesinin kendisini ezip geçeceğiydi. O sesin haklı çıkmaması için olumlu düşünmeye çalışıyordu.
“Ayağa kalk benim sevgili öğrencim.”
Kadının en azından batı bölgesinden olmasını çok isterdi. Ancak tam aksine doğudandı. Kültür olarak da büyü olarak da aynı ülkenin içindeki en zıt köşelerini oluşturuyorlardı. Beyaz saçları örülmüş ve kafasının etrafında sarılmıştı kadının. Elinde aksesuar gibi kullandığı ve aslında hiç de yaslanmadığı bastonu vardı. Suratı avucun içinde iyice kırıştırılmış bir kağıt kadar buruşuktu. Derisi ince kalmıştı ve damarları mor ve yeşil ortaya çıkmıştı. Ve Anjaya’yı hiç zorlanmadan yerden yere vuruyordu.
Kulağının yanında dev bir su perdesi havada mantar gibi patladığında Anjaya bir adımla hayatta kalmıştı. Bu kadın resmen ne kadar yaralanacağını umursamıyor görünüyordu. Anjaya hissettiği keskin ağrı ile gözlerini omzuna kaydırdığında ne kadar kaçabildiğini anlamıştı. Omzundaki o kesik en uzak göz tarafından bile görülebilirdi. Ve o an Anjaya için yavaş geçmeye başladı. Kolunun gözünün önünde havada süzülüşünü görmek gerçekten çok fazla insanın başına gelmezdi. Anjaya bunun için kendini şanslı saymalıydı ama acıdan kıvranıyordu.
Kadın resmen onu paramparça edip yine de ayağa kalkmasını istiyordu. Anjaya alana baktı. En son düşen kendisi gibi görünüyordu. Ve halen daha savaşan Nita vardı.
“Başkalarını izlemekten kendi savaşına odaklanamıyorsun. Bu kısa savaşta rahatlıkla söyleyebilirim ki kendini odaklamaktan yoksunsun. Neden?”
Ustası bunları söyledikten sonra, öğrencinin kopmuş koluna bakarak iç geçirdi ve şifa mühürleriyle kolunu yerine oturttu. Ona iyileşmesi için zaman veriyordu. Anjaya oturduğu yerden diğerlerini izlemeye koyuldu. Ustası da mühürcü olduğu için şifa vermek onun alanına giriyordu. Alandaki diğer rütbeli adaylarını daha doğrusu adaylardan geriye kalanları iyileştirmeye gitti.
Anjaya üzerindeki o bütün mühürlere rağmen böyle yaralar aldığı için kendinden utanıyordu. Diğerlerinin savaşlarını kafasında tekrar değerlendiriyordu.
Ziguic’in sarayın en korkulan ustasının yanında şansı olmayacağını düşünse de Zi beklediğinden iyi dayanmıştı.
En çok da Jamahe’ye şaşırmıştı. O tembelin savaş başladığı anda nasıl değiştiğini görerek bir kez daha görünüşün hiç olduğuna emin olmuştu. Bariyerciydi ve tartışmasız güçlüydü. Ustasını oyaladığında, Anjaya onun yapacağı hiçbir şey olmadığından emindi. Ancak çok geçmeden bir açık yakalayan Jamahe, ustanın büyülerini kapatmıştı.
Bir efsane ustayı sınırlamak… Bu çok havalıydı. Ama ne yazık ki büyü kullanmadan savaşırken bile usta çok güçlüydü. Ve Jamahe’nin bariyeri çok hızlı kırılmıştı. Jamahe zorda kaldığı her anı mühürlerle kapatmaya çalışıyordu. Ustası bir fırça kullanmazken, Jamahe her seferinde fırçaya mecbur kalıyordu. Başka türlü büyü gücü ustaya zarar verecek kadar yüksek değildi. Element bedenlemeyi de güç bariyeriyle birleşmeden kullanamıyordu.
Sreren ise Jamahe’den daha havalı gelmişti Anjaya’ya. Bir anda üç farklı canavarından birine dönüşüyordu. İlk defa şeytan evcilleyen birini görüyordu. Çok çok nadirdi bu. Bir illüzyonistten daha nadirdi. Bedeninden çıkan kanatlar ya da hayvan pençeleri… Ancak bunun haricinde o da mühür kullanmayı tercih ediyordu.
Faye’ye tek bir büyü tipi kalıyordu. Feda etmeye dayalı yasak büyü. Bunu rütbeliler harici kullanmak yasaktı. Ancak Faye bir tapınak rahibesiydi. Bu da o sevimli ve temiz suratını açıklıyordu. Savaşırken Faye sürekli gülümsüyordu ve Anjaya alandaki diğer erkekler gibi o anda kaybolup gitmek istiyordu. Yasak büyü hariç her şeyi kullanıyordu. Yasak büyü için feda edeceği şey bir hayvan olabilirdi ya da insan… Belki de kendi canını feda ederdi. Bu yüzden kullanmıyordu.
Faye’yi izlemek antik bir ayini izlemekle aynıydı. Kızın hareketleri bir çeşit tapınmaydı. Kendinden geçiyordu, gözleri kapalı hareket ediyordu. Sanki tüm varlığı başka bir yerdeymiş gibi saldırıyordu.
En sevdiği savaşın sona kalması ise onun için güzel bir şeydi. Nita savaşıyordu ve Anjaya bu şekilde uzun süre yaralı kalsa canını çok da umursamazdı. Yeşil cüppeli usta ilk bakışta Nita yaşlarında sayılacak bir gençliğe sahipti. Ve yakışıklıydı. Bu hoşuna gitmemişti. Neden saraydaki tek kadim silah kullanıcısı usta, kızların gözdesi olan kişiydi? Anjaya kendini şanssız hissediyordu. Ayrıca kırklı yaşlarına varmış birinin bu kadar çekici olması yasaklamalıydı! Ve neden Nita’ya bu usta eğitim veriyordu?
Nita’nın o mühür şeritleri satın aldığını düşünmüştü Anjaya hep. Ancak bu kadar pahalı mühürleri kendisinin yapacağı, savaşı görene kadar aklına gelmemişti. Nita koşarken bir yandan da havaya hayali harfleri çiziyordu. Harfler, o hızda koşarken kusursuz bir şekilde yan yana geliyordu ve parıldayarak bir başka şerite dönüşerek küçülüyordu. Muhteşemdi çünkü şeritlerdeki harfler bir sanattı. En zor yazı sanatıydı. En güzel yazı sanatıydı. Bu hızda o harfleri kusursuz kıvrımlarda çıkartabilmek… Nita boşuna rütbeli adayı değildi. Anjaya, Nita’nın yemek yerken bile elinde kalem olmasını şimdi anlıyordu.
Nita daha bir kez bile düşmemişken kendisi yerden yere vurulmuştu. Bu hoşuna gitmemişti. Gerçi daha kuklasını kullanamamıştı. Daha çok dayak yemekle meşguldü. Ya da ustasının dediği gibi etrafını izlemekle meşgul de olabilirdi. Herkesin yerden kalktığını görünce kendine gelmişti. Hepsi de iyileşmiş miydi? Ustasının kendisine hayal kırıklığıyla baktığını görünce biraz utanmıştı Anjaya. Ustasına nasıl iyileştiklerini utanarak sordu Anjaya.
“Üstünde oturduğun kum tamamen mühür kaplı… Bu benim şifa mührüm ile birleştiğinde taze yaraların hemen iyileşmesini sağlar. Ama unutma, bunun da bir sınırı var. Biraz daha dikkatini vermelisin oğlum.”
Ustası ona bunu söylerken Ajaya’nın gözleri diğerlerindeydi. Bir an Nita’nın gözlerinden süzülen bir damla yaş ile “abla” diye mırıldandığını duyar gibi oldu. Bir varis adayı olduğu söylendiğinde de aynı şekilde mırıldanmıştı. Bu yüzden bu kadar çabalıyor olmalıydı. Kendisi içinse sadece çağrılmış olmanın onuru vardı.
Yutkundu. Diğerlerinin de gözlerinde bir inanç vardı. O ise bu mücadeleleri sadece eğlence olarak görmüştü. Büyülerin eşliğinde kaybettiğinde bile acısı azalıp kayboluyordu.
“Kaybetmiş olabilirsin. Ama kendini öldürmek zorunda mısın?”
“Tüm ailemin önünde rezil oldum. Mahvoldum.”
“O zaman bir an önce iyileş ve güvenlerini geri kazan.”
“İyileşmek isteyerek, inanarak olan bir şey mi sanki?”
“Benim hayatımda inançtan ve istemekten başka tek bir şey bile yok!”
Anjaya her şeyi çabuk unuturdu. Ancak bu konuşma hariçti. Amber adlı bir kızın onu çok korkunç bir şekilde yendikten sonra söylediği bu sözler hariç… Anjaya büyüden beden almamış, soysuz bir isme yani enne bir isme sahip Amber adlı biri tarafından yenilmiş ve yine onun merhametiyle sarılmıştı. Enne isim… Ailesinden bir ismi bile almayanlara verilen isimlere denirdi. Bir enneye karşı yenilmek… Aşağılanmaktı ancak bu kızın merhametinde aşağılamanın zerresi yoktu. Giderken bile bir daha karşılaşacaklarının sözünü vermişti kız. O karşılaşmaya sağlam çıkmak istiyordu. Evet, artık ayağa kalkmalıydı.
“Bana başka seçenek bırakmadın öğrencim. Şu andan itibaren aramızdaki savaş ölümüne bir hal alacak. Yani tüm gücünü kullanmalı ve hayatta kalmalısın. Biraz önceki su bileziği artık kolunu ya da omzunu değil, doğrudan bedenini ikiye ayıracak.”
Anjaya daha tepki veremeden etrafın kararmasını izledi. Siyah duvarlar canlandı.
“Rütbelilerin güçlerini merak ediyor musun öğrencim?”
“Evet, ancak rütbelilerin güçlerini görüp de canlı olan tek bir kişi bile yok.”
“Bizim kaynağımız diriler değil öğrencim, vazgeçilen aracılığı ile ölülerden toplanan bilgi… Birazdan onlardan birine şahit olacaksın ve şimdi hayatta kalmayı başaramazsan o zaman kazanmak için bir gücün olmayacak. Pes edip gidebilirsin istediğin an.”
Anjaya ustanın gözlerindeki o garip nefreti sezdiği anda öldürmekten çekinmeyeceğini anlamıştı. O sevecen yaşlı kadının gözleri artık nefretle bakıyordu.
Anjaya ayağa kalktı. Mavi yıldırımları gezindi toprakta. Hayatta kalmak? Kazanacağımı neden düşünmüyor? Hak ettiğim bu mu? O halde kuklamla tanışmalı! Bu fikrini değiştirmem gerek. Gözlerini yumdu. Ceplerindeki taşlar etrafında dönerek hareketlendi. Anjaya saydam bir bedende dev boyutlara ulaşmıştı. Bir şövalye hayal etmeye çalıştı. Dev bir savaşçı bedeninde biçimlendirecekti kuklasını. Altın zırhında, mühürlerle donatılmış miğferiyle, güçlü ve korkunç bir kral hayal etmeye çalıştı.
“Şövalye mi? Sen soytarısın!”
Anjaya bu sözleri duymamalıydı. Biçimlendirme sırası kısacık bir süreydi ve erişilemez olmalıydı. Ancak şövalyesi bir soytarıya dönüşmüştü bile. Neden etrafını fazla dinliyordu? Neden sadece istediğine odaklanamıyordu? Anjaya bunları düşünerek çıldırmak üzereydi. Herkesin olmak istediği bir şövalyeden, gülünen bir soytarıya…
Rengarenk yamalı elbiseyle soytarı… Biçimsiz bir surat ve devasa bir rezalet! Anjaya elde edebildiği kuklasını görünce utandı. Ancak kuklası gene de ilk saldırıyı karşılamayı başarmıştı. Sonra kendine geldi Anjaya. Evet, ben olsa olsa bir soytarıyım.
Tek ayağı havada, teki ayakucunda duran soytarısı kıvrılıp, dönüyordu. Gülen bir surat oluştu. Sürekli dans ediyordu. Biçim kazandı, hayat buldu soytarı. Ağlayan gözler ve kahkaha atan bir surata büründü. Anjaya iplerini kutsadı. İplerini hayat bağıyla bağladı.
Toplar çevirdi ellerinde soytarı. Kahkahaları yankılandı siyah duvarlarla çevrilmiş alanda. Toplar mühürlerle çevrelendi ve ateş saçtı etrafına. Ustası hiçbir saldırıdan kaçmıyordu bile. Değen ateş topları onun canını acıtacak kadar güçlü değildi çünkü.
Anjaya gözlerini, kulaklarını kullandı. Gözlerini, kulaklarını kutsadı kuklanın. Kukla görür ve duyar oldu. Kafasını etrafında çevirdi. Her şeyi inceledi, ustayı gözlemledi. Ustanın her fırtınasından, her rüzgarından, her su dalgasından kaçtı. İpler belirdi yüksek duvarların üzerinde. Kukla tellerde atlayarak yer buldu kendine, kimi zamansa ters sallandı. Oyun oynadı ustanın ölümcül ateşleriyle.
Karşılık bekleme zamanıydı. Usta bölündü, parçalandı ve alanda yüzlerce oldu. Yüzlerce farklı kadın, yüzlerce farklı insan bedeni çıktı topraktan… Her biri farklı güçlerdeydi.
Anjaya’nın soytarısı bu sayıca çok kalabalıktan sadece en güçsüzlerini yok edebiliyordu. Hangisinin gerçek usta olduğunu bilemiyordu.
Kollarını verdi kuklasına, soytarının kolları ve büyüleri daha güçlü oldu. Anjaya yaptığı şeyin farkındaydı. Eğer hayat bağları, ruhunu ve bedenini paylaştığı kukladan koparılırsa kutsadığı her uzvunu gerçekte yitirecekti. İki şansı vardı; yenilecekse kukladan vaktinde geri almalıydı ya da mutlaka yenmeli ve bağları korumalıydı.
Bağları şimdiye kadar Amber’dan başkası keşfetmemişti. O da keşfettiğinde bağırarak geri almasını söylemişti. O zaman kulaklarını vermemişti kuklaya, ancak şimdi daha en başından duyuları karşılığında güç almıştı.
Anjaya karanlıktan korkardı. Duygularından arınmış o daracık alanda kalmaktan korkardı. Ölü ruhlarla temas halinde olduğu kuklanın bedeninden korkardı. Tamamlayamamıştı, kuklaya hükmedememiş ve onunla birleşememişti. Bu yüzden ne zaman tam güç kullanacak olsa ruhu daracık bir alana hapsolur, savaş bitene kadar kör, sağır ve dilsiz kalırdı. Korkuyordu bu yerden. O korkunç duygudan…
Bağların koptuğunu hissettiği anda acı hissi geri gelmişti. Kuklası kollarını kaybetmişti. Şu ana kadar en yüksek gücü verdiği kuklası yeniliyordu. Bedeni parça parça geri geliyordu. Gözleri ona geri dönmüştü. Kuklasının gözleri oyulmuş olmalıydı. Çok geçmeden kulaklarını ve hislerini de geri aldı.
Gözlerini açtığında bir ucubeyle karşılaşmıştı. Kukladan geriye paramparça bir ucube kalmıştı. Kendisi ise neredeyse tamamen parçalanmış bir bedenle havadaydı. Bedenini kimsenin görmesi mümkün değildi. Ancak her kuklacı kendi kuklasında bir sembol bırakırdı. Kendilerini anlatan sembol bulunduğu anda kuklacının bağları da ortaya çıkardı.
“Pes edebilir, sarayı terk edebilirsin… Ya da onurunla ölmeyi tercih edersin. Gördüm.”
Ustanın dediği şey belliydi. Sembolü ve bağları görmüştü. Anjaya bir an bile beklemedi, bağlara asıldı. Ne yaptığının farkında değildi ama kuklanın bağlarını elleriyle tutmak, hissetmek istedi. Bu sefer yaşamak, kuklasını yaşatmak istiyordu.
Paramparça olmuş kuklaya baktı ve “Beraber yaşayıp, ölelim” dedi. Kukla yırtık elbisesi ve kırık kollarıyla ayağa kalktı. Kahkahası bir kez daha yankılandı. Etten kırbaçlar dolaşıyordu etrafında onlarca, alev ve rüzgar çevresini kuşatmıştı. Dört kadın etrafında dua eder gibi suya hükmediyordu. Rüzgara gizlenmiş bedenleriyle dört erkek etraflarında çevirdikleri sivri kayalar ile hazır bekliyordu.
Anjaya kuklanın bedenine tam olarak soktu kendini. İplerini kendi elleriyle kesti. Artık kukladan başka bir ruhu, bir bedeni kalmamıştı. Daha önce hiç cesaret edemediği bir şeye kalkışmıştı. Kaybetmek istemiyordu.
Soytarının şekli değişti, bir rahip oldu. Gözleri ateş saçan, yerlere kadar inen düz elbisesinin başlığı gözlerine kadar inen gösterişsiz bir rahip… Ağlayan heykellerin yas tutan rahiplerinden birine dönüşmüştü Anjaya. Öyküsüne en üzüldüğü rahibin bedenine girmişti.
“Anlıyorum, intihar etmeyi seçtin. Onursuz bir davranış… Ve yine onurunu yitirmiş bir rahibin bedenine girdin, kendi prensesini yok etmiş bir onursuzun bedenine.”
“Çaresizdim. Kendimi lanetleyecek kadar onursuzdum, asla affedemeyecek kadar. Affedildiği halde kendini bağışlamayan ben bağışlanmak isteyen bir ruhla geri döndüm. Efendimin varisine hizmet etmek için geri döndüm.”
Cevap veren Anjaya değildi, kuklasıydı.
Dalgalar birbiriyle yarıştı. Et ve kan kılıç ve kalkan oldu.
Anjaya onlarca bedeni bakışlarıyla biçti.
O zaten ölmüştü. Bedeni ile olan hayat bağlarını kendi elleriyle kesmişti. O halde son kez kazanmak ve kendi kuklasıyla beraber son bulmak istiyordu.
Kuklası onunla konuşuyordu. Buna inanmasa da kuklası ona talimat veriyordu. Roller değişmiş gibiydi.
Elleri iki kıskaca dönüşmüştü. Dokunduğu anda zehir mührü ile birleşerek saldırıyordu.
Başka bir büyü daha var Anjaya…
Kuklası ona bunu söylediğinde şaşırmıştı, anlamsız bulmuştu. Ancak ona sadece bu kadını yenmek istediğini söyledi. Kuklası da eninde sonunda galibiyet sözü verdi. Anjaya için eninde sonunda değil sadece son kavramı vardı.
Alanda sadece tek bir kadın kalana kadar hepsini sildi Anjaya. Yıpranmanın acısını tatmıştı. Alanı paramparça etmenin keyfini tatmıştı. İlk defa usta geri çekiliyordu.
Ters dönen mührü gördüğü anda anladı Anjaya. Zıt mührü kullanmaya başlamıştı usta. Zıt… Her saldırıyı tersine çevirebilecek bir mühür büyüsüydü. Yansıtabilirdi ya da yapılan büyünün tersine çevirebilirdi. Aydınlığı karanlığa çeviren güneş gibi…
Ustanın beklediğini görünce bu fırsatı değerlendirmek istedi Anjaya. Kuklası ateşle çevirdi kadını. Zıt mühür etkinleşse bile geri yansıtması nafileydi, kadın yanmış olacaktı. Gözleri ulaştı kadına ve kadın yanmaya başladı.
“Bir hata daha öğrenci! Neden geri çekildim ve bekledim düşündün mü? Zıt mührü yansıtmak için değil, yapılan büyüyü tersine çevirmekte kullandım. Sen hasar verici bir büyü kullandın ama bu bende tedavi oldu.”
Ustanın bedenindeki tüm hasar düzelmişti. Buna karşılık Anjaya gücünün tükenmeye başladığını hissediyordu. Yaptığı hata aslında şuydu, var gücüyle hasar vermeye çalışmıştı. Bu ise ustanın tüm o güçle yenilenmesini sağlamıştı. Anjaya için oyun bitmişti. Kaybederek mi ölecekti?
Bir başka zıt kullanıp büyü için beklemekse tamamen boştu. Anjaya’nın bu zayıf güçle oluşturduğu zıt büyüsü ustanın enerjisi karşısında kırılacak ve daha fazla zarar verecekti.
Usta elinde dev bir buzu omzuna sapladı. Yere düşmüş kukla buza dokunduğu anda usta buzu daha da dondurdu. Eli yapıştı kuklanın buza. Bir diğer buz ise ayaklarından yukarıya çıktı. Kukla donmuştu. Sert bir rüzgar kılıçtan daha keskin bir halde ilerledi ve kafasını gövdesinden uzağa fırlattı.
Kuklanın halen gören gözleri kendi boynundan fışkıran kanla boyanmıştı. Anjaya gözlerini teslimiyet içinde yumdu. Kulaklarında ustasının sesi canlandı.
“Daha ölmek için gençsin bu ne acele öğrenci? Bugün nihayet seninle ilgili umutlarım arttı. Saraydan gitmek istesen bile göndermeyecektim doğrusu. Çünkü böyle bir yetenek kolay bulunmaz. Daha ilk savaşlardan kafa tutmayı başardın. Nelere dönüşeceğini merak ediyorum. Yarınki dersimiz sabahın ilk ışıklarında. Unutmadan ekleyeyim, tedavi için beklemen gerekecek. Sanırım alandaki diğer öğrencilerden bir kısmı şoka girmiş durumda.”
“Ancak hayat bağlarım koptu. Nefes alamıyor olmam gerek.”
Anjaya konuşabildiğini fark edince hayretle açtı gözlerini. Paramparça olmuş bir haldeydi ancak kendi bedenine dönmüştü.
“En güçlüsü kopmamış demek ki öğrencim. Yakın zamanda Nita ile birlikte savaşmaya başlayacaksınız, çünkü Azul her zaman isimsiz rütbeli ile birlikte gezer. Savaşların birlikte olma ihtimali de var bu nedenle…”
Tek bir bağ kaldı, hatıralarınız. Bunu silmeye kimin gücü yeterdi efendim? Bedeninize geri dönün ve dinlenin. Birlikte yaşayacağız, birlikte utançlarımızı sileceğiz. Dileklerinizi gerçekleştirmek için hazırda bekliyor olacağım. Lütfen unutmayın efendim, kendinize inancınızı, verdiğiniz söze bağlılığınızı yitirirseniz son hayat bağınız da kopacaktır. Lütfen kendinizi güçlü tutun efendim.
Anjaya bayılmadan önce son olarak kendi kuklasının sesini duymuştu. Huzur veriyordu bu ses ona. Çünkü sesin sahibi çok tanıdıktı. Utanç anıtı dikilen rahiplerden biri kendi akrabasıydı. Onun tüm öyküsünü ve üzüntüsünü bir öykü gibi dinlemişti çocukluğunda. Gizlice utanç anıtına ziyarete gitmişti bir kere. O zaman “Keşke seni bu utançtan kurtarmanın yolunu bilseydim. Bir yolunu bulursam sana söz veriyorum, daha fazla yüzünü gizlemek zorunda kalmayacaksın.” Demişti. Belki de bu yüzden atası onun kuklasına şekil vermişti.

0 yorum:

Yorum Gönder