Not: Bu yeterince uzun sanki ya :D part mart değil bu bölüm olmuş bence :D FİLLER ALERT!
Pencereyi birinin kapattığını duydu. Sonra serin bir el saçlarında gezinince gözlerini araladı. Hissettiği duyguların gerçekliği tüm ağır yüklerini alıyordu sanki. Yüzünde biraz gezinip, duraklayan eli, avucu ile yanağı arasına sıkıştırdı öylece bekledi. Sıkıca gözlerini kapadı, rüya olmaması için dua ederek bir süre durdu öylece. Era’nın konuştuğunu duyarak gözlerini açtı tekrar.
“Amber büyümüşsün, güzelleşmişsin.”
Ayağa kalktı ve doya doya sarıldı Eranor’a. Sonra kıyafetlerine baktı. Parlak ve pembe bir pijama beklemiyordu ve halini görünce anlık bir şoka uğradı. Ona göre parlak ve pembe kelimeleri de yan yana gelmemeliydi zaten. Her tarafında saçma fiyonklar, desenler hatta dantel işlemeler vardı.
Bu kadar büyük bir bebek elbisesi olamazdı. Zess’in çarşıya inerek aldığını öğrenince, onun sırf zevzeklik amaçlı böyle bir şey yaptığını anladı. Era'nın anlattığı kadarıyla, Zess üzerini de değiştirmek istemiş ama Eranor’un öldürücü bakışlarını görerek ve tabi kıs kıs gülerek kaçmıştı. Amber üzerine daha mantıklı bir şeyler geçirdikten sonra Eranor’a sordu.
“Ne kadar uyudum?”
“Kahvaltıyı ve öğle yemeğini kaçıracak kadar.”
Amber dudaklarını büzdü. Era bir öğünde ordu besleyecek kadar çok ve birbirinden güzel yemekler yapardı. Her biri de lezzet konusunda bölgenin en iyisiydi.
Banyoya gitmek istedi. Yolu biliyordu zaten. Gerçekte sadece öyle zannediyor olduğunu anladı hemen sonra. Hayretle her şeyin ne kadar değiştiğini inceledi.
Esnedi ve biraz gerindi. Kıyafetlerinden kurtulunca, buhara ve suya teslim etti yorgun kaslarını... Kendini ne zamandır yorduğunu o zaman hissetti. Bedeni sağlam görünse de ruhu biraz çöplüğü andırıyordu. Bir sürü kırık duyguyu barındırırken aklı, en ufak umut bile artık ona ağır geliyordu.
Ellerini yüzünde kenetledi. Sonra ellerine biraz su alarak akışını inceledi. Belki bir savaş sırasında koptuğunu görecekti ellerinin... Kaşlarını çattı. Gözden geçirdi hayatını... Ne zaman o huzura kavuşacaktı? Sıradan bir kadın gibi evli ve çocukları olduğunu düşünmek istemedi. Aklına gelse de biraz tiksindiriyordu bu düşünce onu. İşe yaradığını hissetmenin verdiği duyguyu tercih edeceği belliydi. Ama belki basit bir hayatı olsaydı, birazcık olsun mutlu olabilirdi. O bahane bularak mutsuz olan insanlara ne kadar imrendiğini fark etti. Sonra onları küçümsedi. Kendisini güçlü hissetmenin en kolay yolu buydu. Gözlerini hırsla başka ufuklara dikmenin hazzı bambaşkaydı.
Düşünceleri akıp geçerken yapması gerekenleri aklında sabitledi. Kararını gözden geçirirken bir hata yaptı. Başaramazsa olacaklar aklına karınca sürüsü gibi üşüştü. Zess'i kaybedebilirdi. Çünkü Bensura yağıyordu. Sunak nehri bir sonraki sene istediği yaştan ölümlere neden olacaktı. Kendisi gözyaşıydı, nehir ona dokunamazdı. Rabi'nin annesinin de gözyaşı olduğunu öğrenmişti yani Bensuradan o da zarar görmeyecekti. Kendine gelmeye çalışırken çoktan giyinmişti.
Era'nın ellerinde can veren arkadaşlarını düşündü. İyi insanlardı ya onlara yas tutacak zamanı yoktu. Yas tutmanın ne yeri ne zamanıydı. Kararları hızlı olmalıydı ve başka ölümleri önlemeliydi. Güçlü hissetme vaktiydi. Zırhına bürünürken kendisiyle bu kadar hızlı toparlandığı için gurur duydu.
Era ona seslendi, yanına geldiğinde göz kırptı ve birlikte muhabbet ederek yürüdüler. Era eski öğrencisindeki enerjiye hayret etti. Bu ruhuna bayılıyordu. Bu kız başaramasa bile defalarca deneyecek insanlardandı. Amber kendisi için hazırda bekleyen yemeği görünce nadiren görülen o güzel gülümsemelerinden birini açığa çıkardı. Yemeğin tadını çıkartan Amber, bir yandan merakla sordu.
"Hançerleri gördüğün zaman nasıl hatırladın bizi?"
"Hiç aklımdan çıkmayan görüntüler vardı kızım." Era kızım derken Amber'in yüzünde büyük bir gülümseme yayıldı, "Senin yüzünü hiç unutamadım mesela. Ama ne olduğuna kim olduğuna dair bir fikrim yoktu. Güçlü duyguları gizlemeyen bir büyüymüş ihtiyarın mührü. İhtiyar demişken o nasıl?"
Amber'ın yüzü soldu ve başını öne eğdi. Era anlamıştı, iç çekti. Sustular sadece bir süre. Sessizliği yeniden bozan Amber oldu. Era biraz şaşırdı, Amber'ın ruh hali çok çabuk yenileniyordu.
“Zess ve Rabi nerede?”
“En son mahzeni keşfetmişlerdi. Biraz moral bulmaya hakları vardı ve ben de girmelerine izin verdim.”
Era'nın cevabı üzerine, Amber onunla birlikte mahzene doğru yöneldi. Evin odalarını bir bir geçerken havayı eski anılarını anımsayarak soluyordu. Mahzene indiğinde Zess'i ve Rabi'yi yerlere serilmiş konuşurken buldu.
Her ikisini de çakırkeyif görmek Amber için şaşırtıcı değildi. Onlara doğru ilerledi. Kaybettikleri zaman hakkında konuşabilecek kadar akılları yerinde olsa yeterdi. Ancak ikisi, onların geldiklerini bile pek hissetmediler. Ellerinde kupalarla içiyorlardı. Amber bir kupa alıp büyükçe fıçıya yöneldiğinde bitmiş olduğunu fark etti. Her zaman abartırlardı ama bu da fazla sayılırdı.
Rabi dertli dertli konuşmaya başladı.
“Bazen diyorum ki iki gözümü de kör edip rahatlasam…”
Zess elinin işaret parmağı ile onu göstereceği yere burnuna soktuktan sonra cevap verdi.
“Sen var ya sen... İki kadeh bir şey içince hemen saçmalamaya başlıyorsun.”
Rabi iki kolunu hayır anlamında salladı. Ne dediği hakkında pek bir fikri yok gibiydi ama devam etti.
"Körken en azından tek gözüm ışıltılı bir sisle doluydu, şimdiyse tüm dünyam karanlık.”
Zess’in bir kaşı iyice havaya kalktı. “Karanlık… Aydınlık…” dedikten sonra o kaşını indirerek diğerini kaldırdı.
“O zaman aydınlığın ikizlerine olsun bu… Bu şey... Ne içiyorduk biz?”
Rabi bir an düşündü, “Bilmem… Bizi Era ve mahzeniyle tanıştıran aydınlığın çocukları ve Amber şerefine…”dedi. Zess gülme benzeri sesler çıkarttı.
“Amber da çocuk, tüm çocukların şerefine!”
Hallerinden memnun görünüyorlardı. Biraz sonra bir köşede sızacak kadar sarhoştular. Suratları kızarmış, gülmeleri yanaklarından taşıyordu. Onlar kupaları birbirine vururken Amber da gülmeye başladı. Demek çocuktu ha, bunun hesabını soracağını aklının bir köşesine yazdı.
“Ne kadar uyudum?”
“Kahvaltıyı ve öğle yemeğini kaçıracak kadar.”
Amber dudaklarını büzdü. Era bir öğünde ordu besleyecek kadar çok ve birbirinden güzel yemekler yapardı. Her biri de lezzet konusunda bölgenin en iyisiydi.
Banyoya gitmek istedi. Yolu biliyordu zaten. Gerçekte sadece öyle zannediyor olduğunu anladı hemen sonra. Hayretle her şeyin ne kadar değiştiğini inceledi.
Esnedi ve biraz gerindi. Kıyafetlerinden kurtulunca, buhara ve suya teslim etti yorgun kaslarını... Kendini ne zamandır yorduğunu o zaman hissetti. Bedeni sağlam görünse de ruhu biraz çöplüğü andırıyordu. Bir sürü kırık duyguyu barındırırken aklı, en ufak umut bile artık ona ağır geliyordu.
Ellerini yüzünde kenetledi. Sonra ellerine biraz su alarak akışını inceledi. Belki bir savaş sırasında koptuğunu görecekti ellerinin... Kaşlarını çattı. Gözden geçirdi hayatını... Ne zaman o huzura kavuşacaktı? Sıradan bir kadın gibi evli ve çocukları olduğunu düşünmek istemedi. Aklına gelse de biraz tiksindiriyordu bu düşünce onu. İşe yaradığını hissetmenin verdiği duyguyu tercih edeceği belliydi. Ama belki basit bir hayatı olsaydı, birazcık olsun mutlu olabilirdi. O bahane bularak mutsuz olan insanlara ne kadar imrendiğini fark etti. Sonra onları küçümsedi. Kendisini güçlü hissetmenin en kolay yolu buydu. Gözlerini hırsla başka ufuklara dikmenin hazzı bambaşkaydı.
Düşünceleri akıp geçerken yapması gerekenleri aklında sabitledi. Kararını gözden geçirirken bir hata yaptı. Başaramazsa olacaklar aklına karınca sürüsü gibi üşüştü. Zess'i kaybedebilirdi. Çünkü Bensura yağıyordu. Sunak nehri bir sonraki sene istediği yaştan ölümlere neden olacaktı. Kendisi gözyaşıydı, nehir ona dokunamazdı. Rabi'nin annesinin de gözyaşı olduğunu öğrenmişti yani Bensuradan o da zarar görmeyecekti. Kendine gelmeye çalışırken çoktan giyinmişti.
Era'nın ellerinde can veren arkadaşlarını düşündü. İyi insanlardı ya onlara yas tutacak zamanı yoktu. Yas tutmanın ne yeri ne zamanıydı. Kararları hızlı olmalıydı ve başka ölümleri önlemeliydi. Güçlü hissetme vaktiydi. Zırhına bürünürken kendisiyle bu kadar hızlı toparlandığı için gurur duydu.
Era ona seslendi, yanına geldiğinde göz kırptı ve birlikte muhabbet ederek yürüdüler. Era eski öğrencisindeki enerjiye hayret etti. Bu ruhuna bayılıyordu. Bu kız başaramasa bile defalarca deneyecek insanlardandı. Amber kendisi için hazırda bekleyen yemeği görünce nadiren görülen o güzel gülümsemelerinden birini açığa çıkardı. Yemeğin tadını çıkartan Amber, bir yandan merakla sordu.
"Hançerleri gördüğün zaman nasıl hatırladın bizi?"
"Hiç aklımdan çıkmayan görüntüler vardı kızım." Era kızım derken Amber'in yüzünde büyük bir gülümseme yayıldı, "Senin yüzünü hiç unutamadım mesela. Ama ne olduğuna kim olduğuna dair bir fikrim yoktu. Güçlü duyguları gizlemeyen bir büyüymüş ihtiyarın mührü. İhtiyar demişken o nasıl?"
Amber'ın yüzü soldu ve başını öne eğdi. Era anlamıştı, iç çekti. Sustular sadece bir süre. Sessizliği yeniden bozan Amber oldu. Era biraz şaşırdı, Amber'ın ruh hali çok çabuk yenileniyordu.
“Zess ve Rabi nerede?”
“En son mahzeni keşfetmişlerdi. Biraz moral bulmaya hakları vardı ve ben de girmelerine izin verdim.”
Era'nın cevabı üzerine, Amber onunla birlikte mahzene doğru yöneldi. Evin odalarını bir bir geçerken havayı eski anılarını anımsayarak soluyordu. Mahzene indiğinde Zess'i ve Rabi'yi yerlere serilmiş konuşurken buldu.
Her ikisini de çakırkeyif görmek Amber için şaşırtıcı değildi. Onlara doğru ilerledi. Kaybettikleri zaman hakkında konuşabilecek kadar akılları yerinde olsa yeterdi. Ancak ikisi, onların geldiklerini bile pek hissetmediler. Ellerinde kupalarla içiyorlardı. Amber bir kupa alıp büyükçe fıçıya yöneldiğinde bitmiş olduğunu fark etti. Her zaman abartırlardı ama bu da fazla sayılırdı.
Rabi dertli dertli konuşmaya başladı.
“Bazen diyorum ki iki gözümü de kör edip rahatlasam…”
Zess elinin işaret parmağı ile onu göstereceği yere burnuna soktuktan sonra cevap verdi.
“Sen var ya sen... İki kadeh bir şey içince hemen saçmalamaya başlıyorsun.”
Rabi iki kolunu hayır anlamında salladı. Ne dediği hakkında pek bir fikri yok gibiydi ama devam etti.
"Körken en azından tek gözüm ışıltılı bir sisle doluydu, şimdiyse tüm dünyam karanlık.”
Zess’in bir kaşı iyice havaya kalktı. “Karanlık… Aydınlık…” dedikten sonra o kaşını indirerek diğerini kaldırdı.
“O zaman aydınlığın ikizlerine olsun bu… Bu şey... Ne içiyorduk biz?”
Rabi bir an düşündü, “Bilmem… Bizi Era ve mahzeniyle tanıştıran aydınlığın çocukları ve Amber şerefine…”dedi. Zess gülme benzeri sesler çıkarttı.
“Amber da çocuk, tüm çocukların şerefine!”
Hallerinden memnun görünüyorlardı. Biraz sonra bir köşede sızacak kadar sarhoştular. Suratları kızarmış, gülmeleri yanaklarından taşıyordu. Onlar kupaları birbirine vururken Amber da gülmeye başladı. Demek çocuktu ha, bunun hesabını soracağını aklının bir köşesine yazdı.
***
Kapıyı saatlerdir çalıyordu. Aslında on dakikadan fazla olmamıştı ama Zess için bir ömür gibi gelmişti. Tam'ın evde olduğunu ve tüm gün dışarı çıkmadığını öğrenmişti sokaktakilerden. Sabrı taştı. Gündüz vakti Tam evde duracak biri değildi. Zess fırçası ile parmağına bir nokta koydu. Dördüncü parmağındaki bakır lekenin silinmesini bekledi ve hafifçe üfledi. Tozlar halinde kapıya ulaştılar ve kapı gıcırtılı bir sesle açıldı.
Elia’nın çığlığını duymaya başlamıştı. Etinden parça kopartıyorlar gibi bağırıyordu. Hayret etti, bunu nasıl kapıyı açmadan daha önce duymamıştı. Hızla sese doğru yöneldi. Yatak odasının kapısını kırarcasına açtı. Elia’nın suratı kan ve morluklar içerisindeydi. Bir bileğinden hızlıca tutmuş olan Tam onu tokatlıyor, Elia ise sadece bağırıyordu.
“Soyun dedim sana… Bu işi zorlaştırma güzelim.”
Zess kolundan tuttu ve bağırdı.
“Tam? Sen kafayı mı bozdun?”
Her ikisi de şaşkınlıkla Zess’e dönüp baktıklarında Tam’ın dudakları mahcup bir ifadeyle aralandı. Ancak konuşamayarak yutkundu. Tam Elia’ya çok kıymet veren hatta onu boğacak kadar seven bir manyak iken, şimdi gerçek bir manyağa dönüşmüştü.
Zess, Elia’yı kendine doğru çekecek oldu ancak Elia utanarak ondan geriye çekildi. Elini yüzüne aldı ve açıklama yapmak için ağzını araladı ama o da Tam gibi utanarak sustu. Yüzünü biraz ovuşturunca morluk dağıldı. Morluklar, kan ve yaralar hepsi boyaydı.
Zess muzipçe kahkaha atmaya başladı. Elia'yı süzmeye bıraktı. Gözlerinden yaş gelecek kadar gülüyordu. İkisini sapık fantazileri arasında yakalamıştı.
“Gerçekten… Siz gerçekten çok tuhafsınız.”
Tam sırtına sert bir yumruk geçirdikten sonra, bir kolunu omzuna atarak onu dışarıya çıkarttı. Zess kapıyı arkalarından kapatmak üzere olan Elia’ya sadece kafasını dönerek seslendi.
“Elia sıkılırsan bu şişman adamdan bana seslen yeter.”
“Seni pis çocuk!” diyen Elia güldü ve kapıyı kapattı.
“Hep onda gözün vardı biliyorum ama o benim.” Dedi Tam gülerek. Eğer bu Zess olmasaydı canını çıkartana kadar döverdi ama sadece biraz tehditkar konuşmakla yetindi.
“Zamanlama konusunda üstüne yok. Seni kütüklerde yavaş yavaş pişirmeden önce, bana gelmek için gerçek bir neden söyle.” dedi. Zess bir süre sakin görünmeye çalışsa da kendini tutamayıp gülerek, Tam’ın sinirlerini bozmaya devam ediyordu.
“Bu ne hoş ağırlama öyle… Neyse Tam sözü uzatmayacağım. Senden istediğim biraz istihbarat hepsi bu. Ancak önce bana şu çığlıkları evin arkasından duyurmamak için sırrını söyle. İçeri girene kadar hiçbir gürültü yoktu. Ben de tembel şişko gene uyuyakaldı sandım.”
Tam her şey olabilirdi ama tembellik onun doğasında yoktu. O kadar çok çalışırdı ki... Bir oturmada yarım öküzü yemeseydi, o çalışmayla bir deri bir kemik kalabilirdi.
“Ses bariyeri dostum. Tüm sesler evde kalır ancak dışarı çıkamaz.”
“Tembel şişkonun da aklı çalışırmış demek…” dedi gülerek. Zess bu sözleri söyleyen başkası olsa Tam'ın suratının alacağı hiddet ile şimdiki arasındaki farkı düşündü. Bir süre hafif şiddetli ve bol gülmeli bir kavgaya tutuştular. Sonunda Tam gülerek, ağzında olması gerekirken aklında olan baklayı çıkarttı.
“Bir duyum aldım seninle ilgili. Güzel bir kızdan bahsettiler senin grubu görenler. Hatta Elia’yı kıskandıracak kadar güzelmiş. Rabi bile ondan gözlerini alamamış. Önce sen anlat bakalım.”
Zess ve Tam’ın her zaman arasındaki espriydi bu. Elia gerçekten güzel olmasa da Tam’ın gözünde hiçbir kadın ondan daha güzel olamazdı. İkili arasında şaşırtıcı bir durum vardı ki Elia da bu şişmanın dünyanın en yakışıklısı olduğunu iddia ederdi.
Zess ise Rabi’nin sevda konusunda umutsuz vaka olduğunu her muhabbetlerinde araya sıkıştırırdı. Nita bir zamanlar bu şişman adamın komşusuydu ve Rabi ile ilişkileri hiçbir zaman iyi olmamıştı. Tam ile Zess’in Rabi’yi koca karılar gibi çekiştirmesinin sebebi de buydu.
"Amber'ı soruyorsun sanırım Tam. Güzel ama fazla vahşi bir kız... Hem saklanarak ilerliyorduk, seni yaşlı tilki... Peşimize adam mı takıyorsun yoksa?"
"Siz üçünüzün Yerdibi Sarayındaki mucizesi bir rüzgar gibi yayıldı bile. Hainleri tek başınıza haklamışsınız diyorlar."
"Bak sen şu işe... Neler duydun bakalım?"
"Matem tutan bir yüzü varmış diyorlar fıstığın... Biliyorsun bir kadının hüznünün bittiği yer erkeğin şefkatli kollarıdır. Göğsüne kafasını yasla ve dinle sadece..." Bunu söylerken Tam'ın sesinde tuhaf bir romantizm vardı. Ve kollarını açmıştı. Zess gülmemek için kendini tutarak cevap verdi.
"Göğsüme başını yaslayacak olursam boynumu kırar ya da kaburgalarımdan birkaçını kaybederim. Ama sana bunu sormuyorum, olayla ilgili neler işitti uzun kulakların onu soruyorum."
Tam onun istediği şeyleri anlatırken, bir tezgahın önünde durmuştu. Tam, taze görünen balıklara göz attı ve her lafı karıştırarak araya şunu da sokmadan edemedi:
“Sana diyorum balıkçı kentinde satılan şeylere bak! Gerizekalı bunlar.”
Çakır gözlere sahip, sivri sakallı tezgahtar beliriverdi ve Tam'ı cevapladı.
“Seni duydum koca oğlan!”
“Bunun burada ne aradığını da biliyor olmalısın o halde. Üzerine para versen almazdım.”
Zess bir kavga çıkmasını beklerken, Tam ve tezgahtarın tokalaşmasını beklemiyordu. Kendi aralarında espri yaptıklarını görerek, sorgulamadı.
Tezgahtar uyanık birine benziyordu. Elmacık kemiklerinin kıvrımları belirsizdi. Hatta o kadar belirsizdi ki suratı bir kaşığın iç yüzüne benziyordu. Çenesi uzun ve sivriydi. Gözleri biraz fazla çıkıktı ve cin gibi bakıyordu. O fıldır fıldır dönen simsiyah gözleri olmasaydı çok alık bir suratı vardı. Sırtı dik durmasına rağmen hafif kamburdu ve boynu da eğik duruyordu.
Tam gülerek konuştu.
"Ne zamandır yoktun... Dulkadınlar şehrinden elin boş dönmediysen, iyi lafların olduğunu umuyorum elinde."
Dulkadınlar şehri bir zaman Lods saldırısında tüm erkeklerini savaşa gönderen bir kasabaydı. Ancak zamanla büyümüştü ve dul kalan kadınların kendilerini adamalarıyla da gelişmişti. Nedense dedikodu konusunda da bir merkez haline gelmişti.
Tezgahtar gözlerini büzdü. Dudakları yayvanlaştı. Merak edecekleri çok şey vardı onda, bunu biliyordu.
"Neler bulduğumu görünce dilini kökünden yutacaksın Tam. Bolca öykü de toplayıp geldim. Yanındaki bu genç adam da kim. Yoksa... Zess?"
Zess bir an duraklasa da bu adamın kim olduğunu sonrasında çözebilmişti. Kulağının üzerindeki iki kesik kendisini tanıtıyordu ama yaşlanmanın verdiği kırışıklıklar onu biraz gizlenmişti.
"Salru?"
"Yine bana ismimle hitap ediyorsun. Görüşmeyeli hiç değişmemişsin. Gerçi Tam senden her fırsatta bahsettiği için hafızamda fazla tazesin. Kardeşin... O suskun çocuk nerede?"
Bir süre gereksiz muhabbetlere katılan Zess bu fırsatla bu iki tüccardan ihtiyacı olan her şeyi öğrenmişti. Nita'nın yeri de bu öğrendiği bilgiler arasındaydı. Ayrılıkçıların yeni konumları hakkında bir fikirleri yoktu. Şehre gelen askerlerden, kahinin aptal kuklalarının yerlerine kadar bir sürü şey işitmişti. Bir kısmı yalandan ibaretti tabi ki.
Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 18