23 Eylül 2014 Salı

Ruh Bedene Şekil Verdi 27

Bölüm notu:
Bu bölüm aslında 28de olacaktı. Daha actionlu bir sahne olmalıydı 27... Ama Dabbe'yi izledim ve RBŞV benim rüyalarıma girmeyi çok sever, mümkün olan en kabuslu şekilde hem de. Zehri üç harfli :P 'den korktuğumdan değil, kimse kusura bakmasın ama her açıdan vasat bir korku filmiydi, kendi hayal gücümün abartıp neyi nasıl korkunç hale getireceğini iyi bilmesinden... Zaten oda arkadaşım da yoktu geçen gün T.T . Nasıl yazaydım ben??? Mecburen daha önceden yazdığım 28 i biraz değiştirip öne aldım haliyle time skip de vuku buldu :( . Hiç de sevmem hee time skip olayını, ben tek tek karakter gelişimini görmek istiyorum ama görmesem daha iyi yerden yere vuruyorum üzülüyorum zavallıcıklara.
Neyse bölüm de kısa oldu zaten, bu da finalin nerede olacağının işaretini veriyordur herhalde :) . Kafamda biten bir öyküyü o koskoca tatilde nasıl yazamadım onu da bilmiyorum. Komitenin hakkından gelebilirsem, o anki gerilimle iyi bir şeyler ortaya çıkartıp, ilk uzun soluklu hikayemi(artık roman boyutunda oldu yeey *-*) sona erdirebilirim diye düşünüyorum. Aynı zamanda bu bölüm de temizlikten geçebilir ve eklentilerle değişebilir, hatta Allah'ın izniyle hepsini baştan sona değiştireceğim. Bitince epub ve mobi haline de getireceğim, arkadaşlarıma işkence ediyorum çünkü farkındayım. Hehehe çok konuştum :)

Bölüm 27
Her insanın bir sınırı vardı. Amber ise inatçıydı. Katıydı, taviz vermezdi. Dayanıklıydı, iç huzurunu korumayı ve zihnini berrak tutmayı başarıyordu. Sıradanlığı geride bırakmak için hayatını öne atacak kadar gözü pekti. Belki de saftı, neden bir çıkarı olmadığı halde bu krallığı kurtarmak için uğraşıyordu ki? Çok rahat zengin olabilir, rahat bir hayatı yaşayıp sıradan birine dönüşebilirdi. Seçimleri onu bir kez daha farklı kılıyordu.
Bu son haftayı geriye bıraktığında azizler ile yüzleşmişti. Direnişçiler arasında yayılan varis haberi, onun azizler üzerindeki gücünü arttırıyordu. Amber’ın yapmak istediği şey de buydu. Bir prenses olarak kabul görürse, azizler en büyük silahı olacaktı. Hiçbir insanın düşlerinde bile göremeyeceği güç onun olacaktı. Güç… Ne kadar ayartıcıydı. Amber ise kanacak kadar zayıf değildi.
Azizlerden bir sınav haberi gelse de bu sınav daha olmamıştı. Amber onların ne zaman bu sınavı yapacaklarını bilmiyordu. Bunu bekleyecek değildi. Bensura geride kalmıştı. Rütbelilerinin eğitimlerinin nasıl gittiğini Zess’ten öğrenmişti. Umut giderek güçleniyordu ama gerginlik zaman zaman yüzüne yansıyordu.
Gün ışığı tüm parıltısıyla tertemiz gökyüzünde salındığında, Amber kendi etrafında döndü. Azizlerin ona verdiği çiçek kabartmalı ipek elbise gün ışığıyla rengarenk olmuştu. Etekleri havada dalgalandı. Kelebek kanatları kadar saydam bir tül altına ipek elbise, şık ve zarifti. Kollarından sarkan püsküller nakışla dokunmuştu. Altın kemeri kızıl taşlarla bezeliydi. Hançerleri taşlar sarkan ellerindeydi. Dirseklerinden avuç içlerine kadar sırma eldivenin sarkan taşları birbirlerine çarptıkça titreşiyordu ve büyünün en güzel ışıklarını etrafa saçıyordu.
Amber yüzlerce siyam haber kuşu yapacak büyüye başladı. Çok geçmeden birbirinin tıpatıp aynısı, dört kanatlı iki kuyruklu kuşlar doluştu gökyüzünde. Kanatlarının ikisi süt beyazı, ikisi kuzgun siyahıydı. Göz çevreleri dairelerle çizilmişti kuşların. Her birinin ayaklarındaki mektup gökyüzüne uçtu. Amber’ın sözleri emir oldu. Kuşların sesleri arasında sözler yazıya dönüştü, gökyüzü kanat tufanında kayboldu.
Tertibin haberini ulaştıracak kuşlar yola çıktılar. Amber onlardan yüzlerce binlerce üretti. Güneş gökte yükselene kadar dans etti. Dansından doğan büyü durulunca kuşlar oluştu ve tüm kuşlar diğerlerini izledi. Hepsi de başkente doğru yola çıktı.
***
Geceyi kuş sesleri böldü. Yüzlerce dört kanatlı güvercin, ayaklarındaki mektuplarla gökyüzünü beyaza ve siyaha boyadılar. İlk mektup kahinin üzerine düştü. Sonraki mektuplar da birer birer sahiplerini buldu.
Bekledikleri gibi bir Nonuin tertibi isteniyordu. Azizlerin yanında olduğunu söyleyen genç varis adayı, Lodslara karşı bir zafer kazanacağını ve bununla kendini kanıtlayacağını söylüyordu. Lodsların çok yakında saldıracağının istihbaratını aldıklarını söylüyordu. Kahin iblisin her şeyi doğru tahmin etmesine şaşırmamıştı. Gecenin siyahına bürünmüş yolları hızlıca, altlarına oymalar yapılmış taş basamakları yavaşça çıktı. Aklına eski bir şarkı gelince istemeden mırıldandı.
“Haberler kötü Salgeruna
Güneşte yıkanan bekçi ruh çaldıkça
Ak heykeller al renge boyandıkça
Ölüm yürür, ölüm yürür, ölüm yürür
Hüzünlü son seni bulur Salgeruna
Yedi kutsananın gücü bile
Engel olamamıştır ruh çalana
Ölüm yürür, ölüm yürür, ölüm yürür
Kork, yan, kavrul, kavruldukça ağla Salgeruna”
Bu sokaktan kendisi ilk kez geçmiyordu, içindeki ruh için de bu ilk değildi. Rütbeli meclisinin, toplanma emrinden sonra, çok geçmeden onu bekleyeceklerini biliyordu. Temiz havayı ciğerlerine çekebildiği kadar çekti. Zihni netleşti. İblisin onunla işi bitiyordu. Yakında ömrü dolacaktı kahinin. İblis hangi kullandığını öldürmemişti ki?
Yeniden doğacaktı, güneş kahin olarak içindeki ruh. Ondan sıyrılıp alınacaktı. Nehrin başka bir kölesinde yeniden doğacaktı. İblis bu ruha acı çektirmeyi seviyordu. Onun zekasını kullanmayı seviyordu. Anılarındaki hüznü seviyordu. Her türlü pisliğe karşı lekelenmeyen ruhunu yerden yere vurup kirletene kadar oynayacaktı. Ancak bu beden basit bir kahine aitti ve yaşlanıyordu. Zaman yakındı… Bu sefer son kez doğacaktı Güneş. Bu son doğuşta nihayet nehrin iblisi istediği kanı alacaktı ve serbest kalacaktı.
Rütbeliler meclisine geldiğinde herkesi hazırda beklerken buldu. Hiçbir rütbelinin gözünde uykunun zerresi yoktu. Her biri mektupları okumuş olmalıydı. Kimisi şaşkındı, kimisi öfkeliydi, kimisi ise yemeğin sesini duyan aslanlar gibi pençelerini çıkartıp bekliyordu. Kahin teker teker hepsinde göz gezdirdi. Ciddiyeti son derece yüksekti. En sert korkuyu yüreklerine salacak bakışları ile teker teker hepsinin içini yaktı. Ve nihayet konuşmak için kurumuş dudaklarını kıpırdattı.
“Eminim ki hepiniz mektubu okudunuz. Bir varis adayı var ve hepimizi yıkıp saraya geçebileceğini düşünmüş. Peki, buna izin mi verilmeli?”
Hep bir ağızdan, hayır sesleri yükseldi. Kahinin öfkeli sesi biraz olsun yumuşamadan devam etti.
“Ancak küçümseyemem ki bizim casuslarımızdan önce Lods’ların geleceğini haber almayı başarmışlar. Ve Nunoin tertibi için önkoşulu bu şekilde vereceklerini iddia ediyorlar. Sınırı bu aptallara teslim edeceğimizi düşündükleri için zavallı olmalılar. Ancak tertibin kurallarına göre kendilerini ispatlamak konusunda makamı bilgilendirmişler. Bu durumda sadece sınırı koruyacak bir birlik göndermekten başka elimizde bir şey yok.”
Kahin konuşmaya devam etmeden önce bir müddet bekledi. Eliyle işaret etti ve anında bir harita önündeki masaya serildi. Eliyle sınırların üzerinde gezindi ve saldırının olacağı yerleri gösterdi. Bir süre planları hakkında tartıştılar. Her bir rütbeli planlar hakkında yorumda bulundu.
“Tertip isteğinden en geç bir ay içerisinde hazırlıklar tamamlanmak zorundadır. Bununla ben bizzat ilgileneceğim. Ancak sınırı tehlikeye atmamak için de bir orduyu sevk etmek zorundayım. İtirazı ya da önerisi olan?”
İsimsiz rütbeli bile her zamanki esnekliğinden farklıydı. Küçük bir kız görünümüne hiç bürünmemişti. Durum nedeniyle, bilindik alaycı ses tonundan farklı ciddi bir şekilde konuştu.
“Sınır boyları için bir ordu gerekiyor ancak varis için başka bir orduya gerek yok efendim. Birkaç rütbeli göndermeniz yetecektir. Hem tertibin olması için sayılarının eksik olmaması gerek. Bir rütbelisi eksikse tertip geçersiz sayılır. Tertip öncesi rütbeliler karşılaşamaz diye bir kural da yok bildiğim kadarıyla.”
“Seni dinliyorum.”
İsimsiz tüm dişlerini çıkartarak sırıttı. Gitmek ve tekrar savaşmak istiyordu. Hafızasını geri kazanmıştı, her ne kadar sarayın tam yerini hatırlayamasa da. Ve güzel bulduğu savaşlarını her detayıyla hatırlıyordu. Geçen sürede Zess’in ne kadar geliştiğini merak ediyordu. Her ne kadar kendi büyü sınıfı olmasa da Velint saraydan çıkmayacağı için giderse onunla da savaşabilirdi. Onunla bir kez daha karşılaşma ihtimalini düşünerek konuşmaya başladı.
“Ben ve Azul birlikte gidelim yüce efendim. Savaş öncesi hepsini yok edeceğimizden şüpheniz olmasın.”
Kahin içten içe isimsizin ağzından yüce kelimesinin çıkmasına güldü.
“Önerini çok doğru buldum, ancak bu iş için aklımdaki kişi sen ya da Azul değil.”
Kahin bir süre durakladı. Gözleri salonda gezindi. Her bir rütbeli istekle ona bakıyordu. Kahin, Kraliçenin askerinin geri döndürüleceğini tahmin ettiği için saklı büyüye sahip rütbelisini gönderecekti. Kraliçenin askeri büyüsünden sonsuza kadar kurtulmuş olacaktı. Tabi, ortada bir büyücü kalmışsa… Yine de işini riske atamazdı. Direnişçiler içinde belki de bir başka saklı büyü ustası olabilirdi. Kraliçenin askerine ulaşmışlarsa bir başka güçlü saklı büyücüye de ulaşmış olabilirlerdi.
“Putamen… Sen gidiyorsun, Clet’e söyle derhal bir ordu hazırlıklarına da başlasın. Daha önce planladığımız askeri düzene sadık kalmasını iletmeni istiyorum. Aynı şekilde bana attığın her adımı, karşılaştığın her rütbeliyi iletmeni de istiyorum. Özellikle saklı büyüye sahip bir rütbelileri var mı merak ediyorum.”
İsimsiz rütbeli aldığı cevaptan memnun değildi ve küçük kıza dönüşmüştü. Aynı şekilde bir ulak olarak kullanılmakla aşağılanmış olan Putamen’in de yüz hatları sertleşmişti. Azul ise oturduğu yerden isimsizin tepkilerine bakıyordu. Adı kadar emindi ki kahin gider gitmez isimsiz sızlanacaktı. Şimdiden dudaklarını büzüp Azul’un ceketini çekiştiriyordu. İsimsiz fısıltıyla, “Biz de gidelim” dedi. Azul onu hiçbir zaman kıramamıştı. Kahine dönerek en kibar halini takındı. Normalde yüzünde bariz bir alay olurdu ancak bu sefer mecbur hissediyordu.
“Bizim de gitmemize izin verin kralım. Yani bilirsiniz, sadece savaşta acil bir durum olursa diye. Bu kadar iddialı bir guruba karşı tek başına onu göndermek olmaz değil mi?”
Putamen tek başına yeteceğini biliyordu bu yüzden güldü. Kahin ise bu isteği bu sefer kırmadığını gösteren bir hareketle izin verdi.
***
Anjaya biraz garip hissediyordu. Bir aylık eğitim sırasında Zess ile hiçbir şekilde karşılaşmamıştı. Şimdiyse yanında olması garip hissettiriyordu. Birkaç kez yanına gitmeye çalışmıştı ama o kadar soğuk birisiydi ki Anjaya söverek ayrılmak zorunda kalmıştı.
Henüz daha bir varis onlarla değildi. Onun da kendileri gibi hazırlanıp hazırlanmadığını merak ediyordu. Bir aylık eğitim zarfında kaç kez öldüğünü görmüş, kaç kez yenilmişti bilmiyordu. Ancak sonunda isimsize karşı tam anlamıyla güçlenmişti. Ustaları geçecek bir güce sahip olabileceği aklına bile gelmiyorken, rütbelilere denkti artık. Utanç rahibi ise huzura kavuşacak gibi görünüyordu.
Nita ile çalışmalar sırasında yakınlaşma denemeleri başarıya ulaşacak gibi duruyordu. Hayatı daha yolunda sayılırdı. Geriye tek bir şey kalıyordu: ölmemek!
Amber’ın savaştan nasıl haberdar olduğunu bilmiyordu. Onlara pek fazla şey söylenmiyordu. Etraflarındaki herkesten şüphe duymaya başlamışlardı. Sarayın onlara giydirdiği abartılı kıyafetlerle yürümeye ve hatta bunlara tek bir toz bile dokunmadan savaşmaya alışmışlardı. Anjaya kendi evinin asi çocuğuydu. Bu işlemeli ceketlere dokunmaktansa çıplak gezmeyi tercih ettiği için hep azar işitmişti. Ama şansı ona bu sefer rütbeli ceketini layık görecek gibiydi.
Rütbelilerin o armalı, göğsü nişanlarla donatılmış, hanedanların saygı iğneleri takılmış süslü ceketleri… Düşündükçe istemiyordu Anjaya, şu anki giyimine razıydı.
Yedi rütbeli adayı gün sona ermeden Dulkadınlar’a ulaşmışlardı. Seyrekkeçi Dağları önlerinde uzanırken güzel bir handa konaklamışlardı. Anjaya gergin hissediyordu. Zess’in o umursamaz ve ukala bakışını taklit etmeye çalışırken ona yakalanmıştı. Zess’in dudaklarının kıvrımları saniyelik bir yukarıya kalkmış ancak Anjaya daha onun kendisiyle içten içe dalga geçtiğini anlamadan düzelmişti.
Gerginlik ağır bir uyku gibi zaman yaklaştıkça hepsini sarmıştı. Bundan başarılı çıkan iki kişi Faye ile Zess birbirlerine nefret içerikli bakışlar atmakla meşgullerdi. Nita defterini uyurken bile açık tutmaya başlamıştı. Sreren içine kapanmıştı. Ziguic ise tedirginliğini olgun davranışlarla maskeliyordu. Jamahe’nin ağzını bıçak açmıyordu. Kollarını birbirine bağlamıştı.
Güzel görünen yemeğe iştahla bakan tek bir kişi bile yoktu. Çok geçmeden Nita ve Faye muhabbet etmeye koyuldular. Erkekler ise kendi aralarında bir sohbete başladılar. Bu durumu değiştirmese de ortamın havasını değiştiriyordu. Zess ile Faye’nin bir ara bakışları kesişti ama bu pek de iyi olmadı. Onlar farkında bile olmadan masadaki tüm bardaklar ardı ardına patladı. Bakışları ise birbirine odaklanmaya devam etti.
Zess, Faye’nin nereden tanıdık geldiğini hatırlamaya çalışıyordu. Ancak hafızası pek yardımcı olmuyordu. Faye ise onu tanımış görünüyordu. Bakışlarıyla onu yakmak istiyordu. Zess önceden kötü bir şekilde reddetmiş olup olmadığını anımsamaya çalıştı ancak bu kızı reddetmezdi, mantıklı gelmedi.

Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 26

Yüksek duvarların çevrelediği yemek salonu uzunca bir masanın etrafında sade bir tasarıma sahipti. Ancak duvar süslemelerinin, tavandaki dekorların bu eşyasal sadeliğe katılmadığı açıktı. Altın işlemeli perdeler, boydan boya camdan bir duvarın ardında görünen muhteşem orman manzarasını güzelce çerçevelemişti.
Masa oldukça ağır görünüyordu. Nita masaların hangi ağaçtan yapıldığını ya da kalitesini anlamazdı ama bildiği bir şey varsa bu masayla kasabada bir ev alınabilirdi.
Duvarlar kavuniçi renginde ve oldukça sıcaktı. Birkaç tablonun ve göz alıcı işlemelerin dışında pek bir takısı yoktu. Perdeler ise bordo ve beyaz renklerdeydi. Üstlerindeki tüller ise tamamen işlemelerden ve boncuklardan oluşuyordu. Perdelerin kenarlarındaki tokalarında direniş sembolü ve on üç farklı rengin püskülleri bulunuyordu.
Anjaya uzun yemek masasında somurtarak oturuyordu. Bilekleri sızlıyordu. Birkaç kez kırdığı için her ne kadar şifa alsa da bu sızlama yakında geçecek değildi. Masadaki diğer herkes de neredeyse kendisi gibiydi. Yenilgi yüzünden Ziguic’in gizlice –tabi Anjaya’nın arkasında olduğunu görmemişti- bir duvara yaslanıp ağladığını görmüştü. Ziguic kaybetmeyi kaldıramazdı ancak Putamen ile karşılaşacaktı. Putamen Aerok… İsmi bile ürpermesine neden oluyordu. Velint’ten bile daha güçlü olabileceğini duymuştu. Yine de Velint kahinin en yakınındaki rütbeliydi ve en güçlünün o olduğu iddia ediliyordu.
Masadaki yemekler bu kadar lezzetli görünmeseydi hiçbir şekilde yemek istemiyordu. Ancak midesinde boş yer kalmamıştı. Tatlı servisi de yapıldıktan sonra hizmetkarlar dışarıya çıkmıştı. Yemek salonunda altı rütbeli adayından başka kimse yoktu.
Anjaya şaşkınlıkla diğerleri kadar karamsar olmayan ikiliye odaklandı. Çapraz bağladığı kollarının arasına kafasını koyarak bir süre masaya yaslandı. Bu sürede onlara kulak kesilmiş, konuşmalarını dinliyordu.
Nita ve Faye karşılıklı olarak oturmuşlardı masada. Ortamın gerginliğini paylaşmaktansa neşeli görünen bir sohbete tutulmuşlardı. Nita’nın önünde kalın görünen ve neredeyse her sayfasının arasına renkli kağıtlar tıkıştırılmış bir defter ve iki farklı kalem duruyordu. Yemek masasında bile defter ve kalem taşıyor, tuhaf çiftçi kızı.
Faye ise ilk defa bu kadar konuşuyordu. Anjaya o kızın ağzını bıçak açmaz halinden, Nita’nın yanına geldiği hali tercih ederdi. Jamahe ve Sreren ise uzun süren kavgalarının ardından nihayet beraber konuşuyorlardı. Jamahe her zamanki gibi şikayet ediyordu, Sreren ise kendini tutmaya çalışıyordu. Sreren her ne kadar sessiz biri olsa da çabuk öfkelenirdi.
Anjaya, Nita ve Faye’nin yeşil cüppeli efsane ustasının yakışıklılığından konuşmasından hoşlanmıyordu. Artık yeşil renginden bile hoşlanmıyordu. Ama muhabbetlerine dahil olmanın veya konularını değiştirmenin bir yolunu da bilmiyordu. Nita ile çok fazla yalnız da kalamıyordu. Kızın bir yerde durduğu yoktu. O esnada Nita’nın yüzü durgunlaşmıştı. Anjaya kızın her anını incelediği için artık düşüncelerini okumaya başlayacaktı. Gerçi okusa bile kesin yanlış anlardı.
“Hala bir kez kazanamadım.”
“Ben de… Drou kazanlarında yanayım ki ben de! Ne zaman kazanacak kadar yakınlaşsam saklı büyüye başvuruyor ve hepinizin öldüğünü ve büyüsünün o güçle bana ve her şeye saldırdığını görüyorum. Yasak büyüyü ağaçların bile ruhunu çalacak şekilde kullanıyor, hiçbir canlıya saygısı yok!”
“Kendine bu kadar yüklenme Faye! Bunu başaracağız eminim.”
“Başaracak birisi varsa bu sensin Nita! Odanu gördüm, neredeyse duvarlara ve pencere kenarlarına bile notlar alıyorsun.”
“Eh, evet o notlar… Eski alışkanlığım. Ama gözümden kaçacak tek bir şeyin kutsal görevimizde bize engel olmasını istemiyorum. Özellikle ablamın bu kadar çektiği sıkıntıdan sonra… Onun kazanmasını çok istiyorum.”
Anjaya da bir kez bile kazanamamıştı. Masada birinin kazanıp kazanmadığını da bilmiyordu. Nita’nın abla derken kastettiği kişiyi az çok tahmin ediyordu. Kendisi de onun kazanmasını tüm kalbiyle istiyordu. Altıncı günü geride bırakmışlardı ve her seferinde Anjaya biraz daha güçlendiğini hissediyordu. Buna rağmen yetişemiyordu. Kuklası ile bütünleşmesinin ona verdiği yüksek güce rağmen ustayla ancak denkleşiyordu ve bu durumda da tecrübesiyle Anjaya’yı eziyordu. Artık savaşları daha uzun sürmeye başlamıştı bir de… Bittiğinde tüm gün arkada kalmış, gece karanlığıyla buyur edilmiş oluyordu.
Nita ve Faye konuşmalarına devam ediyordu. Anjaya’nın da dinlemekten daha iyi bir iş aklına gelmiyordu.
“Bu kadar güçlü illüzyonu nasıl yaptılar anlamıyorum. Tamamen gerçek gibi… Karşımdaki gerçekten de altıncı rütbeli Azul gibi.”
“İllüzyon mu? Doğrusu ben de bunun bir illüzyon olduğunu düşünüyorum. Hangi şifacı olursa olsun o bir gecede tedavi edemez çünkü. Azul’u görmüş müydün? Ben gücüne şahit olup da sağ kalanların sadece o üç kişi olduğunu biliyordum.”
“Saraya bir hain olarak giren Luza’yı tanıyordum. Bir kez eğlence amaçlı tanışmak istemiştim. Yani gücünü biliyorum. Ve o üçü kara sınırlara alındıklarında gizlice izlemiştim.”
Anjaya sadece kendisinin değil, tüm masanın Luza ismini duymasıyla onlara baktığını fark etmişti. Ve merakla sordu.
“Gizlice izlemeyi nasıl başardın sen? Hepimiz alandan zorla çıkartıldık!”
Nita elindeki defteri gösterdi. Kız ilginç bulduğu tüm büyüleri defterine kaydediyordu. Ve o alanı izleyecek riske girmesinin nedeni ise Rabi idi. Aşık bir kızın saçma hareketleri sınırsızdı. Tabi bunun cezasını çok kötü almıştı. Kullandığı büyünün laneti nedeniyle bir hafta kadar gözlerini kullanamamıştı. Sayfa sonlarını okumamanın karşılığını iyi öğrenmişti.
“İllüzyon büyüsü ile kendi güçlerini birleştirerek kullanıyorlar çünkü.”
Jamahe’ye aitti ses. Konuşmaya katılmıştı ve devam etti.
“O saklı büyüye rağmen hiçbirimizin ölmemesi ve sadece senin bunu görmenden dolayı artık emin oldum. Karşımızdakiler gerçek rütbeliler. Ve hatta belki de biz sadece önümüzdekini görüyoruzdur, ellerindeki bilgi sınırlı. Belki de rütbeliler burada karşılaştıklarımızdan bile daha büyük canavarlardır.”
Anjaya büyü sırasında bir başkasının varlığından bahseden kuklasını anımsamıştı. Bu kadar çok kişiye hayal gösterecek kadar güçlü bir illüzyonist var mıydı? Kitle illüzyonu bir gün boyunca dayanamazdı ki? Ve her gün sabahın ilk saatlerinden akşamın başlangıcına kadar… Ve her seferinde hiçbir adayın anlamayacağı kadar…
“Zess…”
Tüm kafalar bir kez daha Nita’ya dönmüştü.
“Azul ve isimsize karşı da böyle bir büyü kullanmış ve onları püskürtmüştü. Ama o zaman savaşın sonunda büyü yolları paramparça olmuştu. Demek ki kendini bu kadar geliştirmiş.”
Ziguic ilk kez masada konuşuyordu:
“Bu büyünün ona ait olduğunu nereden biliyorsun? Bu kadar güçlü birinin olmasına imkan yok!”
“Belki vardır.”
Bu yabancı sesi duymalarıyla şaşırmışlardı hepsi. Etraflarına bakındılar ama hiç kimseyi göremediler. Nihayet perdelerin duvarla kesiştiği yerde bir dalgalanma oldu ve birisi görünüverdi.
“Yemek sohbetinizi merak ettiğim için izinsizce giriş yaptım. Yerdibi sarayında her kuralı bozan biri olarak tanındığımı biliyorsunuz sanırım. Bu yüzden kendi alışkanlığım için özür diliyorum.”
Kumral gencin dudaklarının kıvrımları yukarıya kalkmış, alaycı bir gülümseme suratına yerleşmişti. Ziguic ise ona dönerek sordu.
“Yerdibi sarayında gözden kaçırma büyüsü? Bu sadece sözde bir kural değildir, yapılması da engellenmiştir.”
“Görünüm değiştirme, gözden kaçma gibi engellenmiş bu büyülerin oldukça kolay bir erişimi de var. Tanımayanlar için kendimi tanıtmama izin verin Zess en Rounrard. İllüzyonisz sınıfı rütbeli adayı, Geus en Rounrard’ın öğrencisi ve kahinin rütbelisi Velint en Rounrard’ın yeğeniyim. Bu yaklaşık bir hafta boyunca da eğitmeniniz olarak görev aldım. Vazgeçilenin hafıza hediyesi ile tahmin ettiğiniz gibi bire bir rütbelilerle karşılaştınız. Efsane ustalar da bana güçlerini vererek yardımda bulundular. Umarım beğenmişsinizdir. Ve Nita… O oyunda seyircisiz olmayı tercih ederdim. Umarım bir daha olmaz bu.”
Yemek masasında altı kişiden mırıltılar yükseliyordu. Ve Faye, Nita’nın sarsmasıyla kendine gelebilmişti. Kız ayağa kalktı. İlk eline aldığı şeyi Zess’e doğru fırlattı.
“Acımasız pislik! Onların öldüğünü gördüğümde ne hale geldim haberin var mı senin?”
Zess böyle bir tepkiyi bu kadar uslu duran bir kızdan beklemiyordu. Aslında her birinden tepki almayı bekliyordu. Üzerine doğru gelen bardaktan hafifçe kafasını sağa kaydırarak sıyrılmıştı. Ve suratındaki tüm gülümsemeyi daha vahşileştirerek sarıgözlerini kızın tam gözlerine dikti. Kız ise ona aynı şekilde cevap verdi.
“Ne bekliyordunuz? Rütbelilerin gücü gördüğünüz kadar belki de daha fazlası. Bu eğitim bu kadar ağır olmak zorundaydı. Kendinizi geliştirmeyi ve bir yolunu bulmayı başaramazsanız o gördükleriniz bire bir olacak. Belki de daha kötüsü! Vazgeçilenin zavallı gözyaşlarının gördüğü her şey şu an burada duruyor. Ve ben size karşı kullanıyorum. Ne benden ne de rütbelilerden merhamet dilenmeyin! Ve eğer bu size fazla geliyorsa vazgeçin gidin! Böyle aptallıklarla karşılaşmak istemiyorum.”
Zess çok öfkelenmişti. Nita öfkesinin nedenini anlayabiliyordu. O yüzlerce kez kurtardıklarının öldürülüşüne şahit olmuştu. Ailesinin yanışına şahit olmuştu. Bir eğitimde bile böyle isyan edecek birinin varlığını küçümsüyordu. Faye’nin ise neden bu kadar tepki verdiğini anlamıyordu.
“Bir haftanız kaldı. Bu sınavlarda başarılı olmak zorundasınız. Bundan sonra burada olmayacağım. Daha sonra görüşeceğiz tabi…”
Anjaya kıskançlıkla karışık bir hayranlık hissediyordu. Bakışlarıyla masadaki herkesi susturmuştu çünkü.
“Sen! Velint’i yenebildin mi?”
“Evet. Ve bardaklarınızdaki suyu sonuna kadar için…”
Zess bu son sözü söyledikten sonra yemek salonunu terk etmişti. Hiç de arkadaş canlısı değildi. Ancak niyeti de arkadaş edinmek değildi. Onları uyarmak ve eğitimi hızlandırmak istiyordu. Aldığı sonuçtan ve elde ettikleri ilerlemeden memnundu. Bu gidişle tahmin ettiği süreden daha kısa zamanda onlarla yarışacak kadar güçlü olacaklardı. Kendi eğitimi de aslında burada kitle büyüsüydü. En hızlı illüzyon bu şekilde gerçekleşirdi.
Onun gitmesiyle her biri bardaklarına baktılar. Beyefendi bir de giderken emir veriyordu. Zess’in onlar görmeden bir damla kan kattığı suları neden içmeleri gerektiğini de anlamamışlardı. Onlara Nita açıkladı.
“Zess yeteneklere karşı bağışıklık kazanabilir. Bu çoğu zaman direncini arttırıyor yani tamamen karşısındaki büyüyü silmiyor. Azul ile karşılaştığı için rütbelilerin kanındaki zehre de bağışıklığı olmalı. Bu nedenle de bizimle bunu paylaşmış olmalı. Lütfen için… Onu tanırım, hiçbir zaman iyi davranmayı beceremez ve göründüğü gibi kötü biri değildir.”
Faye eliyle bardağı yere fırlattı. O anda Nita geriye sarma diye bilinen ufacık bir büyüyü kullandı. Saniyeler içinde bardak masaya geri döndü.
“Velint’in soyundanmış! Bir hain olmadığı nereden belli? Kim ona inanıyor? Şımarık veletin teki!”
Nita, Faye’ye öyle bir bakış atmıştı ki tokat atsa bu kadar etkilemezdi. Sesini yükselterek, hatta zaman zaman bağırarak konuştu.
“Bir hain olmaz. Ailesi Velint tarafından gözünün önünde yok edildi. Bu yüzden de ona bu şekilde davranarak asıl suçlu sensin Faye. Seni ilk defa böyle görüyorum. Yardım ediyor ve bunun için çaba sarf ediyor. O kitle illüzyonunun onda ne zararlar verdiğini düşünmeden hareket etme.”
Nita, Zess’i anlıyordu. Zess kendini acıyla eğitiyordu. Nita elinden geldiğinde ikna ederek konuşmaya çalıştı. İlk bardağa uzanan ise Anjaya olmuştu. Anjaya bardağı havaya kaldırırken gülümseyerek Nita’ya bakıyordu.
“Sonuçta daha dirençli olacağız. O lanetlerin kanları deli gibi yakıyordu. Bu kazanmamı sağlayacaksa kimden geldiğinin bir önemi yok.”
Nita onun bardağı bir dikişte bitirişini görünce sevindi ve devam etti.
“Rütbelilerin kanları sadece acıtmıyor.”
Elindeki defterin kırmızı bantlanmış bir sayfasını açtı ve oradan okudu:
“Zehir bulaştığı kişiyi tıpkı Drou kanları gibi sömürür, birkaç ayda en güçlü savaşçı bile arındırılmazsa ölür.”
Bu okuduğu cümle herkesin bardaklarına nimetmiş gibi bakmasını sağlamıştı, Faye hariç. Faye kendisiyle tüm görüşlerin zıt olduğu Guna Arkmal ile karşılaşacaktı çünkü. Faye yaşayan her şeyin bir ruhu olduğuna ve acı çekeceklerine inanırdı. Saklı büyüde hayvanları kullanmaya mecbur kaldığında özür dileyerek devam etmişti. Nita onun bu konuda takıntısını aşacağını umuyordu. Ancak savaşları sırasında ne olduğunu görmediği için neden bu kadar öfkelendiğini bilmiyordu.
Nita masadaki herkesin hatta Faye’nin bile içtiğinden emin oldu. Zess’in geçmişinden bahsetmek herkesin ona karşı acıma duygusunu geliştirmişti. Yaptığı ukala giriş, saygısızca masadaki muhabbeti dinlemek ve diğer küçümseme içeren bakışlar ve en son da emrederek çıkış… Zess nefret kazanmak için doğmuş olmalıydı. Hepsinin etkisini silmeye uğraştı. Nita bunu başardığını anlarken içinden bolca gülüyordu. Bir dahaki karşılaşmada Zess hepsinin bu düşüncelerini fark edince çıldıracak, yıkmak için çabalayacaktı. Ama ne kadar kaba davranırsa davransın takım arkadaşı olmayı başaracaklardı.
Nita’nın tahmin ettiği gibi bir süre sonra sorular ona dönmüştü. Savaşın nasıl olduğunu soruyorlardı. Nits ise kısaca özetlemişti. Varisin hançerleri kullandığına şahit olduğunu, onların iki rütbeliyi püskürttüklerini ancak izleme sırasında lanetten yaralandığı için sadece bunları hatırladığını söylemişti.
O esnada Zess şifacıların yanına gidiyordu. Cesede dönmüştü ama inadından dolayı yine de sırtı gergin ve başı dimdik duruyordu. Daha bir de büyü kullanıp onları dinlemeye kalmıştı. Doğrusu duyduğu şeyden dağlar kadar olan kibri biraz daha artmıştı.
Bembeyaz yatakları görünce birinin üzerine attı kendini. Güzel şifacısını beklemeye başladı. Gözünde bir damla uyku yoktu. Daha bir hafta buna katlanması gerekiyordu. Onun amacı sadece Velint’i yenmek değildi. Amber’ın etkilenmesini de istiyordu. Kız kendini diri diri gömmüştü. Kendisi de gömebilirdi. Gerçi bu kalabalık illüzyonlar gömülmek kadar kötüydü.
Amber’ın gücünün yükselişine tanıklık etmişti. Hoşuna gidiyordu bu.
Çok geçmeden şifacısı yanında belirdi. Bu sefer ihtiyar da yanındaydı.
“Velint’i yendiğinden bahsetmişsin.”
“Her yeri dinliyor musun?”
“Bunu benim illüzyonumun etkisinde başarmış olman-”
“Sadece senin değil birkaç efsane ustanın da güç vermesi gerekti. Sen artık bana yetişemiyorsun unutma.”
İhtiyar sözünü kesmenin karşılığı olarak hafifçe vurmuştu. Ancak Zess belli etmemeye çalışsa da acıdan gözleri dolmuştu.
“Şu halinle hafif bir dokunuşu kaldıramıyorsun ama dilin zehir gibi. Beni dinle oğlum… Sunak nehri sizin öylece kazanmanıza izin vermeyecektir. Şimdi gücünün denk olduğunun hayallerini kuruyor olabilirsin ancak onlar da aynı sürede güçlenmeye devam edecekler. Hem de iblisin aldığı canlar ile… Amber yakında tertip istemeye hazırlanıyor biliyorsun. Tertibi duydukları anda ne silahlar ile ne büyüler ile donanacaklarını iyi düşün. Bunun asla eşit bir savaş olmayacağını da aklından çıkartma.”
Şifacıdan bir süreliğine izin istedi ihtiyar. Kadın odadan çıktığındaysa konuşmaya devam etti.
“Amber’ın güç durumu nasıl?”
Zess küçükken de yaptığı yaramazlıklardan sonra mutlaka ihtiyara yakalanırdı. İhtiyar, onun her fırsatta kızın yanına kaçtığından haberdar olmasaydı şaşardı.
“Muhteşem oldu… Bu kadarını beklemiyordum. Ama onun için de son bir sınav var. Azizlerin kendisini test edeceğinden bahsediyordu.”

“Gök ruhları içimizi aydınlatsın, bu çok güzel bir haber.”

Ruh Bedene Şekil Verdi 25

Bölüm 25
“Lodslar... Güneyin çöllerinden serin altı adaya kadar geniş bir imparatorluk kuran halk. Doğrusu soysuz, kırma itlerden oluşan halkı kendisine Lods denilmesine bayılıyor. Lods ne demek bilmiyorsunuz tabi. Loradsenn den gelen bir kelime. En şahane kralın yani Lorad’ın yurdu demek Loradsenn. Gümüş sarayını merkez alan ilk ülkenin adı... Madenleriyle övünen mükemmel ülkenin, değerli taşlarla isimlendirilen sarayların ülkesinin adı… Zamanla yok olmuş ancak arkasında devasa bir kültür bırakmış ülkenin topraklarına yerleşenler de kendilerince kullanmışlar bu ismi.
Bir halk olma bir bütün oluşturma ihtiyacıyla birleşmiş soysuzların adı olmuş lods. Gezgin görünümünde ziyaret etmiştim ülkelerini. Doğrusu hepsi de burnu alnından başlayan, kiremit tenli insanlardı. İlk bakışta uzun boylu insan yok gibiydi. Hiç de anıldıkları gibi inatçı durmayan kemiksiz düz suratları, kahve saçların önü perçemli kadınları şirin duruyorlardı. Ülkenin her yönde genişlemesinin de sonu vardı elbette. Bölgelere bölüp senato ile yönetilmenin sorunları da. Yönetimden anlamayan et kafalıların da etkisiyle vahşi ve saldırgan bir halktı Lodslar. Daha gezginliğimin ilk haftasında tüm paramı çaldırmış, çok sevdiğim kitaplarımdan başka bir şey kalmamıştı. Neyse ki her halk gibi keyiflerine düşkünlerdi. Doğrusu ilginç öykülerim ve eğlenceli şarkılarım sağ olsun lodsların yanında kalsaydım kesinlikle ünlü bir ozan olabilirdim. Özellikle de Salgeruna da. Salgeruna... Adına şiirler yazılacak bir şehir...”
Bütün bu sözlerin ardında bir günü daha duvara fırlatılmış tamamlıyordu Anjaya. Kum alana düştüğünde boynu kırılmadığı için şanslı hissediyordu. Normal bir duvar olsaydı iz bırakmış, üzerinde ve kumda büyüler olmasaydı ölmüş olurdu.
Kendisi için gelen ustayı gördüğünde şaşırmıştı aslında. Bu kadar yaşlı bir kadından eğitim alacağını duyduğunda diğerlerine göre daha az zorlanacağını düşünmüştü. İçinden bir ses ise bu kadının tecrübesinin kendisini ezip geçeceğiydi. O sesin haklı çıkmaması için olumlu düşünmeye çalışıyordu.
“Ayağa kalk benim sevgili öğrencim.”
Kadının en azından batı bölgesinden olmasını çok isterdi. Ancak tam aksine doğudandı. Kültür olarak da büyü olarak da aynı ülkenin içindeki en zıt köşelerini oluşturuyorlardı. Beyaz saçları örülmüş ve kafasının etrafında sarılmıştı kadının. Elinde aksesuar gibi kullandığı ve aslında hiç de yaslanmadığı bastonu vardı. Suratı avucun içinde iyice kırıştırılmış bir kağıt kadar buruşuktu. Derisi ince kalmıştı ve damarları mor ve yeşil ortaya çıkmıştı. Ve Anjaya’yı hiç zorlanmadan yerden yere vuruyordu.
Kulağının yanında dev bir su perdesi havada mantar gibi patladığında Anjaya bir adımla hayatta kalmıştı. Bu kadın resmen ne kadar yaralanacağını umursamıyor görünüyordu. Anjaya hissettiği keskin ağrı ile gözlerini omzuna kaydırdığında ne kadar kaçabildiğini anlamıştı. Omzundaki o kesik en uzak göz tarafından bile görülebilirdi. Ve o an Anjaya için yavaş geçmeye başladı. Kolunun gözünün önünde havada süzülüşünü görmek gerçekten çok fazla insanın başına gelmezdi. Anjaya bunun için kendini şanslı saymalıydı ama acıdan kıvranıyordu.
Kadın resmen onu paramparça edip yine de ayağa kalkmasını istiyordu. Anjaya alana baktı. En son düşen kendisi gibi görünüyordu. Ve halen daha savaşan Nita vardı.
“Başkalarını izlemekten kendi savaşına odaklanamıyorsun. Bu kısa savaşta rahatlıkla söyleyebilirim ki kendini odaklamaktan yoksunsun. Neden?”
Ustası bunları söyledikten sonra, öğrencinin kopmuş koluna bakarak iç geçirdi ve şifa mühürleriyle kolunu yerine oturttu. Ona iyileşmesi için zaman veriyordu. Anjaya oturduğu yerden diğerlerini izlemeye koyuldu. Ustası da mühürcü olduğu için şifa vermek onun alanına giriyordu. Alandaki diğer rütbeli adaylarını daha doğrusu adaylardan geriye kalanları iyileştirmeye gitti.
Anjaya üzerindeki o bütün mühürlere rağmen böyle yaralar aldığı için kendinden utanıyordu. Diğerlerinin savaşlarını kafasında tekrar değerlendiriyordu.
Ziguic’in sarayın en korkulan ustasının yanında şansı olmayacağını düşünse de Zi beklediğinden iyi dayanmıştı.
En çok da Jamahe’ye şaşırmıştı. O tembelin savaş başladığı anda nasıl değiştiğini görerek bir kez daha görünüşün hiç olduğuna emin olmuştu. Bariyerciydi ve tartışmasız güçlüydü. Ustasını oyaladığında, Anjaya onun yapacağı hiçbir şey olmadığından emindi. Ancak çok geçmeden bir açık yakalayan Jamahe, ustanın büyülerini kapatmıştı.
Bir efsane ustayı sınırlamak… Bu çok havalıydı. Ama ne yazık ki büyü kullanmadan savaşırken bile usta çok güçlüydü. Ve Jamahe’nin bariyeri çok hızlı kırılmıştı. Jamahe zorda kaldığı her anı mühürlerle kapatmaya çalışıyordu. Ustası bir fırça kullanmazken, Jamahe her seferinde fırçaya mecbur kalıyordu. Başka türlü büyü gücü ustaya zarar verecek kadar yüksek değildi. Element bedenlemeyi de güç bariyeriyle birleşmeden kullanamıyordu.
Sreren ise Jamahe’den daha havalı gelmişti Anjaya’ya. Bir anda üç farklı canavarından birine dönüşüyordu. İlk defa şeytan evcilleyen birini görüyordu. Çok çok nadirdi bu. Bir illüzyonistten daha nadirdi. Bedeninden çıkan kanatlar ya da hayvan pençeleri… Ancak bunun haricinde o da mühür kullanmayı tercih ediyordu.
Faye’ye tek bir büyü tipi kalıyordu. Feda etmeye dayalı yasak büyü. Bunu rütbeliler harici kullanmak yasaktı. Ancak Faye bir tapınak rahibesiydi. Bu da o sevimli ve temiz suratını açıklıyordu. Savaşırken Faye sürekli gülümsüyordu ve Anjaya alandaki diğer erkekler gibi o anda kaybolup gitmek istiyordu. Yasak büyü hariç her şeyi kullanıyordu. Yasak büyü için feda edeceği şey bir hayvan olabilirdi ya da insan… Belki de kendi canını feda ederdi. Bu yüzden kullanmıyordu.
Faye’yi izlemek antik bir ayini izlemekle aynıydı. Kızın hareketleri bir çeşit tapınmaydı. Kendinden geçiyordu, gözleri kapalı hareket ediyordu. Sanki tüm varlığı başka bir yerdeymiş gibi saldırıyordu.
En sevdiği savaşın sona kalması ise onun için güzel bir şeydi. Nita savaşıyordu ve Anjaya bu şekilde uzun süre yaralı kalsa canını çok da umursamazdı. Yeşil cüppeli usta ilk bakışta Nita yaşlarında sayılacak bir gençliğe sahipti. Ve yakışıklıydı. Bu hoşuna gitmemişti. Neden saraydaki tek kadim silah kullanıcısı usta, kızların gözdesi olan kişiydi? Anjaya kendini şanssız hissediyordu. Ayrıca kırklı yaşlarına varmış birinin bu kadar çekici olması yasaklamalıydı! Ve neden Nita’ya bu usta eğitim veriyordu?
Nita’nın o mühür şeritleri satın aldığını düşünmüştü Anjaya hep. Ancak bu kadar pahalı mühürleri kendisinin yapacağı, savaşı görene kadar aklına gelmemişti. Nita koşarken bir yandan da havaya hayali harfleri çiziyordu. Harfler, o hızda koşarken kusursuz bir şekilde yan yana geliyordu ve parıldayarak bir başka şerite dönüşerek küçülüyordu. Muhteşemdi çünkü şeritlerdeki harfler bir sanattı. En zor yazı sanatıydı. En güzel yazı sanatıydı. Bu hızda o harfleri kusursuz kıvrımlarda çıkartabilmek… Nita boşuna rütbeli adayı değildi. Anjaya, Nita’nın yemek yerken bile elinde kalem olmasını şimdi anlıyordu.
Nita daha bir kez bile düşmemişken kendisi yerden yere vurulmuştu. Bu hoşuna gitmemişti. Gerçi daha kuklasını kullanamamıştı. Daha çok dayak yemekle meşguldü. Ya da ustasının dediği gibi etrafını izlemekle meşgul de olabilirdi. Herkesin yerden kalktığını görünce kendine gelmişti. Hepsi de iyileşmiş miydi? Ustasının kendisine hayal kırıklığıyla baktığını görünce biraz utanmıştı Anjaya. Ustasına nasıl iyileştiklerini utanarak sordu Anjaya.
“Üstünde oturduğun kum tamamen mühür kaplı… Bu benim şifa mührüm ile birleştiğinde taze yaraların hemen iyileşmesini sağlar. Ama unutma, bunun da bir sınırı var. Biraz daha dikkatini vermelisin oğlum.”
Ustası ona bunu söylerken Ajaya’nın gözleri diğerlerindeydi. Bir an Nita’nın gözlerinden süzülen bir damla yaş ile “abla” diye mırıldandığını duyar gibi oldu. Bir varis adayı olduğu söylendiğinde de aynı şekilde mırıldanmıştı. Bu yüzden bu kadar çabalıyor olmalıydı. Kendisi içinse sadece çağrılmış olmanın onuru vardı.
Yutkundu. Diğerlerinin de gözlerinde bir inanç vardı. O ise bu mücadeleleri sadece eğlence olarak görmüştü. Büyülerin eşliğinde kaybettiğinde bile acısı azalıp kayboluyordu.
“Kaybetmiş olabilirsin. Ama kendini öldürmek zorunda mısın?”
“Tüm ailemin önünde rezil oldum. Mahvoldum.”
“O zaman bir an önce iyileş ve güvenlerini geri kazan.”
“İyileşmek isteyerek, inanarak olan bir şey mi sanki?”
“Benim hayatımda inançtan ve istemekten başka tek bir şey bile yok!”
Anjaya her şeyi çabuk unuturdu. Ancak bu konuşma hariçti. Amber adlı bir kızın onu çok korkunç bir şekilde yendikten sonra söylediği bu sözler hariç… Anjaya büyüden beden almamış, soysuz bir isme yani enne bir isme sahip Amber adlı biri tarafından yenilmiş ve yine onun merhametiyle sarılmıştı. Enne isim… Ailesinden bir ismi bile almayanlara verilen isimlere denirdi. Bir enneye karşı yenilmek… Aşağılanmaktı ancak bu kızın merhametinde aşağılamanın zerresi yoktu. Giderken bile bir daha karşılaşacaklarının sözünü vermişti kız. O karşılaşmaya sağlam çıkmak istiyordu. Evet, artık ayağa kalkmalıydı.
“Bana başka seçenek bırakmadın öğrencim. Şu andan itibaren aramızdaki savaş ölümüne bir hal alacak. Yani tüm gücünü kullanmalı ve hayatta kalmalısın. Biraz önceki su bileziği artık kolunu ya da omzunu değil, doğrudan bedenini ikiye ayıracak.”
Anjaya daha tepki veremeden etrafın kararmasını izledi. Siyah duvarlar canlandı.
“Rütbelilerin güçlerini merak ediyor musun öğrencim?”
“Evet, ancak rütbelilerin güçlerini görüp de canlı olan tek bir kişi bile yok.”
“Bizim kaynağımız diriler değil öğrencim, vazgeçilen aracılığı ile ölülerden toplanan bilgi… Birazdan onlardan birine şahit olacaksın ve şimdi hayatta kalmayı başaramazsan o zaman kazanmak için bir gücün olmayacak. Pes edip gidebilirsin istediğin an.”
Anjaya ustanın gözlerindeki o garip nefreti sezdiği anda öldürmekten çekinmeyeceğini anlamıştı. O sevecen yaşlı kadının gözleri artık nefretle bakıyordu.
Anjaya ayağa kalktı. Mavi yıldırımları gezindi toprakta. Hayatta kalmak? Kazanacağımı neden düşünmüyor? Hak ettiğim bu mu? O halde kuklamla tanışmalı! Bu fikrini değiştirmem gerek. Gözlerini yumdu. Ceplerindeki taşlar etrafında dönerek hareketlendi. Anjaya saydam bir bedende dev boyutlara ulaşmıştı. Bir şövalye hayal etmeye çalıştı. Dev bir savaşçı bedeninde biçimlendirecekti kuklasını. Altın zırhında, mühürlerle donatılmış miğferiyle, güçlü ve korkunç bir kral hayal etmeye çalıştı.
“Şövalye mi? Sen soytarısın!”
Anjaya bu sözleri duymamalıydı. Biçimlendirme sırası kısacık bir süreydi ve erişilemez olmalıydı. Ancak şövalyesi bir soytarıya dönüşmüştü bile. Neden etrafını fazla dinliyordu? Neden sadece istediğine odaklanamıyordu? Anjaya bunları düşünerek çıldırmak üzereydi. Herkesin olmak istediği bir şövalyeden, gülünen bir soytarıya…
Rengarenk yamalı elbiseyle soytarı… Biçimsiz bir surat ve devasa bir rezalet! Anjaya elde edebildiği kuklasını görünce utandı. Ancak kuklası gene de ilk saldırıyı karşılamayı başarmıştı. Sonra kendine geldi Anjaya. Evet, ben olsa olsa bir soytarıyım.
Tek ayağı havada, teki ayakucunda duran soytarısı kıvrılıp, dönüyordu. Gülen bir surat oluştu. Sürekli dans ediyordu. Biçim kazandı, hayat buldu soytarı. Ağlayan gözler ve kahkaha atan bir surata büründü. Anjaya iplerini kutsadı. İplerini hayat bağıyla bağladı.
Toplar çevirdi ellerinde soytarı. Kahkahaları yankılandı siyah duvarlarla çevrilmiş alanda. Toplar mühürlerle çevrelendi ve ateş saçtı etrafına. Ustası hiçbir saldırıdan kaçmıyordu bile. Değen ateş topları onun canını acıtacak kadar güçlü değildi çünkü.
Anjaya gözlerini, kulaklarını kullandı. Gözlerini, kulaklarını kutsadı kuklanın. Kukla görür ve duyar oldu. Kafasını etrafında çevirdi. Her şeyi inceledi, ustayı gözlemledi. Ustanın her fırtınasından, her rüzgarından, her su dalgasından kaçtı. İpler belirdi yüksek duvarların üzerinde. Kukla tellerde atlayarak yer buldu kendine, kimi zamansa ters sallandı. Oyun oynadı ustanın ölümcül ateşleriyle.
Karşılık bekleme zamanıydı. Usta bölündü, parçalandı ve alanda yüzlerce oldu. Yüzlerce farklı kadın, yüzlerce farklı insan bedeni çıktı topraktan… Her biri farklı güçlerdeydi.
Anjaya’nın soytarısı bu sayıca çok kalabalıktan sadece en güçsüzlerini yok edebiliyordu. Hangisinin gerçek usta olduğunu bilemiyordu.
Kollarını verdi kuklasına, soytarının kolları ve büyüleri daha güçlü oldu. Anjaya yaptığı şeyin farkındaydı. Eğer hayat bağları, ruhunu ve bedenini paylaştığı kukladan koparılırsa kutsadığı her uzvunu gerçekte yitirecekti. İki şansı vardı; yenilecekse kukladan vaktinde geri almalıydı ya da mutlaka yenmeli ve bağları korumalıydı.
Bağları şimdiye kadar Amber’dan başkası keşfetmemişti. O da keşfettiğinde bağırarak geri almasını söylemişti. O zaman kulaklarını vermemişti kuklaya, ancak şimdi daha en başından duyuları karşılığında güç almıştı.
Anjaya karanlıktan korkardı. Duygularından arınmış o daracık alanda kalmaktan korkardı. Ölü ruhlarla temas halinde olduğu kuklanın bedeninden korkardı. Tamamlayamamıştı, kuklaya hükmedememiş ve onunla birleşememişti. Bu yüzden ne zaman tam güç kullanacak olsa ruhu daracık bir alana hapsolur, savaş bitene kadar kör, sağır ve dilsiz kalırdı. Korkuyordu bu yerden. O korkunç duygudan…
Bağların koptuğunu hissettiği anda acı hissi geri gelmişti. Kuklası kollarını kaybetmişti. Şu ana kadar en yüksek gücü verdiği kuklası yeniliyordu. Bedeni parça parça geri geliyordu. Gözleri ona geri dönmüştü. Kuklasının gözleri oyulmuş olmalıydı. Çok geçmeden kulaklarını ve hislerini de geri aldı.
Gözlerini açtığında bir ucubeyle karşılaşmıştı. Kukladan geriye paramparça bir ucube kalmıştı. Kendisi ise neredeyse tamamen parçalanmış bir bedenle havadaydı. Bedenini kimsenin görmesi mümkün değildi. Ancak her kuklacı kendi kuklasında bir sembol bırakırdı. Kendilerini anlatan sembol bulunduğu anda kuklacının bağları da ortaya çıkardı.
“Pes edebilir, sarayı terk edebilirsin… Ya da onurunla ölmeyi tercih edersin. Gördüm.”
Ustanın dediği şey belliydi. Sembolü ve bağları görmüştü. Anjaya bir an bile beklemedi, bağlara asıldı. Ne yaptığının farkında değildi ama kuklanın bağlarını elleriyle tutmak, hissetmek istedi. Bu sefer yaşamak, kuklasını yaşatmak istiyordu.
Paramparça olmuş kuklaya baktı ve “Beraber yaşayıp, ölelim” dedi. Kukla yırtık elbisesi ve kırık kollarıyla ayağa kalktı. Kahkahası bir kez daha yankılandı. Etten kırbaçlar dolaşıyordu etrafında onlarca, alev ve rüzgar çevresini kuşatmıştı. Dört kadın etrafında dua eder gibi suya hükmediyordu. Rüzgara gizlenmiş bedenleriyle dört erkek etraflarında çevirdikleri sivri kayalar ile hazır bekliyordu.
Anjaya kuklanın bedenine tam olarak soktu kendini. İplerini kendi elleriyle kesti. Artık kukladan başka bir ruhu, bir bedeni kalmamıştı. Daha önce hiç cesaret edemediği bir şeye kalkışmıştı. Kaybetmek istemiyordu.
Soytarının şekli değişti, bir rahip oldu. Gözleri ateş saçan, yerlere kadar inen düz elbisesinin başlığı gözlerine kadar inen gösterişsiz bir rahip… Ağlayan heykellerin yas tutan rahiplerinden birine dönüşmüştü Anjaya. Öyküsüne en üzüldüğü rahibin bedenine girmişti.
“Anlıyorum, intihar etmeyi seçtin. Onursuz bir davranış… Ve yine onurunu yitirmiş bir rahibin bedenine girdin, kendi prensesini yok etmiş bir onursuzun bedenine.”
“Çaresizdim. Kendimi lanetleyecek kadar onursuzdum, asla affedemeyecek kadar. Affedildiği halde kendini bağışlamayan ben bağışlanmak isteyen bir ruhla geri döndüm. Efendimin varisine hizmet etmek için geri döndüm.”
Cevap veren Anjaya değildi, kuklasıydı.
Dalgalar birbiriyle yarıştı. Et ve kan kılıç ve kalkan oldu.
Anjaya onlarca bedeni bakışlarıyla biçti.
O zaten ölmüştü. Bedeni ile olan hayat bağlarını kendi elleriyle kesmişti. O halde son kez kazanmak ve kendi kuklasıyla beraber son bulmak istiyordu.
Kuklası onunla konuşuyordu. Buna inanmasa da kuklası ona talimat veriyordu. Roller değişmiş gibiydi.
Elleri iki kıskaca dönüşmüştü. Dokunduğu anda zehir mührü ile birleşerek saldırıyordu.
Başka bir büyü daha var Anjaya…
Kuklası ona bunu söylediğinde şaşırmıştı, anlamsız bulmuştu. Ancak ona sadece bu kadını yenmek istediğini söyledi. Kuklası da eninde sonunda galibiyet sözü verdi. Anjaya için eninde sonunda değil sadece son kavramı vardı.
Alanda sadece tek bir kadın kalana kadar hepsini sildi Anjaya. Yıpranmanın acısını tatmıştı. Alanı paramparça etmenin keyfini tatmıştı. İlk defa usta geri çekiliyordu.
Ters dönen mührü gördüğü anda anladı Anjaya. Zıt mührü kullanmaya başlamıştı usta. Zıt… Her saldırıyı tersine çevirebilecek bir mühür büyüsüydü. Yansıtabilirdi ya da yapılan büyünün tersine çevirebilirdi. Aydınlığı karanlığa çeviren güneş gibi…
Ustanın beklediğini görünce bu fırsatı değerlendirmek istedi Anjaya. Kuklası ateşle çevirdi kadını. Zıt mühür etkinleşse bile geri yansıtması nafileydi, kadın yanmış olacaktı. Gözleri ulaştı kadına ve kadın yanmaya başladı.
“Bir hata daha öğrenci! Neden geri çekildim ve bekledim düşündün mü? Zıt mührü yansıtmak için değil, yapılan büyüyü tersine çevirmekte kullandım. Sen hasar verici bir büyü kullandın ama bu bende tedavi oldu.”
Ustanın bedenindeki tüm hasar düzelmişti. Buna karşılık Anjaya gücünün tükenmeye başladığını hissediyordu. Yaptığı hata aslında şuydu, var gücüyle hasar vermeye çalışmıştı. Bu ise ustanın tüm o güçle yenilenmesini sağlamıştı. Anjaya için oyun bitmişti. Kaybederek mi ölecekti?
Bir başka zıt kullanıp büyü için beklemekse tamamen boştu. Anjaya’nın bu zayıf güçle oluşturduğu zıt büyüsü ustanın enerjisi karşısında kırılacak ve daha fazla zarar verecekti.
Usta elinde dev bir buzu omzuna sapladı. Yere düşmüş kukla buza dokunduğu anda usta buzu daha da dondurdu. Eli yapıştı kuklanın buza. Bir diğer buz ise ayaklarından yukarıya çıktı. Kukla donmuştu. Sert bir rüzgar kılıçtan daha keskin bir halde ilerledi ve kafasını gövdesinden uzağa fırlattı.
Kuklanın halen gören gözleri kendi boynundan fışkıran kanla boyanmıştı. Anjaya gözlerini teslimiyet içinde yumdu. Kulaklarında ustasının sesi canlandı.
“Daha ölmek için gençsin bu ne acele öğrenci? Bugün nihayet seninle ilgili umutlarım arttı. Saraydan gitmek istesen bile göndermeyecektim doğrusu. Çünkü böyle bir yetenek kolay bulunmaz. Daha ilk savaşlardan kafa tutmayı başardın. Nelere dönüşeceğini merak ediyorum. Yarınki dersimiz sabahın ilk ışıklarında. Unutmadan ekleyeyim, tedavi için beklemen gerekecek. Sanırım alandaki diğer öğrencilerden bir kısmı şoka girmiş durumda.”
“Ancak hayat bağlarım koptu. Nefes alamıyor olmam gerek.”
Anjaya konuşabildiğini fark edince hayretle açtı gözlerini. Paramparça olmuş bir haldeydi ancak kendi bedenine dönmüştü.
“En güçlüsü kopmamış demek ki öğrencim. Yakın zamanda Nita ile birlikte savaşmaya başlayacaksınız, çünkü Azul her zaman isimsiz rütbeli ile birlikte gezer. Savaşların birlikte olma ihtimali de var bu nedenle…”
Tek bir bağ kaldı, hatıralarınız. Bunu silmeye kimin gücü yeterdi efendim? Bedeninize geri dönün ve dinlenin. Birlikte yaşayacağız, birlikte utançlarımızı sileceğiz. Dileklerinizi gerçekleştirmek için hazırda bekliyor olacağım. Lütfen unutmayın efendim, kendinize inancınızı, verdiğiniz söze bağlılığınızı yitirirseniz son hayat bağınız da kopacaktır. Lütfen kendinizi güçlü tutun efendim.
Anjaya bayılmadan önce son olarak kendi kuklasının sesini duymuştu. Huzur veriyordu bu ses ona. Çünkü sesin sahibi çok tanıdıktı. Utanç anıtı dikilen rahiplerden biri kendi akrabasıydı. Onun tüm öyküsünü ve üzüntüsünü bir öykü gibi dinlemişti çocukluğunda. Gizlice utanç anıtına ziyarete gitmişti bir kere. O zaman “Keşke seni bu utançtan kurtarmanın yolunu bilseydim. Bir yolunu bulursam sana söz veriyorum, daha fazla yüzünü gizlemek zorunda kalmayacaksın.” Demişti. Belki de bu yüzden atası onun kuklasına şekil vermişti.

7 Eylül 2014 Pazar

Annarasumanara

Merhabalar
Um, bunu fantastikedebiyata attıysam blogumda da dursun. Kalabalık iyidir ^^
İsmini doğru yazdım mı diye kontrol etmem gereken bir mahnwanın tanıtımını yapacağım şimdi heheh Very Happy
..
Kendileri 2010 çıkışlı. Yani biraz da eski sayılır.
Yaratıcısı ise Ha Il Kwon
Aslında amacım bloga bir şeyler eklemekti, ben de böyle acı tatlı bir mahnwadan başladım. Manga yerine mahnwa dememden de anlaşılacağı gibi Kore yapımı… Hem Kore yapımı hem de web comic türünde olması çizimleri de sıradan mangalardan bir nebze olsun ayrı kılmış. Webtoonların bol bol renklerindense, mangaların siyah beyazına büründüğü yerler daha çok aynı zamanda.
Genç yaşta parasını kazanmaya ve yetişkin gibi davranmaya mecbur bırakılmış Yoon Ah Ee'nin, kendisine tamamen zıt ve çocuksu sihirbazımızla tanışması ve hayatının ne yönde ilerlediğini konu alıyor mahnwa.
Kısacık ve dram öğesi içermesine rağmen derdini anlatabilmiş, dramları da fazla uzatmamış bir mahnwa. Okurken bir yandan neler olacağını tahmin ediyorsunuz, aynı şekilde sihre gerçekten inanmak istiyorsunuz.
Gerçekten de çok kısa, sadece 27 bölümcük, tadı damağınızda kalsın diye bırakılmış gibi. Basit sayılır bir konunun yanında oldukça dar bir karakter yelpazemiz var. Üç ana karakterin üzerinde dönen olaylardan ibaret tamamen.
Mahnwanın türü: gizem, dram, romantik, yaşamdan kesitler, psikoloji
Türlere romantiğin eklenmiş olmasıyla otomatikmen shippinge başlamıştım. Tipik bir shoujo kuralıyla hem de: Kızı ilk gören alır Very Happy. Yanılmışım, romantizm ögeleri bu mahnwada pek de mevcut değil.
Karakterler:
Yoon Ah Ee
Esas kızımız çok tanıdık gelecek şekilde, çok fakir, geçimini zar zor sağlayan ve bir yandan da babasının borçlarıyla ilgilenmek zorunda olan biri. Kız kardeşiyle birlikte yaşıyor. Annesine sürekli gönderemeyeceği mektuplar yazıyor. Küçükken sihirbaz olmak istemiş, kim istememiştir ki? Ancak hayatın zor şartları nedeniyle bu tip şeylerin saçmalık olduğuna da inanmış. Ve sihirbazımızla tanışır... Peki sonra neler olur? Smile
Sihirbaz
Hakkında herkesin deli dediği ilginç bir adamdır kendisi. Gerçek bir sihirbaz olduğu iddiasında ve terkedilmiş bir lunaparkın çadırında yaşıyor. “Geçimini neyle sağlıyor neyin nesi bu adam, gerçekten deli mi yoksa mahnwada ufak fantastik ögeler mi mevcut?” Gibi soruların yanıtlarını okudukça alabilirsiniz.
Hikayenin ilerleyen bölümlerinde dediği gibi gerçek bir sihirbaz olmasını isterken buldum kendimi. Aslında bu onun hakkında daha görür görmez verdiğim yargıdan kaçmak içindi. Paragrafın içi spoiler içerebilir ( Zayıf karakterli ve hayata tutunamamış biri olduğunu görmek istememiştim. Hele ki basit bir sebepten kafayı yemiş olması… Üzücü gerçekten.) Doğrusu paragrafın dışı da spoilerdan ibaret olabilir heheh 
Na il deung
Sinir bozucu bir tip… Sonradan düzeliyor tabi. Mahnwada herkes ona yakışıklı diyordu benim tepkim de “Bu yamuk mu???” olmuştu. Ama son bölümlere doğru çizimi değişti. Belki de yaratıcısı Ha Il Kwon da onun dar kafalılıktan kurtulduğunu göstermek için böyle bir şey yapmak istemiştir, kim bilir?
Kendisi bir asfalt yolda hızla gittiğini söylüyor. Başarı peşinde koşacak ve daima başarılı olacaktır. Sihirbaz ona tek bir soru soruyor “Yürüdüğün asfalt yol soğuk değil mi?”. Bu da onu can evinden vuruyor. Yolda hızla geçerken kim etrafının farkında olabilir ki?
Bu çocuğun sonraki çizimini de atmak istedim.
Çerez niyetine, boş zamanınızı değerlendirebilirsiniz bu mahnwayla.
Çok fazla anime manga dünyasına dalmış birisi sayılmadığım için her ne kusur işlediysem affola Smile
Ve bitirirken sormak isterim ki:
“Sihre inanır mısınız?”

21 Ağustos 2014 Perşembe

Ruh Bedene Şekil Verdi: 24

Bölüm Notu: Bu bölüm en hızlı yazdığım bölümlerden biri oldu. Bu yüzden eksik gelir mi bilmiyorum.
Bölüm 24

Hisuar’ın öldüğünü hissettiği gibi nehre koşmuştu. Direnişçiler, gözyaşları… Aklındaki tüm bağlar yıkılmıştı. Sürüklenen anıların silinmesi küçük bir an içinde gerçekleşmiş, yerine büyük bir baş ağrısı gelmişti. Yürüyemeyecek kadar güçsüzleşmişti ama gene de sunağa varmayı başarmıştı. Uzunca bir süre beklemişti, iblis görünmemişti. Gitmek isterken korkunç bir ses onu durdurmuş, yanına çağırmıştı. Heykellerin yanına geldiğinde iblisi her zamanki gibi bir heykele yaslanmış halde buldu. Nefes nefese konuştu kahin.

“Öldü. Tıpkı istediğiniz gibi. Ancak direnişçilerin her hareketini daha fazla bilemeyeceğiz.”

İblis sakin görünse de sesi ürkütücü bir tıslamayla çıktı ağzından.

“Yok olmak kaderi olan bir guruptan ibaret onlar. Ancak şunu aklından çıkartma! Hisuar ve senin içindeki ruhun bağları en başından beri güçsüzdü. En başından beri içindeki ruh denediğimiz her şeye direndi ve o varisin yerini göstermedi.”

Kahin ona karşı çıkmaya korkuyordu. Ancak yine de aklındaki şeyi söyledi.

“Ancak yine de Hisuar ile olan bağı onun gördüklerini görmemizi sağlıyordu.”

İblis bunu duyunca sinirlendi, gözlerinden ateş püskürecek bir öfkeyle yanar oldu. Kahinin nefes almasını unutturacak kadar hızlı bir şekilde uzun boynu yanına eğildi ve gözlerinin içine bakarak haykırdı.

“O beyaz sürtük bizi oyalamak için elinden geleni yapıyordu. En büyük düşmanımızı bize yok göstermeyi başardı. Ondan düşüncelerini arındırmayı başardı.”

“Kraliçenin askerini gizlemeyi başaramadı ama…”

“Sadece birine yetecek kadar gücü vardı.”

Kahin geriye doğru birkaç adım atmasaydı nefesini toparlayamazdı. Kısa süren sessizliği de yine o bozdu.

“Ne zaman saldıracağız peki? Artık arkalarında güvenebilecekleri bir güç yok. Zaman kaybedemeyiz.”

İblis onu tek bir bakışıyla susturdu. Sıkı bir yumrukla heykellerden birinin kafasını uçurdu. Dağılan parçalar havada bir toz bulutu meydana getirdi. Bunun anlamı kahin için basitti. Burada durduğu süreyi uzatacak olursa ve ağzından tek bir yanlış cümle daha çıkarsa kendi başına da aynısı gelecekti. Ancak kahini şaşırtacak bir şey oldu. Toz bulutu geriye doğru savruldu. İblisin kıvrımsız ağzına bir gülümseme oturdu.

“Ölse bile utanç yeminlerini tutuyorlar. O kadın yok olsa bile…”

O daha bunu söylemeyi bitirmeden heykel tekrar birleşerek ellerini yüzünün üzerine kapatmıştı. Ağlayan heykel sanki hiç parçalanmamış gibiydi. Kahin heykele odaklansa da aklı varis adayındaydı.

“Tertibi düşüneceklerdir. Ancak içlerinden birisi Velint’in soyundan…”

“Zess en Rounrard…”

“Rounrard, sülalesinin ilk simgesi birbirlerini ısıran iki yılandı. Her biri zehirli yılan olan güçlü aile… Gerçek ve hayalin dünyasını gösteren iki zehirli yılan… Gerekirse hedefi için kendini soyunu zehirleyen iki yılan… Onlardan her türlü hileyi beklemek gerekiyor. Şimdiye kadar hiçbir şekilde adını duymadığımız pasif bir varisten çok, onun rütbelilerinden çekinmek gerek. Kim bilir? Belki de varis, senin çalgına karşı bile güçsüz kalacak…”

Tertibi anlatmaya başladı kahine. Yazılı kaynaklar onun hafızasıyla boy ölçüşemezdi. İblis krallığın var oluşundan önce yeryüzündeydi. Sırf onların çağırmalarıyla gelmiş değildi. Ancak aptal insanların ona sundukları ziyafeti beğenerek oraya yerleşmişti.

“İlk Nonuin Tertibi düzenlendiğinde iki genç varis birbirine var güçleriyle saldırmış, sonunda sağ çıkan tek bir kişi bile olmamıştı. Bu durumun bir daha olmaması adına seçmen meclisi gizli bir karar aldı.”

Kahinin gözlerinin önünde savaşan iki genç adam belirmişti. İblisin sözleri hayat buluyordu. Bir rüya görür gibi izliyordu anlattıklarını. Korkunç ve kana bulanan eğitim arenasını görüyordu. On dört ölü rütbeli ve parçaları havaya savrulan iki varisi gördü. İblis devam etti anlatmaya o korkunç sesiyle geceyi yararak.

“Azizlerin seçmediği ve güçsüz olan varisi herkesten gizli yok etme kararıydı bu. Özellikle de halkın gözlerinden gizleme kararıydı.”

Kahinin gözlerinin önünde uykusunda boğulan prensler geçer olmuştu. İnfazı için toplanan gizli meclisler, kana bulanmış botlar ve zindanlara atılıp yalvarana kadar işkence edilen rütbeli adayları… Ancak yalvaran rütbeli adayları her türlü hakkından mahrum bırakılıp, gerçek rütbelilere hedef tahtası oluyordu. Kılıcını denemek için kullanılan kölelere düşüyorlardı.

“Ancak bu sefer durum farklı… Azizler bizim tarafımızda değil. Yine de bu bile seçmen meclisinde yeterli olmayacaktır. Ne yapacaklarını tahmin ediyorum. Sana diyene kadar hiçbir şekilde adım atma. Senin yerine düşmanlarından kurtulacak ve bununla yorulacaklar. Sadece tertibi elinden geldiğince öne al. Dinlenmeye ve güç toplamaya fırsat bulamasınlar!”

Güneş kahin emrini alarak uzaklaşmak üzere son kez eğildi iblisin önünde. O giderken iblis arkasından konuşmaya devam etti.

“Senin için son bir beden, son bir ruh daha çalacağım gün bekçi… Son bedeni çaldığımda artık benim eserim tamamlanmış olacak. Nihayetinde Hisuar olmasa da onun soyundan biriyle Güneş’in ruhu birleşecek. Benim istediğime uyan tek kişinin son varis olduğundan eminim. Diğerleri gibi kararmaya hazır birine benzemiyor. Eğer ki onun da saf ruhunu çalarsan, o zaman son kez doğacak Güneş… İstediğim gibi özgür kalacağım bu topraklardan… Benim için de son bulacak esaret!”

***

Amber, Hisuar’ın ölüşünü unutmuyordu. Üzerinden bir hafta geçtiği halde her aynaya baktığında kumral saçlarını değil beyazları arıyordu. Gözyaşı lekesinin olduğu yerde artık hiçbir şey olmaması onu üzgün hissettiriyordu. Büyü kullanırken bedeni daha kırılgandı. Yeryüzünde matemin izlerini görüyordu. Buruk bir inanç yakasında, zaman ise sayılıydı.

Bu gün ise tam bir hafta olmuştu Hisuar öleli. Bir mezarı bile olmayan ruhun parçalanışı Amber’dan geriye karakter olarak daha güçlü ancak büyü olarak güçsüz birini bırakmıştı. Kendisini tanıyamıyordu. Haklıydı da. Doğrusu genzinde anlamadığı berbat bir tat vardı. Etrafında sanki cesetler varmış gibi bir koku alıyordu ancak kaynağını bilemiyordu. Gözleri onlarca kez yıkadığı halde acıyordu. Kırmızı gözlerle bilgenin karşına çıktı. Ağlamıyordu, ağlamazdı. Ancak sanki günlerdir uyumamış gibi morluklarla çevrili iki kan çanağı üzüntü kusuyordu.

Bilge ona doğru yaklaştı. Suskundu önce. Amber etrafında kanat seslerini duyarak irkildi. Artık hayal de mi görüyordu? Öfke doldu ancak daha hissettiği duyguyu anlamadan saman alevi kadar yanmış ve sönmüştü. Derin nefesler aldı. Birkaç gündür bu çok sık oluyordu. Kanat sesleri bir kez daha duyulunca Amber bir çare bulacağına inandığı bilgeye umut eden gözlerle baktı.

“Zamanı gelmek üzere... Çok az kaldı. Bunun zor olacağının farkındayım. Yine de elimden umut etmekten başka bir şey gelmiyor.”

Amber’ın bilezikleri halkalar halinde tüm bedeni sardı. Daha neyin zamanı olduğunu soramadan bilge derin ve geniş bir çukur açtı. Biraz uzaktan birinin ona doğru koştuğunu işitti Amber. Ancak çukura baktı. Çukurun altında bir göz oda vardı. Penceresiz ve kapısız bir oda… Amber altından bir elbise haline gelen bilezikler ile çukurun altına sürüklendiğinde gözleri çoktan kapanmıştı. Son gördüğü az önce ona doğru koşup yetişemeyen kişinin kendisine tutunan eliydi.

“Asla zaman kaybetme. Duyuyor musun? Biran önce geri dön! Sana ihtiyacım var.”

Zess’e ait olduğunu anladığı son bir cümlenin ardından hisleri tamamen yok oldu. Yeniden doğmak üzere bir mezar odasına konulmuş ve gömülmüştü. Ne hazin bir son olurdu Amber ölseydi eğer. Belli ki huzur arayan ruh için daha erkendi ölüme.

Karanlık yavaşça aydınlandı. Üç oda gördü Amber. Kan dolu bir gölün dibinde… Hiç kimse ve hiçbir ses yoktu. Amber bir bedene sahip değil, şekilsiz bir ruh… Tüm sessizliği yansıyan bir gürültü bozdu. Kendi sesini duydu Amber, sert ve güçlü bir şekilde kendi sesi sordu ona.

“Hangisi sensin?”

Amber hiçbir şey anlamazken ses daha hızlı tekrar etti.

“Hangisi senin?”

Yüzlerce kadının ve erkeğin sesi defalarca ve kafa karıştıracak bir şekilde aynı soruyu sormaya devam etti. Ancak Amber’ın sesin geldiği yere yürüyeceği bir bedeni yoktu. Sesler devam etti uğultular halinde.

Üç odaya da baktı Amber. Kendi olduğu yerin tam karşısında sevimli bir bebek vardı. Hızla büyüdü. Çıplak bir çocuğa dönüştü. Düşe kalka ilerledi etten duvarda. Tırnakları soyulup parmakları kan içinde kalsa da var gücüyle yüzülmüş parmaklarını duvara batırarak tutundu.

Her tarafında siyah boyalar olan, boşluğa hırsla saldıran bir çocuktu. Öfke doluydu. Kan çiğniyor, kan kusuyordu. Amber onda kendi gözlerini görünce korkuyla geriye çekilmek istedi. Ancak bir bilinçten fazlası değildi.

“Hangisi senin suçun?”

Amber birbirini yiyen insanlar gördü. Birbirine saldıran… Dişler ve hırıltılar giderek yükselirken midelerini etle doldurmuş köpekler birbirine havlıyordu. Etin koparken çıkarttığı seslerle karışmış, pislik kokusu her taraftaydı. Amber bir dizleri olsaydı bağının çözüleceğinden emindi.

“Hangisi bilmiyor musun?”

Amber diğer odada sadece azap gördü. Dostundan merhamet dilenen ancak zulüm bulan bir halk gördü. Eller birbirini kopartıyordu. Devasa bir savaş vardı. Ancak savaşta asker yoktu. Her tarafta ölen masumlar vardı. Bu odada ses yoktu. Gözler her yerdeydi. Çığlıklardan başka bir ses yoktu. Ateş taşıyan gemilerin serin sularda batışını gösteren bir çerçeve vardı arkada.

“Hangisi?”

Amber ne olduğunu anlamıyordu. Birinde bir çocuk diğerinde bir gurup ve en son ise halk diye düşündü. O neydi? Ne olmak istemişti? Neden bunlar onun suçuydu?

“Hiçbir yere varmayan ve hiçbir yerde olmayan bir çocuk gibi büyüdüm.

Hiçbir onuru ve hiçbir asaleti olmayanlarca aşağılandım.

Hiçbir göze görünmeyen ve hiçbir kulağa duyulmayan zulümlere uğradım. Hepsi benim… Ben neredeyim?”

Ses durdu bir an için, Amber hiçbir şey anlamadı. Defalarca kendisini öldürdüğünü gördü, defalarca yeniden kendinde durdu. Ne için beklemeyecekti? Beklerse gerçekten ölür müydü? Neden buradan çıkamıyordu? Ses yüzlerce yerden duyuldu.

“Sen neredesin? Sen kimsin? Sen nesin?”

Bu ses beynini oyuyordu. Bir kadın kendi çocuklarını öldürüyor, ancak hemen sonra ağlıyordu. Evladının kafasını koparırken kadın bağırdı Amber’a.

“Neden bizi öldürüyorsun? Yalvarırım çocuklarım var. Anneyim ben… Durdur bunu!”

Gözleri kardeşinden ayrılmayan bir evlat bağırdı Amber’a.

“Senin suçun!”

Bu sesler giderek yükseliyor ve yankılanıyordu. Amber etrafına yüzlerce kez bakmıştı. En son bu seslere cevap verse de bir sonuç alamayacağını kabullendi. Işığı görmek istemedi. Sesi duymazdan geldi. Sadece bekledi. Yavaşça dağıldığını fark edene kadar bekledi. Karanlık onu sarmaladı. Huzur bulmuş hissediyordu. Ancak bir ses tüm karanlığın arasından sıyrılıp ona ulaşmayı başarmıştı.

“Bu sen değilsin Amber.”

Tanıdık sesi duyduğu anda Amber kendine gelmek istedi. Ancak elinde değildi. Bilinç hali sanki eriyerek yok oluyordu.

“…küçük hanım?”

Cümlenin öncesini duymadı Amber ancak bu iki kelime Zess’i hatırlamasına yetmişti. Ancak diğer sesler onu kapattı. Tamamen içine işledi o korkunç sesler.

“Lütfen… Yalvarırım lütfen… Geri dön huzura... Huzur istiyorum!”

“Durdur! Bir şey yap! Yeterli bu kadarı! Ölüyorum, ölmek istemiyorum.”

Amber en son sinirlenip bağırmak istedi.

“Nasıl yapacağımı bilsem durdurmaz mıydım, lanet olası?”

Tüm kafalar aynı anda ona döndü.

“Sadece kapat görmeyi ve duymayı. Bitir bunu.”

“Kaç! Kendi suçlarından kurtulmanın tek yolu bu, kaç!”

Sesler defalarca tekrar etti bir ağızdan. Yüzlerce insan onu suçlamaya devam etti. Her şeyin var olmasından kaynaklandığını dile getirip huzur istediler defalarca. Zess'in kıkırdadığını duydu nedense sonra. Zess'in sesi ona tekrar ulaştı, tüm o tuhaf seslerden sıyrılarak.

“Huzurlu bir yerde yaşadın mı şimdiye kadar küçük hanım? Rahat sana pek uymuyor.”

Uzaklarda kaybolan evladına ağıtını, sızlamalarını dinledi bir babanın Amber. Gözleri olsaydı ağlamaktan çatlardı. Kendi eşini yiyen birini gördü. Midesi olsaydı kusmaktan parçalanmıştı. Tüm bu üzüntü ve iğrençliğin içinde birinin sesi en çok ihtiyacı olan anda yanındaydı. Nasıl olduğunu bilmediği bir şeye karşı nasıl savaşabilirdi?

Emir alandan emir veren konumuna, askerden komutana geçmesi gerekirken o yerinde sayamazdı. Zaman azalıyordu. Bir yolunu bulmalıydı.

Gözleri kendisine benzeyen çocuğun yanına gitti ilk önce. Vahşi bir hayvana benziyordu. Karar verdiği anda parça parça ve acı veren bir bedene sahip olmuştu. Çıplak elleriyle öldürdü çocuğu. Kendisine tıpatıp aynı olan çocuğu…

Önünde kim olursa olsun yok edecekti. Engelleri ortadan kaldırdığında kazanmaması için bir sebep kalmayacaktı. Daha sonra gurubun içine girdi. Her bir yanlış düşünceyi yok etmek için baktı onlara.

Amber kendi yarattığı felaketi izledi sessizce. Hepsini yok etmişti. Hepsini engel saymıştı. Her seferinde bir korkusunu öldürüyordu ancak pisliğe bulanıyordu. Yıkanmanın, kurtulmanın bir yolu yok muydu? Neden bu kadar korkunç olmak zorundaydı?

Küçük bir kızın cesedini aldı eline. Özür diledi defalarca. Bu görüntülerin gerçek olmadığını düşünüyor olsa da içinden bir taraf deli gibi inanıyordu bu anın gerçekliğine. Ateşe verdi her yeri. Yeniden büyü kullanmaya başlamıştı. İlk kullandığı büyünün en acımasızı olması kendisinden nefret etmesine neden olmuştu. Aslında kendinden nefret etmeyi severdi o. Kendi elleriyle acıyla yoğurduğu korkunç tablo, ayaklarının altında kayıp giden insan yağı… Bütün bunların arasından sıyrılıp da saf ve temiz olmayı diledi.

“Keşke” dedi, “Keşke kahin olmasaydı da gerçekten prenses gibi büyüseydim. Tüm savaşları görmeksizin, inançla… Ancak savaş görmeyen asker olamaz, asker olmayanınsa savaşa karar vermesi aptallık... Belki de savaşmak için doğmasaydım, o kabarık elbiselere yakışabilirdim.”

En büyük odaya girdi Amber… Adımını attığı anda odanın duvarları yok oldu. Kül ve çamurdan topraklar içinde ülkesi işgale uğramış bir halkı gördü Amber. Tecavüze uğrayan kadınları ve çocukları, serserilerin eğlence için öldürdüğü adamları izledi. Yardım edeceğini sandığı adamın diğerinin kollarını koparışını gördü. Amber savaşın her halini canlı canlı izledi.

Nehyda dedikleri eski bir efsanede buldu kendini. Kale kuşatmasının altında tüm erzakları tükenince kendi ölülerini yiyenlerini gördü. Toprağa savurdu ellerini. Gökyüzünde kırmızıdan başka bir renk aradı. Kendi kendine mırıldandı.

“Onları öldürüp durmam hiçbir işe yaramıyor, yeniden diriliyorlar, lanet olsun! Buradan çıkmanın yolunu bulmalıyım.”

“Burası senin tüm karmaşalarının, tüm kâbuslarının olduğu yer. Hayal gücünüz bile korkunç, küçük hanım.”

Gözlerini araladığında karanlığın arasında yüzüne ayın ışıklarının vurduğunu fark etti. Birinin sert göğsüne yaslanmıştı kafası. Birinin kolları dolanmıştı belinde.

“Ne işin var burada?”

Cümlesinin bitimiyle öksürmeye başladı. Gördüğü korkunç kabusların ardına öksürdüğünde kan sıçramasını bekliyordu. Zess yorgun görünüyordu. Mırıldanır gibi cevapladı sorusunu.

“Canım istedi.”

“Neden uyandım bilmiyorum. Ama daha bitmedi. Buradan gitmen gerek, parçalanıyorum. Bu sana da zarar verecektir.”

“Uyanmadın. Sadece sana ulaşmayı başardım. Tam olarak burada da sayılmam aslında.”

Amber kafasının yanacağını düşünüyordu. Delirmiş miydi? Şu an tek eksiği delirmekti. Gözlerindeki ifadeden ne düşündüğünü anlayıp güldü Zess ve devam etti konuşmaya.

“Delirmedin. İllüzyonistim değil mi? Ben kendi büyümün esas şekliyim şu anda. Gerçek ve sahtenin ara noktalarından birindeyim. Ne burada ne de gerçekte olduğum yerdeyim. Bir süreliğine sana ulaşmak için büyü kullanıyorum.”

“Yani büyünü yanımda olmak için sahte bir gerçeklik yaratmakta kullanıyorsun. Peki, niye?”

“Kendini öldürüyorsun. Hep en zor olanı seçiyorsun. Sadece kabul et. Tekrar doğmak dediğin şey kendini geri dönemeyecek şekilde yok ettiğinde olmaz. Bunu bir rüya gibi düşün. Giderek zorlaşan bir sınav gibi… Ama sürekli hatırla bu gerçek değil, sadece bir rüya. Tamam, belki fazla gerçekçi bir rüya… Sonuna kadar dayan, seni yıkmasına izin verme. Ve o seslerden hiçbirini dinleme! Tekrar yanına gelecek kadar güçlü değilim çünkü.”

Amber düşüncelere dalmıştı. Tek yapması gereken süreç bitene kadar bilincini korumaktı. Eğer ki bir an olsun yitirirse yutulacaktı. Yanında olması iyi hissettiriyordu. Ancak birazdan geri dönecekti. Yine de garip geliyordu.

Zess, beyaz sürtük diye çağırdığı zamanlardan bu yana, çok değişmişti. Bu sadece artık küçük hanım diyor olması değildi. Şimdi o kadar tiksindiği gözyaşlarından birini kendine yaslamış, onu kurtarmanın yollarından bahsediyordu. Daha önce kurtardığı gibi… Amber sadece onun tarafından kurtarılmıştı. Bununla birlikte kaç kez kurtarılmıştı? İki? Üç mü?

Saçları gözlerinin önüne düşüyordu Amber’ın. Minnettar olduğu belli ve düşüncelere dalmış gözleri Zess’in üzerindeydi. Zess saçlarını kulağının arkasına itti. Ancak devam etmedi. O an öpebilirdi ama gitme vakti olduğunu düşünerek önce tereddüt etti, sonra vazgeçti.

Amber parça parça düşen gölgelerin onu geriye ittiği hissini duyduğu anda, Zess’e teşekkür etti ve ayağa kalkarak boşluğa tüm gücüyle koşmaya başladı. Yavaşça tekrar yutulurken boşluk tarafından, arkasına dönerek onu izleyen gence bağırdı. Sesinin ulaşıp ulaşmayacağından emin değildi, belki de bu yüzden daha cesaretli olmuştu.

“Geri döndüğümde, tereddüt etme.”

Bölüm sonu notu: Nihayet hikayede bir ship var yeeey :P Neyse...