Bölüm 25
“Lodslar... Güneyin çöllerinden serin altı adaya kadar geniş
bir imparatorluk kuran halk. Doğrusu soysuz, kırma itlerden oluşan halkı
kendisine Lods denilmesine bayılıyor. Lods ne demek bilmiyorsunuz tabi.
Loradsenn den gelen bir kelime. En şahane kralın yani Lorad’ın yurdu demek
Loradsenn. Gümüş sarayını merkez alan ilk ülkenin adı... Madenleriyle övünen
mükemmel ülkenin, değerli taşlarla isimlendirilen sarayların ülkesinin adı…
Zamanla yok olmuş ancak arkasında devasa bir kültür bırakmış ülkenin
topraklarına yerleşenler de kendilerince kullanmışlar bu ismi.
Bir halk olma bir bütün oluşturma ihtiyacıyla birleşmiş
soysuzların adı olmuş lods. Gezgin görünümünde ziyaret etmiştim ülkelerini.
Doğrusu hepsi de burnu alnından başlayan, kiremit tenli insanlardı. İlk bakışta
uzun boylu insan yok gibiydi. Hiç de anıldıkları gibi inatçı durmayan kemiksiz
düz suratları, kahve saçların önü perçemli kadınları şirin duruyorlardı.
Ülkenin her yönde genişlemesinin de sonu vardı elbette. Bölgelere bölüp senato
ile yönetilmenin sorunları da. Yönetimden anlamayan et kafalıların da etkisiyle
vahşi ve saldırgan bir halktı Lodslar. Daha gezginliğimin ilk haftasında tüm
paramı çaldırmış, çok sevdiğim kitaplarımdan başka bir şey kalmamıştı. Neyse ki
her halk gibi keyiflerine düşkünlerdi. Doğrusu ilginç öykülerim ve eğlenceli
şarkılarım sağ olsun lodsların yanında kalsaydım kesinlikle ünlü bir ozan
olabilirdim. Özellikle de Salgeruna da. Salgeruna... Adına şiirler yazılacak
bir şehir...”
Bütün bu sözlerin ardında bir günü daha duvara fırlatılmış
tamamlıyordu Anjaya. Kum alana düştüğünde boynu kırılmadığı için şanslı hissediyordu.
Normal bir duvar olsaydı iz bırakmış, üzerinde ve kumda büyüler olmasaydı ölmüş
olurdu.
Kendisi için gelen
ustayı gördüğünde şaşırmıştı aslında. Bu kadar yaşlı bir kadından eğitim
alacağını duyduğunda diğerlerine göre daha az zorlanacağını düşünmüştü. İçinden
bir ses ise bu kadının tecrübesinin kendisini ezip geçeceğiydi. O sesin haklı
çıkmaması için olumlu düşünmeye çalışıyordu.
“Ayağa kalk benim
sevgili öğrencim.”
Kadının en azından batı
bölgesinden olmasını çok isterdi. Ancak tam aksine doğudandı. Kültür olarak da
büyü olarak da aynı ülkenin içindeki en zıt köşelerini oluşturuyorlardı. Beyaz
saçları örülmüş ve kafasının etrafında sarılmıştı kadının. Elinde aksesuar gibi
kullandığı ve aslında hiç de yaslanmadığı bastonu vardı. Suratı avucun içinde iyice
kırıştırılmış bir kağıt kadar buruşuktu. Derisi ince kalmıştı ve damarları mor
ve yeşil ortaya çıkmıştı. Ve Anjaya’yı hiç zorlanmadan yerden yere vuruyordu.
Kulağının yanında dev
bir su perdesi havada mantar gibi patladığında Anjaya bir adımla hayatta
kalmıştı. Bu kadın resmen ne kadar yaralanacağını umursamıyor görünüyordu.
Anjaya hissettiği keskin ağrı ile gözlerini omzuna kaydırdığında ne kadar
kaçabildiğini anlamıştı. Omzundaki o kesik en uzak göz tarafından bile
görülebilirdi. Ve o an Anjaya için yavaş geçmeye başladı. Kolunun gözünün
önünde havada süzülüşünü görmek gerçekten çok fazla insanın başına gelmezdi.
Anjaya bunun için kendini şanslı saymalıydı ama acıdan kıvranıyordu.
Kadın resmen onu
paramparça edip yine de ayağa kalkmasını istiyordu. Anjaya alana baktı. En son
düşen kendisi gibi görünüyordu. Ve halen daha savaşan Nita vardı.
“Başkalarını izlemekten
kendi savaşına odaklanamıyorsun. Bu kısa savaşta rahatlıkla söyleyebilirim ki
kendini odaklamaktan yoksunsun. Neden?”
Ustası bunları söyledikten
sonra, öğrencinin kopmuş koluna bakarak iç geçirdi ve şifa mühürleriyle kolunu
yerine oturttu. Ona iyileşmesi için zaman veriyordu. Anjaya oturduğu yerden
diğerlerini izlemeye koyuldu. Ustası da mühürcü olduğu için şifa vermek onun
alanına giriyordu. Alandaki diğer rütbeli adaylarını daha doğrusu adaylardan
geriye kalanları iyileştirmeye gitti.
Anjaya üzerindeki o
bütün mühürlere rağmen böyle yaralar aldığı için kendinden utanıyordu.
Diğerlerinin savaşlarını kafasında tekrar değerlendiriyordu.
Ziguic’in sarayın en
korkulan ustasının yanında şansı olmayacağını düşünse de Zi beklediğinden iyi
dayanmıştı.
En çok da Jamahe’ye
şaşırmıştı. O tembelin savaş başladığı anda nasıl değiştiğini görerek bir kez
daha görünüşün hiç olduğuna emin olmuştu. Bariyerciydi ve tartışmasız güçlüydü.
Ustasını oyaladığında, Anjaya onun yapacağı hiçbir şey olmadığından emindi.
Ancak çok geçmeden bir açık yakalayan Jamahe, ustanın büyülerini kapatmıştı.
Bir efsane ustayı
sınırlamak… Bu çok havalıydı. Ama ne yazık ki büyü kullanmadan savaşırken bile
usta çok güçlüydü. Ve Jamahe’nin bariyeri çok hızlı kırılmıştı. Jamahe zorda
kaldığı her anı mühürlerle kapatmaya çalışıyordu. Ustası bir fırça
kullanmazken, Jamahe her seferinde fırçaya mecbur kalıyordu. Başka türlü büyü
gücü ustaya zarar verecek kadar yüksek değildi. Element bedenlemeyi de güç
bariyeriyle birleşmeden kullanamıyordu.
Sreren ise Jamahe’den
daha havalı gelmişti Anjaya’ya. Bir anda üç farklı canavarından birine
dönüşüyordu. İlk defa şeytan evcilleyen birini görüyordu. Çok çok nadirdi bu.
Bir illüzyonistten daha nadirdi. Bedeninden çıkan kanatlar ya da hayvan
pençeleri… Ancak bunun haricinde o da mühür kullanmayı tercih ediyordu.
Faye’ye tek bir büyü
tipi kalıyordu. Feda etmeye dayalı yasak büyü. Bunu rütbeliler harici kullanmak
yasaktı. Ancak Faye bir tapınak rahibesiydi. Bu da o sevimli ve temiz suratını
açıklıyordu. Savaşırken Faye sürekli gülümsüyordu ve Anjaya alandaki diğer
erkekler gibi o anda kaybolup gitmek istiyordu. Yasak büyü hariç her şeyi
kullanıyordu. Yasak büyü için feda edeceği şey bir hayvan olabilirdi ya da
insan… Belki de kendi canını feda ederdi. Bu yüzden kullanmıyordu.
Faye’yi izlemek antik
bir ayini izlemekle aynıydı. Kızın hareketleri bir çeşit tapınmaydı. Kendinden
geçiyordu, gözleri kapalı hareket ediyordu. Sanki tüm varlığı başka bir
yerdeymiş gibi saldırıyordu.
En sevdiği savaşın sona
kalması ise onun için güzel bir şeydi. Nita savaşıyordu ve Anjaya bu şekilde
uzun süre yaralı kalsa canını çok da umursamazdı. Yeşil cüppeli usta ilk
bakışta Nita yaşlarında sayılacak bir gençliğe sahipti. Ve yakışıklıydı. Bu
hoşuna gitmemişti. Neden saraydaki tek kadim silah kullanıcısı usta, kızların
gözdesi olan kişiydi? Anjaya kendini şanssız hissediyordu. Ayrıca kırklı
yaşlarına varmış birinin bu kadar çekici olması yasaklamalıydı! Ve neden
Nita’ya bu usta eğitim veriyordu?
Nita’nın o mühür
şeritleri satın aldığını düşünmüştü Anjaya hep. Ancak bu kadar pahalı mühürleri
kendisinin yapacağı, savaşı görene kadar aklına gelmemişti. Nita koşarken bir
yandan da havaya hayali harfleri çiziyordu. Harfler, o hızda koşarken kusursuz
bir şekilde yan yana geliyordu ve parıldayarak bir başka şerite dönüşerek
küçülüyordu. Muhteşemdi çünkü şeritlerdeki harfler bir sanattı. En zor yazı
sanatıydı. En güzel yazı sanatıydı. Bu hızda o harfleri kusursuz kıvrımlarda
çıkartabilmek… Nita boşuna rütbeli adayı değildi. Anjaya, Nita’nın yemek yerken
bile elinde kalem olmasını şimdi anlıyordu.
Nita daha bir kez bile
düşmemişken kendisi yerden yere vurulmuştu. Bu hoşuna gitmemişti. Gerçi daha kuklasını
kullanamamıştı. Daha çok dayak yemekle meşguldü. Ya da ustasının dediği gibi
etrafını izlemekle meşgul de olabilirdi. Herkesin yerden kalktığını görünce
kendine gelmişti. Hepsi de iyileşmiş miydi? Ustasının kendisine hayal
kırıklığıyla baktığını görünce biraz utanmıştı Anjaya. Ustasına nasıl
iyileştiklerini utanarak sordu Anjaya.
“Üstünde oturduğun kum
tamamen mühür kaplı… Bu benim şifa mührüm ile birleştiğinde taze yaraların
hemen iyileşmesini sağlar. Ama unutma, bunun da bir sınırı var. Biraz daha
dikkatini vermelisin oğlum.”
Ustası ona bunu
söylerken Ajaya’nın gözleri diğerlerindeydi. Bir an Nita’nın gözlerinden
süzülen bir damla yaş ile “abla” diye mırıldandığını duyar gibi oldu. Bir varis
adayı olduğu söylendiğinde de aynı şekilde mırıldanmıştı. Bu yüzden bu kadar
çabalıyor olmalıydı. Kendisi içinse sadece çağrılmış olmanın onuru vardı.
Yutkundu. Diğerlerinin
de gözlerinde bir inanç vardı. O ise bu mücadeleleri sadece eğlence olarak
görmüştü. Büyülerin eşliğinde kaybettiğinde bile acısı azalıp kayboluyordu.
“Kaybetmiş olabilirsin. Ama kendini
öldürmek zorunda mısın?”
“Tüm ailemin önünde rezil oldum.
Mahvoldum.”
“O zaman bir an önce iyileş ve
güvenlerini geri kazan.”
“İyileşmek isteyerek, inanarak olan bir
şey mi sanki?”
“Benim hayatımda inançtan ve istemekten
başka tek bir şey bile yok!”
Anjaya her şeyi çabuk
unuturdu. Ancak bu konuşma hariçti. Amber adlı bir kızın onu çok korkunç bir
şekilde yendikten sonra söylediği bu sözler hariç… Anjaya büyüden beden
almamış, soysuz bir isme yani enne bir isme sahip Amber adlı biri tarafından
yenilmiş ve yine onun merhametiyle sarılmıştı. Enne isim… Ailesinden bir ismi
bile almayanlara verilen isimlere denirdi. Bir enneye karşı yenilmek…
Aşağılanmaktı ancak bu kızın merhametinde aşağılamanın zerresi yoktu. Giderken
bile bir daha karşılaşacaklarının sözünü vermişti kız. O karşılaşmaya sağlam
çıkmak istiyordu. Evet, artık ayağa kalkmalıydı.
“Bana başka seçenek
bırakmadın öğrencim. Şu andan itibaren aramızdaki savaş ölümüne bir hal alacak.
Yani tüm gücünü kullanmalı ve hayatta kalmalısın. Biraz önceki su bileziği
artık kolunu ya da omzunu değil, doğrudan bedenini ikiye ayıracak.”
Anjaya daha tepki
veremeden etrafın kararmasını izledi. Siyah duvarlar canlandı.
“Rütbelilerin güçlerini
merak ediyor musun öğrencim?”
“Evet, ancak
rütbelilerin güçlerini görüp de canlı olan tek bir kişi bile yok.”
“Bizim kaynağımız
diriler değil öğrencim, vazgeçilen aracılığı ile ölülerden toplanan bilgi…
Birazdan onlardan birine şahit olacaksın ve şimdi hayatta kalmayı başaramazsan
o zaman kazanmak için bir gücün olmayacak. Pes edip gidebilirsin istediğin an.”
Anjaya ustanın
gözlerindeki o garip nefreti sezdiği anda öldürmekten çekinmeyeceğini
anlamıştı. O sevecen yaşlı kadının gözleri artık nefretle bakıyordu.
Anjaya ayağa kalktı.
Mavi yıldırımları gezindi toprakta.
Hayatta kalmak? Kazanacağımı neden düşünmüyor? Hak ettiğim bu mu? O halde
kuklamla tanışmalı! Bu fikrini değiştirmem gerek. Gözlerini yumdu.
Ceplerindeki taşlar etrafında dönerek hareketlendi. Anjaya saydam bir bedende
dev boyutlara ulaşmıştı. Bir şövalye hayal etmeye çalıştı. Dev bir savaşçı
bedeninde biçimlendirecekti kuklasını. Altın zırhında, mühürlerle donatılmış
miğferiyle, güçlü ve korkunç bir kral hayal etmeye çalıştı.
“Şövalye mi? Sen
soytarısın!”
Anjaya bu sözleri
duymamalıydı. Biçimlendirme sırası kısacık bir süreydi ve erişilemez olmalıydı.
Ancak şövalyesi bir soytarıya dönüşmüştü bile. Neden etrafını fazla dinliyordu?
Neden sadece istediğine odaklanamıyordu? Anjaya bunları düşünerek çıldırmak üzereydi.
Herkesin olmak istediği bir şövalyeden,
gülünen bir soytarıya…
Rengarenk yamalı
elbiseyle soytarı… Biçimsiz bir surat ve
devasa bir rezalet! Anjaya elde edebildiği kuklasını görünce utandı. Ancak
kuklası gene de ilk saldırıyı karşılamayı başarmıştı. Sonra kendine geldi
Anjaya. Evet, ben olsa olsa bir
soytarıyım.
Tek ayağı havada, teki
ayakucunda duran soytarısı kıvrılıp, dönüyordu. Gülen bir surat oluştu. Sürekli
dans ediyordu. Biçim kazandı, hayat buldu soytarı. Ağlayan gözler ve kahkaha
atan bir surata büründü. Anjaya iplerini kutsadı. İplerini hayat bağıyla
bağladı.
Toplar çevirdi
ellerinde soytarı. Kahkahaları yankılandı siyah duvarlarla çevrilmiş alanda.
Toplar mühürlerle çevrelendi ve ateş saçtı etrafına. Ustası hiçbir saldırıdan
kaçmıyordu bile. Değen ateş topları onun canını acıtacak kadar güçlü değildi
çünkü.
Anjaya gözlerini,
kulaklarını kullandı. Gözlerini, kulaklarını kutsadı kuklanın. Kukla görür ve
duyar oldu. Kafasını etrafında çevirdi. Her şeyi inceledi, ustayı gözlemledi.
Ustanın her fırtınasından, her rüzgarından, her su dalgasından kaçtı. İpler
belirdi yüksek duvarların üzerinde. Kukla tellerde atlayarak yer buldu kendine,
kimi zamansa ters sallandı. Oyun oynadı ustanın ölümcül ateşleriyle.
Karşılık bekleme
zamanıydı. Usta bölündü, parçalandı ve alanda yüzlerce oldu. Yüzlerce farklı
kadın, yüzlerce farklı insan bedeni çıktı topraktan… Her biri farklı
güçlerdeydi.
Anjaya’nın soytarısı bu
sayıca çok kalabalıktan sadece en güçsüzlerini yok edebiliyordu. Hangisinin
gerçek usta olduğunu bilemiyordu.
Kollarını verdi
kuklasına, soytarının kolları ve büyüleri daha güçlü oldu. Anjaya yaptığı şeyin
farkındaydı. Eğer hayat bağları, ruhunu ve bedenini paylaştığı kukladan
koparılırsa kutsadığı her uzvunu gerçekte yitirecekti. İki şansı vardı;
yenilecekse kukladan vaktinde geri almalıydı ya da mutlaka yenmeli ve bağları
korumalıydı.
Bağları şimdiye kadar
Amber’dan başkası keşfetmemişti. O da keşfettiğinde bağırarak geri almasını
söylemişti. O zaman kulaklarını vermemişti kuklaya, ancak şimdi daha en
başından duyuları karşılığında güç almıştı.
Anjaya karanlıktan
korkardı. Duygularından arınmış o daracık alanda kalmaktan korkardı. Ölü
ruhlarla temas halinde olduğu kuklanın bedeninden korkardı. Tamamlayamamıştı,
kuklaya hükmedememiş ve onunla birleşememişti. Bu yüzden ne zaman tam güç
kullanacak olsa ruhu daracık bir alana hapsolur, savaş bitene kadar kör, sağır
ve dilsiz kalırdı. Korkuyordu bu yerden. O korkunç duygudan…
Bağların koptuğunu
hissettiği anda acı hissi geri gelmişti. Kuklası kollarını kaybetmişti. Şu ana
kadar en yüksek gücü verdiği kuklası yeniliyordu. Bedeni parça parça geri
geliyordu. Gözleri ona geri dönmüştü. Kuklasının gözleri oyulmuş olmalıydı. Çok
geçmeden kulaklarını ve hislerini de geri aldı.
Gözlerini açtığında bir
ucubeyle karşılaşmıştı. Kukladan geriye paramparça bir ucube kalmıştı. Kendisi
ise neredeyse tamamen parçalanmış bir bedenle havadaydı. Bedenini kimsenin
görmesi mümkün değildi. Ancak her kuklacı kendi kuklasında bir sembol
bırakırdı. Kendilerini anlatan sembol bulunduğu anda kuklacının bağları da
ortaya çıkardı.
“Pes edebilir, sarayı
terk edebilirsin… Ya da onurunla ölmeyi tercih edersin. Gördüm.”
Ustanın dediği şey
belliydi. Sembolü ve bağları görmüştü. Anjaya bir an bile beklemedi, bağlara
asıldı. Ne yaptığının farkında değildi ama kuklanın bağlarını elleriyle tutmak,
hissetmek istedi. Bu sefer yaşamak, kuklasını yaşatmak istiyordu.
Paramparça olmuş
kuklaya baktı ve “Beraber yaşayıp, ölelim” dedi. Kukla yırtık elbisesi ve kırık
kollarıyla ayağa kalktı. Kahkahası bir kez daha yankılandı. Etten kırbaçlar
dolaşıyordu etrafında onlarca, alev ve rüzgar çevresini kuşatmıştı. Dört kadın
etrafında dua eder gibi suya hükmediyordu. Rüzgara gizlenmiş bedenleriyle dört
erkek etraflarında çevirdikleri sivri kayalar ile hazır bekliyordu.
Anjaya kuklanın
bedenine tam olarak soktu kendini. İplerini kendi elleriyle kesti. Artık
kukladan başka bir ruhu, bir bedeni kalmamıştı. Daha önce hiç cesaret edemediği
bir şeye kalkışmıştı. Kaybetmek istemiyordu.
Soytarının şekli
değişti, bir rahip oldu. Gözleri ateş saçan, yerlere kadar inen düz elbisesinin
başlığı gözlerine kadar inen gösterişsiz bir rahip… Ağlayan heykellerin yas
tutan rahiplerinden birine dönüşmüştü Anjaya. Öyküsüne en üzüldüğü rahibin
bedenine girmişti.
“Anlıyorum, intihar
etmeyi seçtin. Onursuz bir davranış… Ve yine onurunu yitirmiş bir rahibin
bedenine girdin, kendi prensesini yok etmiş bir onursuzun bedenine.”
“Çaresizdim. Kendimi
lanetleyecek kadar onursuzdum, asla affedemeyecek kadar. Affedildiği halde
kendini bağışlamayan ben bağışlanmak isteyen bir ruhla geri döndüm. Efendimin
varisine hizmet etmek için geri döndüm.”
Cevap veren Anjaya
değildi, kuklasıydı.
Dalgalar birbiriyle
yarıştı. Et ve kan kılıç ve kalkan oldu.
Anjaya onlarca bedeni
bakışlarıyla biçti.
O zaten ölmüştü. Bedeni
ile olan hayat bağlarını kendi elleriyle kesmişti. O halde son kez kazanmak ve
kendi kuklasıyla beraber son bulmak istiyordu.
Kuklası onunla konuşuyordu.
Buna inanmasa da kuklası ona talimat veriyordu. Roller değişmiş gibiydi.
Elleri iki kıskaca
dönüşmüştü. Dokunduğu anda zehir mührü ile birleşerek saldırıyordu.
Başka bir büyü daha var Anjaya…
Kuklası ona bunu
söylediğinde şaşırmıştı, anlamsız bulmuştu. Ancak ona sadece bu kadını yenmek
istediğini söyledi. Kuklası da eninde sonunda galibiyet sözü verdi. Anjaya için
eninde sonunda değil sadece son kavramı vardı.
Alanda sadece tek bir
kadın kalana kadar hepsini sildi Anjaya. Yıpranmanın acısını tatmıştı. Alanı
paramparça etmenin keyfini tatmıştı. İlk defa usta geri çekiliyordu.
Ters dönen mührü
gördüğü anda anladı Anjaya. Zıt mührü kullanmaya başlamıştı usta. Zıt… Her
saldırıyı tersine çevirebilecek bir mühür büyüsüydü. Yansıtabilirdi ya da
yapılan büyünün tersine çevirebilirdi. Aydınlığı karanlığa çeviren güneş gibi…
Ustanın beklediğini
görünce bu fırsatı değerlendirmek istedi Anjaya. Kuklası ateşle çevirdi kadını.
Zıt mühür etkinleşse bile geri yansıtması nafileydi, kadın yanmış olacaktı.
Gözleri ulaştı kadına ve kadın yanmaya başladı.
“Bir hata daha öğrenci!
Neden geri çekildim ve bekledim düşündün mü? Zıt mührü yansıtmak için değil,
yapılan büyüyü tersine çevirmekte kullandım. Sen hasar verici bir büyü
kullandın ama bu bende tedavi oldu.”
Ustanın bedenindeki tüm
hasar düzelmişti. Buna karşılık Anjaya gücünün tükenmeye başladığını
hissediyordu. Yaptığı hata aslında şuydu, var gücüyle hasar vermeye çalışmıştı.
Bu ise ustanın tüm o güçle yenilenmesini sağlamıştı. Anjaya için oyun bitmişti.
Kaybederek mi ölecekti?
Bir başka zıt kullanıp
büyü için beklemekse tamamen boştu. Anjaya’nın bu zayıf güçle oluşturduğu zıt
büyüsü ustanın enerjisi karşısında kırılacak ve daha fazla zarar verecekti.
Usta elinde dev bir
buzu omzuna sapladı. Yere düşmüş kukla buza dokunduğu anda usta buzu daha da
dondurdu. Eli yapıştı kuklanın buza. Bir diğer buz ise ayaklarından yukarıya
çıktı. Kukla donmuştu. Sert bir rüzgar kılıçtan daha keskin bir halde ilerledi
ve kafasını gövdesinden uzağa fırlattı.
Kuklanın halen gören
gözleri kendi boynundan fışkıran kanla boyanmıştı. Anjaya gözlerini teslimiyet
içinde yumdu. Kulaklarında ustasının sesi canlandı.
“Daha ölmek için
gençsin bu ne acele öğrenci? Bugün nihayet seninle ilgili umutlarım arttı.
Saraydan gitmek istesen bile göndermeyecektim doğrusu. Çünkü böyle bir yetenek
kolay bulunmaz. Daha ilk savaşlardan kafa tutmayı başardın. Nelere dönüşeceğini
merak ediyorum. Yarınki dersimiz sabahın ilk ışıklarında. Unutmadan ekleyeyim,
tedavi için beklemen gerekecek. Sanırım alandaki diğer öğrencilerden bir kısmı
şoka girmiş durumda.”
“Ancak hayat bağlarım
koptu. Nefes alamıyor olmam gerek.”
Anjaya konuşabildiğini
fark edince hayretle açtı gözlerini. Paramparça olmuş bir haldeydi ancak kendi
bedenine dönmüştü.
“En güçlüsü kopmamış
demek ki öğrencim. Yakın zamanda Nita ile birlikte savaşmaya başlayacaksınız,
çünkü Azul her zaman isimsiz rütbeli ile birlikte gezer. Savaşların birlikte
olma ihtimali de var bu nedenle…”
Tek bir bağ kaldı, hatıralarınız. Bunu
silmeye kimin gücü yeterdi efendim? Bedeninize geri dönün ve dinlenin. Birlikte
yaşayacağız, birlikte utançlarımızı sileceğiz. Dileklerinizi gerçekleştirmek
için hazırda bekliyor olacağım. Lütfen unutmayın efendim, kendinize inancınızı,
verdiğiniz söze bağlılığınızı yitirirseniz son hayat bağınız da kopacaktır.
Lütfen kendinizi güçlü tutun efendim.
Anjaya bayılmadan önce
son olarak kendi kuklasının sesini duymuştu. Huzur veriyordu bu ses ona. Çünkü
sesin sahibi çok tanıdıktı. Utanç anıtı dikilen rahiplerden biri kendi
akrabasıydı. Onun tüm öyküsünü ve üzüntüsünü bir öykü gibi dinlemişti
çocukluğunda. Gizlice utanç anıtına ziyarete gitmişti bir kere. O zaman “Keşke
seni bu utançtan kurtarmanın yolunu bilseydim. Bir yolunu bulursam sana söz
veriyorum, daha fazla yüzünü gizlemek zorunda kalmayacaksın.” Demişti. Belki de
bu yüzden atası onun kuklasına şekil vermişti.
Ruh Bedene Şekil Verdi 25