21 Ağustos 2014 Perşembe

Ruh Bedene Şekil Verdi: 24

Bölüm Notu: Bu bölüm en hızlı yazdığım bölümlerden biri oldu. Bu yüzden eksik gelir mi bilmiyorum.
Bölüm 24

Hisuar’ın öldüğünü hissettiği gibi nehre koşmuştu. Direnişçiler, gözyaşları… Aklındaki tüm bağlar yıkılmıştı. Sürüklenen anıların silinmesi küçük bir an içinde gerçekleşmiş, yerine büyük bir baş ağrısı gelmişti. Yürüyemeyecek kadar güçsüzleşmişti ama gene de sunağa varmayı başarmıştı. Uzunca bir süre beklemişti, iblis görünmemişti. Gitmek isterken korkunç bir ses onu durdurmuş, yanına çağırmıştı. Heykellerin yanına geldiğinde iblisi her zamanki gibi bir heykele yaslanmış halde buldu. Nefes nefese konuştu kahin.

“Öldü. Tıpkı istediğiniz gibi. Ancak direnişçilerin her hareketini daha fazla bilemeyeceğiz.”

İblis sakin görünse de sesi ürkütücü bir tıslamayla çıktı ağzından.

“Yok olmak kaderi olan bir guruptan ibaret onlar. Ancak şunu aklından çıkartma! Hisuar ve senin içindeki ruhun bağları en başından beri güçsüzdü. En başından beri içindeki ruh denediğimiz her şeye direndi ve o varisin yerini göstermedi.”

Kahin ona karşı çıkmaya korkuyordu. Ancak yine de aklındaki şeyi söyledi.

“Ancak yine de Hisuar ile olan bağı onun gördüklerini görmemizi sağlıyordu.”

İblis bunu duyunca sinirlendi, gözlerinden ateş püskürecek bir öfkeyle yanar oldu. Kahinin nefes almasını unutturacak kadar hızlı bir şekilde uzun boynu yanına eğildi ve gözlerinin içine bakarak haykırdı.

“O beyaz sürtük bizi oyalamak için elinden geleni yapıyordu. En büyük düşmanımızı bize yok göstermeyi başardı. Ondan düşüncelerini arındırmayı başardı.”

“Kraliçenin askerini gizlemeyi başaramadı ama…”

“Sadece birine yetecek kadar gücü vardı.”

Kahin geriye doğru birkaç adım atmasaydı nefesini toparlayamazdı. Kısa süren sessizliği de yine o bozdu.

“Ne zaman saldıracağız peki? Artık arkalarında güvenebilecekleri bir güç yok. Zaman kaybedemeyiz.”

İblis onu tek bir bakışıyla susturdu. Sıkı bir yumrukla heykellerden birinin kafasını uçurdu. Dağılan parçalar havada bir toz bulutu meydana getirdi. Bunun anlamı kahin için basitti. Burada durduğu süreyi uzatacak olursa ve ağzından tek bir yanlış cümle daha çıkarsa kendi başına da aynısı gelecekti. Ancak kahini şaşırtacak bir şey oldu. Toz bulutu geriye doğru savruldu. İblisin kıvrımsız ağzına bir gülümseme oturdu.

“Ölse bile utanç yeminlerini tutuyorlar. O kadın yok olsa bile…”

O daha bunu söylemeyi bitirmeden heykel tekrar birleşerek ellerini yüzünün üzerine kapatmıştı. Ağlayan heykel sanki hiç parçalanmamış gibiydi. Kahin heykele odaklansa da aklı varis adayındaydı.

“Tertibi düşüneceklerdir. Ancak içlerinden birisi Velint’in soyundan…”

“Zess en Rounrard…”

“Rounrard, sülalesinin ilk simgesi birbirlerini ısıran iki yılandı. Her biri zehirli yılan olan güçlü aile… Gerçek ve hayalin dünyasını gösteren iki zehirli yılan… Gerekirse hedefi için kendini soyunu zehirleyen iki yılan… Onlardan her türlü hileyi beklemek gerekiyor. Şimdiye kadar hiçbir şekilde adını duymadığımız pasif bir varisten çok, onun rütbelilerinden çekinmek gerek. Kim bilir? Belki de varis, senin çalgına karşı bile güçsüz kalacak…”

Tertibi anlatmaya başladı kahine. Yazılı kaynaklar onun hafızasıyla boy ölçüşemezdi. İblis krallığın var oluşundan önce yeryüzündeydi. Sırf onların çağırmalarıyla gelmiş değildi. Ancak aptal insanların ona sundukları ziyafeti beğenerek oraya yerleşmişti.

“İlk Nonuin Tertibi düzenlendiğinde iki genç varis birbirine var güçleriyle saldırmış, sonunda sağ çıkan tek bir kişi bile olmamıştı. Bu durumun bir daha olmaması adına seçmen meclisi gizli bir karar aldı.”

Kahinin gözlerinin önünde savaşan iki genç adam belirmişti. İblisin sözleri hayat buluyordu. Bir rüya görür gibi izliyordu anlattıklarını. Korkunç ve kana bulanan eğitim arenasını görüyordu. On dört ölü rütbeli ve parçaları havaya savrulan iki varisi gördü. İblis devam etti anlatmaya o korkunç sesiyle geceyi yararak.

“Azizlerin seçmediği ve güçsüz olan varisi herkesten gizli yok etme kararıydı bu. Özellikle de halkın gözlerinden gizleme kararıydı.”

Kahinin gözlerinin önünde uykusunda boğulan prensler geçer olmuştu. İnfazı için toplanan gizli meclisler, kana bulanmış botlar ve zindanlara atılıp yalvarana kadar işkence edilen rütbeli adayları… Ancak yalvaran rütbeli adayları her türlü hakkından mahrum bırakılıp, gerçek rütbelilere hedef tahtası oluyordu. Kılıcını denemek için kullanılan kölelere düşüyorlardı.

“Ancak bu sefer durum farklı… Azizler bizim tarafımızda değil. Yine de bu bile seçmen meclisinde yeterli olmayacaktır. Ne yapacaklarını tahmin ediyorum. Sana diyene kadar hiçbir şekilde adım atma. Senin yerine düşmanlarından kurtulacak ve bununla yorulacaklar. Sadece tertibi elinden geldiğince öne al. Dinlenmeye ve güç toplamaya fırsat bulamasınlar!”

Güneş kahin emrini alarak uzaklaşmak üzere son kez eğildi iblisin önünde. O giderken iblis arkasından konuşmaya devam etti.

“Senin için son bir beden, son bir ruh daha çalacağım gün bekçi… Son bedeni çaldığımda artık benim eserim tamamlanmış olacak. Nihayetinde Hisuar olmasa da onun soyundan biriyle Güneş’in ruhu birleşecek. Benim istediğime uyan tek kişinin son varis olduğundan eminim. Diğerleri gibi kararmaya hazır birine benzemiyor. Eğer ki onun da saf ruhunu çalarsan, o zaman son kez doğacak Güneş… İstediğim gibi özgür kalacağım bu topraklardan… Benim için de son bulacak esaret!”

***

Amber, Hisuar’ın ölüşünü unutmuyordu. Üzerinden bir hafta geçtiği halde her aynaya baktığında kumral saçlarını değil beyazları arıyordu. Gözyaşı lekesinin olduğu yerde artık hiçbir şey olmaması onu üzgün hissettiriyordu. Büyü kullanırken bedeni daha kırılgandı. Yeryüzünde matemin izlerini görüyordu. Buruk bir inanç yakasında, zaman ise sayılıydı.

Bu gün ise tam bir hafta olmuştu Hisuar öleli. Bir mezarı bile olmayan ruhun parçalanışı Amber’dan geriye karakter olarak daha güçlü ancak büyü olarak güçsüz birini bırakmıştı. Kendisini tanıyamıyordu. Haklıydı da. Doğrusu genzinde anlamadığı berbat bir tat vardı. Etrafında sanki cesetler varmış gibi bir koku alıyordu ancak kaynağını bilemiyordu. Gözleri onlarca kez yıkadığı halde acıyordu. Kırmızı gözlerle bilgenin karşına çıktı. Ağlamıyordu, ağlamazdı. Ancak sanki günlerdir uyumamış gibi morluklarla çevrili iki kan çanağı üzüntü kusuyordu.

Bilge ona doğru yaklaştı. Suskundu önce. Amber etrafında kanat seslerini duyarak irkildi. Artık hayal de mi görüyordu? Öfke doldu ancak daha hissettiği duyguyu anlamadan saman alevi kadar yanmış ve sönmüştü. Derin nefesler aldı. Birkaç gündür bu çok sık oluyordu. Kanat sesleri bir kez daha duyulunca Amber bir çare bulacağına inandığı bilgeye umut eden gözlerle baktı.

“Zamanı gelmek üzere... Çok az kaldı. Bunun zor olacağının farkındayım. Yine de elimden umut etmekten başka bir şey gelmiyor.”

Amber’ın bilezikleri halkalar halinde tüm bedeni sardı. Daha neyin zamanı olduğunu soramadan bilge derin ve geniş bir çukur açtı. Biraz uzaktan birinin ona doğru koştuğunu işitti Amber. Ancak çukura baktı. Çukurun altında bir göz oda vardı. Penceresiz ve kapısız bir oda… Amber altından bir elbise haline gelen bilezikler ile çukurun altına sürüklendiğinde gözleri çoktan kapanmıştı. Son gördüğü az önce ona doğru koşup yetişemeyen kişinin kendisine tutunan eliydi.

“Asla zaman kaybetme. Duyuyor musun? Biran önce geri dön! Sana ihtiyacım var.”

Zess’e ait olduğunu anladığı son bir cümlenin ardından hisleri tamamen yok oldu. Yeniden doğmak üzere bir mezar odasına konulmuş ve gömülmüştü. Ne hazin bir son olurdu Amber ölseydi eğer. Belli ki huzur arayan ruh için daha erkendi ölüme.

Karanlık yavaşça aydınlandı. Üç oda gördü Amber. Kan dolu bir gölün dibinde… Hiç kimse ve hiçbir ses yoktu. Amber bir bedene sahip değil, şekilsiz bir ruh… Tüm sessizliği yansıyan bir gürültü bozdu. Kendi sesini duydu Amber, sert ve güçlü bir şekilde kendi sesi sordu ona.

“Hangisi sensin?”

Amber hiçbir şey anlamazken ses daha hızlı tekrar etti.

“Hangisi senin?”

Yüzlerce kadının ve erkeğin sesi defalarca ve kafa karıştıracak bir şekilde aynı soruyu sormaya devam etti. Ancak Amber’ın sesin geldiği yere yürüyeceği bir bedeni yoktu. Sesler devam etti uğultular halinde.

Üç odaya da baktı Amber. Kendi olduğu yerin tam karşısında sevimli bir bebek vardı. Hızla büyüdü. Çıplak bir çocuğa dönüştü. Düşe kalka ilerledi etten duvarda. Tırnakları soyulup parmakları kan içinde kalsa da var gücüyle yüzülmüş parmaklarını duvara batırarak tutundu.

Her tarafında siyah boyalar olan, boşluğa hırsla saldıran bir çocuktu. Öfke doluydu. Kan çiğniyor, kan kusuyordu. Amber onda kendi gözlerini görünce korkuyla geriye çekilmek istedi. Ancak bir bilinçten fazlası değildi.

“Hangisi senin suçun?”

Amber birbirini yiyen insanlar gördü. Birbirine saldıran… Dişler ve hırıltılar giderek yükselirken midelerini etle doldurmuş köpekler birbirine havlıyordu. Etin koparken çıkarttığı seslerle karışmış, pislik kokusu her taraftaydı. Amber bir dizleri olsaydı bağının çözüleceğinden emindi.

“Hangisi bilmiyor musun?”

Amber diğer odada sadece azap gördü. Dostundan merhamet dilenen ancak zulüm bulan bir halk gördü. Eller birbirini kopartıyordu. Devasa bir savaş vardı. Ancak savaşta asker yoktu. Her tarafta ölen masumlar vardı. Bu odada ses yoktu. Gözler her yerdeydi. Çığlıklardan başka bir ses yoktu. Ateş taşıyan gemilerin serin sularda batışını gösteren bir çerçeve vardı arkada.

“Hangisi?”

Amber ne olduğunu anlamıyordu. Birinde bir çocuk diğerinde bir gurup ve en son ise halk diye düşündü. O neydi? Ne olmak istemişti? Neden bunlar onun suçuydu?

“Hiçbir yere varmayan ve hiçbir yerde olmayan bir çocuk gibi büyüdüm.

Hiçbir onuru ve hiçbir asaleti olmayanlarca aşağılandım.

Hiçbir göze görünmeyen ve hiçbir kulağa duyulmayan zulümlere uğradım. Hepsi benim… Ben neredeyim?”

Ses durdu bir an için, Amber hiçbir şey anlamadı. Defalarca kendisini öldürdüğünü gördü, defalarca yeniden kendinde durdu. Ne için beklemeyecekti? Beklerse gerçekten ölür müydü? Neden buradan çıkamıyordu? Ses yüzlerce yerden duyuldu.

“Sen neredesin? Sen kimsin? Sen nesin?”

Bu ses beynini oyuyordu. Bir kadın kendi çocuklarını öldürüyor, ancak hemen sonra ağlıyordu. Evladının kafasını koparırken kadın bağırdı Amber’a.

“Neden bizi öldürüyorsun? Yalvarırım çocuklarım var. Anneyim ben… Durdur bunu!”

Gözleri kardeşinden ayrılmayan bir evlat bağırdı Amber’a.

“Senin suçun!”

Bu sesler giderek yükseliyor ve yankılanıyordu. Amber etrafına yüzlerce kez bakmıştı. En son bu seslere cevap verse de bir sonuç alamayacağını kabullendi. Işığı görmek istemedi. Sesi duymazdan geldi. Sadece bekledi. Yavaşça dağıldığını fark edene kadar bekledi. Karanlık onu sarmaladı. Huzur bulmuş hissediyordu. Ancak bir ses tüm karanlığın arasından sıyrılıp ona ulaşmayı başarmıştı.

“Bu sen değilsin Amber.”

Tanıdık sesi duyduğu anda Amber kendine gelmek istedi. Ancak elinde değildi. Bilinç hali sanki eriyerek yok oluyordu.

“…küçük hanım?”

Cümlenin öncesini duymadı Amber ancak bu iki kelime Zess’i hatırlamasına yetmişti. Ancak diğer sesler onu kapattı. Tamamen içine işledi o korkunç sesler.

“Lütfen… Yalvarırım lütfen… Geri dön huzura... Huzur istiyorum!”

“Durdur! Bir şey yap! Yeterli bu kadarı! Ölüyorum, ölmek istemiyorum.”

Amber en son sinirlenip bağırmak istedi.

“Nasıl yapacağımı bilsem durdurmaz mıydım, lanet olası?”

Tüm kafalar aynı anda ona döndü.

“Sadece kapat görmeyi ve duymayı. Bitir bunu.”

“Kaç! Kendi suçlarından kurtulmanın tek yolu bu, kaç!”

Sesler defalarca tekrar etti bir ağızdan. Yüzlerce insan onu suçlamaya devam etti. Her şeyin var olmasından kaynaklandığını dile getirip huzur istediler defalarca. Zess'in kıkırdadığını duydu nedense sonra. Zess'in sesi ona tekrar ulaştı, tüm o tuhaf seslerden sıyrılarak.

“Huzurlu bir yerde yaşadın mı şimdiye kadar küçük hanım? Rahat sana pek uymuyor.”

Uzaklarda kaybolan evladına ağıtını, sızlamalarını dinledi bir babanın Amber. Gözleri olsaydı ağlamaktan çatlardı. Kendi eşini yiyen birini gördü. Midesi olsaydı kusmaktan parçalanmıştı. Tüm bu üzüntü ve iğrençliğin içinde birinin sesi en çok ihtiyacı olan anda yanındaydı. Nasıl olduğunu bilmediği bir şeye karşı nasıl savaşabilirdi?

Emir alandan emir veren konumuna, askerden komutana geçmesi gerekirken o yerinde sayamazdı. Zaman azalıyordu. Bir yolunu bulmalıydı.

Gözleri kendisine benzeyen çocuğun yanına gitti ilk önce. Vahşi bir hayvana benziyordu. Karar verdiği anda parça parça ve acı veren bir bedene sahip olmuştu. Çıplak elleriyle öldürdü çocuğu. Kendisine tıpatıp aynı olan çocuğu…

Önünde kim olursa olsun yok edecekti. Engelleri ortadan kaldırdığında kazanmaması için bir sebep kalmayacaktı. Daha sonra gurubun içine girdi. Her bir yanlış düşünceyi yok etmek için baktı onlara.

Amber kendi yarattığı felaketi izledi sessizce. Hepsini yok etmişti. Hepsini engel saymıştı. Her seferinde bir korkusunu öldürüyordu ancak pisliğe bulanıyordu. Yıkanmanın, kurtulmanın bir yolu yok muydu? Neden bu kadar korkunç olmak zorundaydı?

Küçük bir kızın cesedini aldı eline. Özür diledi defalarca. Bu görüntülerin gerçek olmadığını düşünüyor olsa da içinden bir taraf deli gibi inanıyordu bu anın gerçekliğine. Ateşe verdi her yeri. Yeniden büyü kullanmaya başlamıştı. İlk kullandığı büyünün en acımasızı olması kendisinden nefret etmesine neden olmuştu. Aslında kendinden nefret etmeyi severdi o. Kendi elleriyle acıyla yoğurduğu korkunç tablo, ayaklarının altında kayıp giden insan yağı… Bütün bunların arasından sıyrılıp da saf ve temiz olmayı diledi.

“Keşke” dedi, “Keşke kahin olmasaydı da gerçekten prenses gibi büyüseydim. Tüm savaşları görmeksizin, inançla… Ancak savaş görmeyen asker olamaz, asker olmayanınsa savaşa karar vermesi aptallık... Belki de savaşmak için doğmasaydım, o kabarık elbiselere yakışabilirdim.”

En büyük odaya girdi Amber… Adımını attığı anda odanın duvarları yok oldu. Kül ve çamurdan topraklar içinde ülkesi işgale uğramış bir halkı gördü Amber. Tecavüze uğrayan kadınları ve çocukları, serserilerin eğlence için öldürdüğü adamları izledi. Yardım edeceğini sandığı adamın diğerinin kollarını koparışını gördü. Amber savaşın her halini canlı canlı izledi.

Nehyda dedikleri eski bir efsanede buldu kendini. Kale kuşatmasının altında tüm erzakları tükenince kendi ölülerini yiyenlerini gördü. Toprağa savurdu ellerini. Gökyüzünde kırmızıdan başka bir renk aradı. Kendi kendine mırıldandı.

“Onları öldürüp durmam hiçbir işe yaramıyor, yeniden diriliyorlar, lanet olsun! Buradan çıkmanın yolunu bulmalıyım.”

“Burası senin tüm karmaşalarının, tüm kâbuslarının olduğu yer. Hayal gücünüz bile korkunç, küçük hanım.”

Gözlerini araladığında karanlığın arasında yüzüne ayın ışıklarının vurduğunu fark etti. Birinin sert göğsüne yaslanmıştı kafası. Birinin kolları dolanmıştı belinde.

“Ne işin var burada?”

Cümlesinin bitimiyle öksürmeye başladı. Gördüğü korkunç kabusların ardına öksürdüğünde kan sıçramasını bekliyordu. Zess yorgun görünüyordu. Mırıldanır gibi cevapladı sorusunu.

“Canım istedi.”

“Neden uyandım bilmiyorum. Ama daha bitmedi. Buradan gitmen gerek, parçalanıyorum. Bu sana da zarar verecektir.”

“Uyanmadın. Sadece sana ulaşmayı başardım. Tam olarak burada da sayılmam aslında.”

Amber kafasının yanacağını düşünüyordu. Delirmiş miydi? Şu an tek eksiği delirmekti. Gözlerindeki ifadeden ne düşündüğünü anlayıp güldü Zess ve devam etti konuşmaya.

“Delirmedin. İllüzyonistim değil mi? Ben kendi büyümün esas şekliyim şu anda. Gerçek ve sahtenin ara noktalarından birindeyim. Ne burada ne de gerçekte olduğum yerdeyim. Bir süreliğine sana ulaşmak için büyü kullanıyorum.”

“Yani büyünü yanımda olmak için sahte bir gerçeklik yaratmakta kullanıyorsun. Peki, niye?”

“Kendini öldürüyorsun. Hep en zor olanı seçiyorsun. Sadece kabul et. Tekrar doğmak dediğin şey kendini geri dönemeyecek şekilde yok ettiğinde olmaz. Bunu bir rüya gibi düşün. Giderek zorlaşan bir sınav gibi… Ama sürekli hatırla bu gerçek değil, sadece bir rüya. Tamam, belki fazla gerçekçi bir rüya… Sonuna kadar dayan, seni yıkmasına izin verme. Ve o seslerden hiçbirini dinleme! Tekrar yanına gelecek kadar güçlü değilim çünkü.”

Amber düşüncelere dalmıştı. Tek yapması gereken süreç bitene kadar bilincini korumaktı. Eğer ki bir an olsun yitirirse yutulacaktı. Yanında olması iyi hissettiriyordu. Ancak birazdan geri dönecekti. Yine de garip geliyordu.

Zess, beyaz sürtük diye çağırdığı zamanlardan bu yana, çok değişmişti. Bu sadece artık küçük hanım diyor olması değildi. Şimdi o kadar tiksindiği gözyaşlarından birini kendine yaslamış, onu kurtarmanın yollarından bahsediyordu. Daha önce kurtardığı gibi… Amber sadece onun tarafından kurtarılmıştı. Bununla birlikte kaç kez kurtarılmıştı? İki? Üç mü?

Saçları gözlerinin önüne düşüyordu Amber’ın. Minnettar olduğu belli ve düşüncelere dalmış gözleri Zess’in üzerindeydi. Zess saçlarını kulağının arkasına itti. Ancak devam etmedi. O an öpebilirdi ama gitme vakti olduğunu düşünerek önce tereddüt etti, sonra vazgeçti.

Amber parça parça düşen gölgelerin onu geriye ittiği hissini duyduğu anda, Zess’e teşekkür etti ve ayağa kalkarak boşluğa tüm gücüyle koşmaya başladı. Yavaşça tekrar yutulurken boşluk tarafından, arkasına dönerek onu izleyen gence bağırdı. Sesinin ulaşıp ulaşmayacağından emin değildi, belki de bu yüzden daha cesaretli olmuştu.

“Geri döndüğümde, tereddüt etme.”

Bölüm sonu notu: Nihayet hikayede bir ship var yeeey :P Neyse...

Ruh Bedene Şekil Verdi 23

Bölüm notu,
Bu bölümü yazarken kendimi çok kötü hissediyordum. Bölüme de yansımış olabilir. Eksikleri var ama daha düzenleyecek zamanım yok. Bitirdikten sonra düzenleyeceğim mutlaka bu bölümü de. RBŞV de bu bölümün özel adı var. Ve ayrıca diğer ekstrayı da yazdım, tamamen Hisuar yani vazgeçilen odaklı oldu. Amber'ın onunla ilgili görüşlerine yer verdiğim bir ekstraydı ancak istediğim kelime sayısına (yaklaşık 1K) ulaşamadığı için başka zamana erteledim.

Bölüm 23: Vazgeçilenin Yok Oluşu

Solgun mutlulukların ardına saklanan insanlar birer birer ölüyor, öldürülüyordu. Tüm gözler tek bir kişinin üzerinde dururken, o kişi var gücüyle çalışıyor ve eksiklerini kapatıyordu.

Zaman Amber’ın iyimser düşüncelerinden bile daha azdı. Birer birer sıralanan adımlar giderek hızlanıyordu. Bir umuda uzanan hayaller, dayanacak güç verirken ansızın gelen darbelerde yıkılmamak için direniyordu. Sınır boylarını bile kısa zamanda gezmişti. Casusları ile konuşmuştu. Her türlü hazırlığı yapıyordu.

Dinlenmeksizin devam ettiği çalışmalara gücü kalmamıştı. Gözleri sulanıyordu, her gün baş ağrısı tekrar geliyordu. Kendini tutamayıp ağlama krizlerine giriyordu. Bu bir çeşit kabullenişti bu. Tükenmekti. Her sabahı, kusarak geçirmeye başlamıştı. Belki başka biri olsaydı anlatan kişinin tam olarak diyeceği şeyler bunlardı. Ancak işte bunlar, o kızın asla yapmayacağı ve hatta böyle birini gördüğü anda küçümseyeceği şeylerdi. Kabullenmek, kendini yıpratmak, gerginlikten oluşan baş ağrıları ile kendini kandırmak, endişeyle ve karamsarlıkla bedenine eziyet etmek…

Amber kabullense bile asla kendine bu şekilde uzun süre eziyet etmezdi. Amber kendine başka şekillerde eziyet ederdi. Mükemmel olana kadar çabalamak gibi…

Bilgenin gördüğü şey kızın gücünün çabuk tükeniyor oluşuydu. Ancak anladığı kadarıyla, bu durum onun güçsüzlüğünden kaynaklanmıyordu.

Daha yakından incelediğinde ve üçüncü ustanın hisseden tanrı büyüsü sayesinde, kızın aşırılığa varan mükemmeliyetçiliğinin yüzünden bunun ortaya çıktığını anlamışlardı.

Amber hiçbir büyüde hata yapmıyordu çünkü. En zor ve karmaşık büyülerde bile ilk seferde tam olarak yapıyordu. İdareli kullanmak yerine var gücüyle çabalıyordu. Bu küçüklüğünden kalma bir alışkanlıktı.

Amber, Era’yı annesi gibi gördüğü kadar, onun hayranıydı da. Küçüklüğünde de bu yüzden her büyüyü tam ve doğru şekilde yaparak ustasının onayını almak istemişti. Bu, basit bir akış yoluna, haddinden fazla güç yüklenmesiyle sonuçlanıyordu. Ve Amber her seferinde farkında olmadan kendi büyü sınırlarına ve bedenine zarar veriyordu. Güçlü büyülerde kızın bedeninde ufak çatlaklar meydana geliyordu. Büyünün tedavi edici etkisi yüzünden etrafındaki aura daha fark edilmeden, bu çatlakları kapatıyordu.

Bunun iyi bir etkisi de olmuştu. Büyünün bedenine bu çatlaklardan defalarca sızması kızın büyü ile bütünleşmesine de neden oluyordu. Belki zor ve sancılı olacaktı. Hatta Amber’ın kendini parçalaması gerekecekti ama nihayetinde artık büyü sınırları ile bir sorunu kalmayacaktı.

Bu noktada bilge işleri Amber için zorlaştırarak büyüyle birleşmesini kolaylaştırıyordu. Bilezikler ve birkaç mühür büyüsü… Bileklerine taktığı bariyer bilezikleri büyünün çıkışını kısıtlıyordu. Mühür büyüleri kızın bedeninin bu ağır tempoda yıpranmasını önlüyordu.

Amber görünüm değiştiren rakibine karşı element bedenleyerek saldırıyor, geceleri hırsla uyuyordu. Şimdiye kadar yüzlerce mühür tekniğini denemişti. Ancak kendine has bir tekniğe sahip değildi. Her an aklında olan kazanma duygusu sabahları erkenden kalkıp onu hazırlıyordu. Sabah çalışmaları tüm hızıyla sürerken, öğleden sonra casuslarından gelen haberleri takip ediyor ve bir hedef çiziyordu.

Aslında mantık basitti. Seçmen meclisinin toplanmasına sebep olması yeterliydi. Seçmen meclisi, rütbelileri soylu aileler arasından seçen guruptu. Kendi kütüphanelerine sahip, inanılmaz boyutlarda tarih araştırması yapan büyücülerdi. Birkaçı da gizli bir şekilde, Yerdibi Sarayının güçlü kaynaklarını meydana getiriyordu.

Dev arenada, seçmen meclisi toplanmaya değer bulursa bir karşılaşma düzenlenecekti. Amber ve rütbelileri, Kahin ve rütbeliler ile karşı karşıya gelecekti. Tek bir rütbeli eksik olduğunda Amber mağlup olacak ve gözden düşmüş sayılacaktı.

Amber’ın azizleri tek başına seçmenlerin toplanması için yeterli değildi. Amber kendisi kadar güveneceği insanları toplamak zorundaydı. Bu konuda zamansızlık en büyük düşmanı olmuştu. Ancak üçüncü ile yaptığı konuşma gözlerinin önünden gitmiyordu.

Amber saraya çağrılıp kısa bir ziyaret yapmak zorunda kalmıştı. Acil çağrının nedenini öğrenmek için gittiğindeyse kendisini bekleyen ustaları görerek bir kez daha şaşırmıştı. Duygularını gizlemede başarılı biri olduğu için de sessiz kalmış, beklemişti.

Üçüncü kısa bir selamlaşmanın ardından hemen konuya geçerek sudan bir ayna oluşturmuştu. Üzerinde ise altı tane insanın görüntüsü belirmişti. Eksik rütbeli sayısı kadar insanı görünce Amber daha konuşma başlamadan neden bahsettiklerini anlamıştı. Çünkü böyle bir şeyi bekliyordu.

Görüntülerdeki insanlar nedense yabancı gelmiyordu. Hatta Nita’yı ve Sreren’i görür görmez tanımıştı. Anjaya’yla karşılaştığından emindi. Ziguic ve Jamahe… İsimlerini bile ilk kez duyuyor gibiydi. Faye ise tartışmanın bile zor olacağı bir tipe benziyordu.

“Onları hatırladın mı?”

Amber aklına Nita gelince hafifçe kıkırdayarak başladı konuşmaya.

“Nita’yı bilmeyen yoktur sanırım. Sreren’i ise çocukluğumdan beri tanırım. Birlikte adım attık buraya. Onun da benim gibi gelene kadar kimsesi yoktu. Soğuk görünen ancak bir anda parlayan, tahmin edilmesi zor biriydi.”

“Hayır. Hepsiyle karşılaştın. Onları seçmemizin ve de her gittiğin görevin bir nedeni vardı.”

Üçüncü usta teker teker görüntülere dokundu.

“O elini ilk tuttuğun günü aklından bir kez bile çıkartmadı. Demir meydandaki yangını hatırlıyor musun?

O senin büyük bir hayranın. Şimdiye kadar hiç fark etmeden onun gözünde çoktan büyüdün bile.

Bu ikisinin hayatını kurtardığından haberin yoktu değil mi?”

“Anjaya… Onun benden nefret ettiğinden eminim. Öğrenci sınavlarında onu çok kötü yenmiştim.”

“Yine de yaraları iyileşene kadar yanında bekledin. O bunu unutmadı emin olabilirsin.”

“Anıları ve zihinleri de mi görebiliyorsunuz?”

“Canlı olan her şeyi…”

Amber hatırladıkça gülümsüyordu. Bu muhabbetin devamında üçüncü ve ihtiyarın atışmalarına tanıklık etmişti çünkü. Doğrusu efsanevi ustalar birbirinden çok farklı insanlardı. Bir araya geldiklerinde o farklılıklarını geriye itmiş sapasağlam bağları, renkli konuşmaları ve zeki hesapları onları Amber’a daha da sevdiriyordu.

Ziyareti kısa tutmuştu Amber ve biran önce çalışma alanı olarak saydığı alana geri dönmüştü. Ancak tek başına değil, Eranor ve Rabi ile geri dönmüştü.

Beklemediği şey ise Zess’in eğitiminin ortasında yanına gelmek istemesiydi. Onların eşliğinde, Rabi bir arabaya bindirilmişti. Beyaz atlarda taşınmıştı buraya. Era ve Zess gelene kadar, şüphelendiği herkesi ayrım yapmaksızın öldürmüştü.

Eranor hasretle sarıldığı kızının zırhının altındaki bedeninde derin yaralar olduğunu daha uzaktan sezmişti. Bunu görür görmez fark eden tek kişi o değildi. Zess endişesini gizleyerek sordu.

“Eğitimin çok mu zor?”

“Olması gereken kadar, fazla değil. Sen neden geldin?”

“Tanıklık etmek istediğim bir an var, prenses.”

Amber, Rabi’nin tanınmaz hale geldiğini gördüğünde dipsiz bir karanlığa gömülmüştü. Her zamanki gibi ruh halini çabucak toparlamıştı. Amber her zaman duyguların birbirine dönüşmesinin elinde olduğuna inanırdı.

Amber ve bilge Rabi’yi de alarak nehre doğru yolculuklarına başladığında arkalarında Eranor ve Zess kalmıştı. Eranor Zess’e dönerek yılların eskittiği ses tonunda belirgin bir emir ile sormuştu.

“Gerçek nedenin ne?”

Zess geçiştirse de bu kadının asla inanmayacağını biliyordu. Açık konuşmak istedi. Amber’ı kastederek konuşmaya başladı.

“Onun ne halde olduğunu gördün. Büyü çoktan ruhunda delikler açmış. Bedeninden ruhun çıkarak tekrar şekil vermesi gerek. Belki hiç uyanmayacağı bir şekilde gömülecek. Ve o anda elimden bir şey gelirse yanında olmak istiyorum. Gerekirse yanında gömülerek, gerekirse ölerek…”

Eranor, Zess’in dikkatine hayret ederek bu ihtimali kafasında tartmış ve gerçek olduğu kanısına ulaşmıştı. Bu ise öfkelenmesine neden olmuştu. Bu kadar güçlü bir kadının öfkesi etrafındaki auradan bile hissediliyordu.

“Ruhun balçıkla arındırılması… Günyüzüne ilk bakış… Tekrar doğum büyüsü… Buna cesaret edeceğini bilseydim asla izin vermezdim. Kızımın kendine hiç acıması yok.”

Zess’in gözleri buza dönerken nefese dönen düşünceli bir ses çıktı diliyle dişinin arasından.

“Evet, yok. Bu yüzden o bu kadar çabalarken yanında olmaktan memnunum. Belki de kendi efendime âşık oldum.”

Zess kendisine ilk defa itiraf etmişti. İlk defa artık onu eskisi gibi göremeyeceğinden emin olmuştu. En çok kızıp en çok küçümsediği kızın gözünün önünde büyüyerek, kendi yapamadıklarını o kızın yapması gözünde onu ilahlaştırıyordu.

Bu durum yine de kuralı değiştirmiyordu. Zess hiçbir zaman ilk seven olmamıştı. İlk başlarda kızın gözbebeklerinin irileşmesini hayranlığına bağlamıştı. Ancak yine de davranışlarını sorgularken, kendini onu düşünürken bulmuştu. Basitçe kabul etmesi zamanını çalmıştı. Kural aynıydı, ilk seven kendisi değildi. Tahminlerinde nedense yanılmak istiyordu. Rütbelisine âşık bir prensesi halk nasıl bulurdu?

Aynı anda Amber, Rabi ve bilge Hisuar’ın yanına gelmişlerdi. Muhteşem manzara veren kristaller ve su damlaları etrafta başka bir görsel oluşturuyordu o gün. Ağaçların yaprakları yavaşça renginden arınmış, saflıkla parlar olmuşlardı. Lekesiz yeşilin en hoş tonlarıyla yanan kırmızı çiçeklerin yaprakları birbirine karışmıştı. Altın rengi su damlacıkları bu yapraklar arasında dans ediyordu.

Donmuş kristalin ardında prenses kendi kendine gülümsüyordu. Amber onun önceden gözlerinden her şeyi öğrendiğinin farkındaydı. Ancak izin isteyerek birer birer durumu anlattı.

Hisuar tek kelime bile etmedi. Yüzlerce bariyere sarılmış cesede dokundu. Küpelere tutunan cılız ruhu hissetti Hisuar. Birer birer açtı bariyerleri. Rabi’nin mühürlere, bariyerlere sarılı yüzünü ellerinin arasına aldı. Rabi’nin halini gördüğünde üzüldü. Üzüntüsü çok şey anlatıyordu. Rabi’nin bir daha dönemeyeceğini anlatıyordu ancak bunu sadece bilge çözebilmişti Hisuar’ın yüzünden.

“Bu seninle son görüşmemiz olacak sanırım prenses. İstediğim huzura kavuşabileceğim diye umuyorum.”

Amber’ın alandan uzaklaşmasını rica etti. Rabi’nin iyileşmesi küçük bir ihtimaldi. Eğer ki iyileşirse bilge onu nehirden çıkartacaktı. Ancak iyileşemezse iki ruh da parçalanacaktı ve Amber bir gözyaşı olarak Hisuar öldüğünde büyük bir acı hissedecekti. Hisuar bilgi küresi uzattı Amber’a. Daha önce rütbeliler ile karşılaşmış tüm gözyaşlarının anılarının toplandığı bu muhteşem küreyi de alarak uzaklaştı Amber. Son kez karşısında durup saygıda bulundu. Ve onu hep hatırlayacağına söz verdi Amber. Hisuar da onun önünde diz çökerek, bir kraliçeymiş gibi saygı gösterdi.

“Başarın için gittiğim gökyüzünde sana dua ediyor olacağım.”

Amber gitmek için iki kayıktan birine doğru adım atsa da yürüyemedi. Ağlamasına engel olamıyordu. Duygular değişebilirdi ama bu acı kadar güçlü hiçbir duygu yoktu. Amber asla birini ölümün kollarına atıp da huzurla gidemezdi. Kollarına sildi gözyaşlarını. Derin bir nefes alıp toparladı kendini. Hızla geriye döndü.

“Yalvarırım size yardım etmeme izin verin! Ben varisim… Mutlaka yapacağım, elimden gelen bir şey olmalı. Lütfen izin verin…”

Amber'ın ısrarlı konuşmasına Hisuar kahkahalar ile karşılık verdi. Hüzün dolu kahkahalardı bunlar. Gözleri yaşlıydı.

"Biliyordum senin bu karakterini... Ama sadece itiraf etmek istememiştim sana. Artık mecburum sanırım."

Hisuar, Amber'a sıkı sıkı sarıldı. Sonra geriye dönerek devam etti konuşmaya.

“Beni ölüme terk ettiğini mi düşünüyorsun varis? Ben intihar ediyorum! Korkma ve yürü ardına bakmaksızın. Bu ölümü ben istedim çünkü artık ardımda ülkemi emanet edeceğim birisini bırakıyorum. Ülkeme en güzel bakacak ve onu kurtaracak birisini… Ve ben senin sandığın kadar saf ve temiz hiç olmadım prenses.”

Amber bu sözlerin ne demek olduğundan habersiz bir şekilde konuşmaya başladı. Israrcılığı ses tonundan anlaşılıyordu.

“Beni ikna etmeye çalışmayın. Acıya katlanırım! Daha kötülerine katlandım.”

“Bunların hepsinin sebebi de bir yerde bendim. Saçlarının beyazını isteyerek mi verdim sanıyorsun?”

Hisuar anlatmaya başladı Amber’a. Tek bir sır olmaksızın söyledi gerçekleri. Kendisinden nefret etmesi gerektiğini söyledi.

Uzun zaman önce gerçekte vazgeçilen, kraliçe olduğunda rütbelisiyle evlenmişti. Lodsların saldırısında yara alarak mağlubiyetle dönen rütbelisinin adı Güneş’ti. Sonradan Dulkadınlar adını alacak şehrin kapısına kadar gelmişti Droular.

Güneş ise ağır yaralarıyla bayıltılarak getirtilmişti. En yakın dostu Enki öldükten sonra Güneş’in sözü vardı savaşmaya. Sözünü tutmamasının nedeniyse kendi karısıydı. Onun bayıltılması emrini veren ve bununla ona ihanet eden kendi sevdiceğiydi.

Vazgeçilen onun o halini görünce kendi karşı çıktığı büyüye izin vermişti. Güçlü büyücülerle yıkılan sunağı tekrar inşa ettirmişti. Etrafını saran büyücülere kendi ruhunu sunmak istemişti Hisuar. Bu sayede Tanrılar onu adak olarak alacak ve belki de ülkesine yardım edecekti. Bu yüzden adı vazgeçilen olmuştu ya.

Ancak tören sırasında Güneş uyanmış ve alana koşmuştu. O parçalanan bedeni görünce bağırarak sözünü hatırlatmıştı Hisuar’a. İkisinin beraber ölmeye sözü vardı. Güneş ona sarıldığında Hisuar onu atmaya çalışmış, aklına gelen her türlü yalanı söylemişti. Güneş gitmemişti.

İki beden de ruha dönüşmüştü. Sunak nehrine gelen şeyse tanrı değil iblis olmuştu. İki ruh sözlerini tutup ölmeden iblis nehirden çıkamaz olmuştu. Mühür bu şekilde vurulmuştu. Güneş sevdiğini nehrin iblisi dokunmasın diye oradan uzaklara atmıştı. Kendisi ise hapsolmuştu.

İblis, Dünya’ya gerçek kötülüğün ne olduğunu sunacak kadar güçlendiğinde, çıkmak ve kurtulmak istemişti. Yıllarca denemişti. Güneş’in tüm hafızasını silmişti. Bir başka bedenin içine hapsetmiş, ruhunu yeniden uyandırmıştı. Onun ruhunun Hisuar ile olan bağlarını kullanmış, onun gözleriyle görmüştü. Tüm varis adaylarını, tüm gerçekten ona karşı çıkacak kadar akıllı olanları Hisuar’ın gücü ile işaretlemişti.

O beyaz saçlar Hisuar’ın hediyesi değil, iblisin işaretiydi. Hisuar ise işaretlenen tüm kadınları korumak için çaba sarf etmişti. Bildiği her şeyin birer birer yanlış olduğunu öğrenmek ve buna katlanmak Amber için bile zordu.

Kendisinin özel olarak korunduğunu öğrenmişti. Yerdibi sarayının her hareketini bu sayede öğrenir olmuştu iblis. Hafızasız olarak yeniden bir bedende doğan Güneş’in, Hisuar ile bağlantısını kullanarak…

Tüm ölümler ve tüm bu acı aslında Hisuar’ın suçuydu. Krallığını korumak için kendini feda eden kadının suçuydu.

“Ölmeme izin vermelisin Amber… Bu sayede tüm gözyaşlarının izleri silinecek. Benim ölmemin iki yolu var, ya iblis tarafından kendi sevdiğimle beraber öleceğim ya da bu korkunç büyü ile yok olacağım. Affet beni, olur mu?”

Amber evet anlamında kafasını sallarken hazmetmeye çalışıyordu. O korkunç kahinin sadece bir piyon olduğu gerçeği aklına yatmıyordu. O iğrenç adamın aslında bambaşka biri olması… Bu ikilinin sözlerini tutamayacak kadar zayıf olmaktan başka bir suçu yoktu. Asıl suçlu iblisti. Nehri yok edeceğine dair kendine söz verdi. O Hisuar’ın soyundan olabilirdi ama o sözünü tutardı!

Amber geriye dönmek istediğinde bilgenin de kendisiyle gelmesinden anlamıştı. Rabi'nin geriye dönme gibi bir umudu yoktu. Bu sadece Hisuar'ın kendisi için istediği cenaze töreniydi.

Bölüm sonu notu:
Evet bununla yazamamış olduğum Ozanların Şarkısını da özetlemiş bulunmaktayım. Ozanların Şarkısı, Hisuar ve Güneş(Utu) arasındaki aşkı falanı fişmanı anlatıyordu ve romantizm yazamadığım için onu yarıda bıraktım. Gerçi diğer türlerde yazıyor muyum onu da bilmiyorum ama en azından devam edebiliyorum. Rabi'yi öldürürken biraz beklememin sebebini de okumuş oldunuz. Hisuar'dan tiksiniyorum ve onu öldürmek için beklettim. Huzur içinde uyu Hisuar.

1 Ağustos 2014 Cuma

Ruh Bedene Şekil Verdi 22

Zess yorgunluktan yere yığılmıştı. Sinirlendikçe ve gücü tükendikçe kendine gelmek için bir neden arar olmuştu. Amber’ı hatırlayınca bu nedeni görür gibi oluyordu. O esnada dört kanatlı ve iki başlı güvercinler gökyüzünü süsledi. Kuyrukları ve gagaları bir kargaya benziyordu kuşların. Gözleriyse leş kokuyordu.

Siyam güvercinlerini gören Zess olduğu yerden kalkmadı bile. Haberleşme taşlarından daha pahalı olduğu ve tek seferde yandıkları için çok kullanılmazdı bu siyamlar. Ancak kuşun ayağına bağlı zarftaki armanın rütbelilere ait olması meraklanmasını sağlamıştı. Armanın üzerindeki isimse dikkatini hemen çekmişti.

“Velint…”

İsmi bir kez daha fısıldadıktan sonra kuşun küle dönerek savrulmasını ve zarfın elinde kendiliğinden açılmasını izledi. Zess, amcasının bahsi geçtiğinde, ihtiyarın nasıl tepki verdiğine, defalarca şahit olmuştu. Evet, rütbeli bir akrabası vardı ancak onun hakkında kesin bilgileri alacağı kişi inatla kaçınıyordu.

Mektubun büyük kısmı, aşağılama içeren küstah yazılarla doluydu.

“Önemsiz bir böcek olduğumu düşünüyorsan, neden zahmet edip kendi ellerinle bir şeyler yazıyorsun amca?”

Onu her an bulup yok edebileceğinden bahseden Velint, nehre yalvarması karşılığında affedilmesi için bir umut olduğundan bahsetmişti. Mektubun sonu ise Bensuranın can almaya kendisiyle başlayacağı ile bitiyordu. 

İlk ölen kişi olacağını düşünmek biraz tuhaftı. Zess hiçbir zaman hayatı için yalvarmamıştı. Esnedi ve tehdidi umursamadı bile. Kim böyle bir şeyden korkardı ki? Hele ki zaten ölüme gidiyorken…

İhtiyar gelene kadar dinlenmeye devam etti. Nihayet ihtiyar yanında göründüğünde bir şeylerin iyi gitmediğini anlamıştı. İhtiyarın yüzündeki gülümseme her geçen gün biraz daha soluyor gibiydi.

İhtiyar Zess’in yanında oturup konuşmaya başladı.

“Denenen her ilaç, her şifa büyüsü ölümü bir gün daha ertelemekten başka işe yaramamış. Rabi ölüyor. Ancak bir tedavi mümkün olursa diye, saklı ormanın kalbine götüreceklermiş onu.”

“Yüzlerce tedavi eden mühürcü… Hepsi de başarısız mı oldu?”

İhtiyar buna sadece evet anlamında bir kafa sallamayla cevap vermişti. Zess’in tüm bedeni yorgunlukla sızlarken, endişesi yerini umutsuzluğa bırakıyordu. Sordu ihtiyara.

“Ormanın kalbi, Hisuarın bulunduğu gizli orman mı? Yerini gerçekten bilen var mı?”

“Eranor... Onu götürecek olan da o. Era’nın dediğine göre Hisuar bile belki yetersiz kalabilirmiş. Yıllar içinde ruhu, tüm ışıltısını kaybetmiş. Ancak herkes hemfikir ki Rabi’yi ondan başka kimse artık tedavi edemez. Belki tacı takıyor olsaydı Amber tedavi edebilirdi.”

Zess’in içinde nehre karşı biriken öfkesi, kendini belli etmeye başlıyordu. Anladığı kadarıyla ya Rabi ölecekti ya da Hisuar. Bu düşünce aklını kurcalıyordu. Bir yanda kraliyetin en güçlü büyüsünün hayatta kalması için tek çareleri, diğer yanda tüm gözyaşı kadınların en büyük desteği… Nehrin iblisinin çelik ağlar gibi sardığı hayatları düşünüyordu Zess. Küçük düşürülmüş hissediyordu. Alnındaki damarlar öfkelendiğini belli etmek ister gibi çıkmıştı.

“Hisuarın kabul edeceğini nereden biliyoruz? Bu onun için intihar olur. Rabi büyüye karşı bir canavar gibi saldırıyor. Aç timsahları yakınından geçen her büyüye dişlerini uzatıyor. Hisuar büyüyle yaşayan bir hayalet. Rabi onu kesinlikle yok edecektir. Bu silik bir ruh bile olsa kim seve seve ölüme atlar ki?”

Zess kızgın gözlerle haykırırken, ihtiyar onu susturacak kadar baskın bir sesle cevapladı onu.

“Rabi son güneş diye sayıklıyor.

İhtiyar Zess'in anlamadığını fark edince açıklamaya başladı. 

Güneş kim bilmiyorsun değil mi? Anlatacağım. Adı sıfatı olan... Güneş kahin... O kahin olmadan önce bir rütbeliymiş. En doğru öyküyü gök ruhları kendine saklasın, bir ihanetle nehrin kölesi olmuş. Yeniden doğmuş defalarca. Her seferinde aklı silinmiş. Tek bir şey, ihanetin hatıraları hariç...

İhanet, onu nehre bağlamış. İhanet, vazgeçilenin onu öldürmek için çabalamasına neden olmuş. Vazgeçilen, son güneşin Rabi tarafından öldürüleceğine inanırsa, onu kesinlikle diriltecektir. Bu kendi hayatı pahasına olsa bile eminim ki çekinmeyecektir.”

“Lanet! Ne biçim bir döngüdeyiz biz. Nehir her hareketimizi biliyor, her adımımızı önceden anlıyor ve buna karşı plan yapıyor. Bir kez olsun kazanamayacak mıyız?”

Zess nehrin iblisinin amacını çözmüştü. En başından beri neden Rabi’yi tamamen yok etmediğini sorguluyordu. Amacı Hisuar’ın yok edilmesiydi. Bu kadar göz önünde olan bir şeyi göremediği için kızıyordu.

Düşündükçe daha mantıklı buluyordu. Hisuar'ın desteği olmadan, Amber Rabi'nin süvarisini gerçek bir kraliçe olana kadar tam kullanamazdı. Nehrin iblisinin ince detayları karşısında hayrete kapılmıştı. Birer birer anlasa da bu canını sıkmaktan başka işe yaramıyordu.

Kardeşi gibi gördüğü birinin yaşamasını ne kadar isterse istesin, nehir tarafından bir kere yenildiğini düşününce Rabi’nin gücüne kavuşmasının bir umuttan çok hata olduğunu düşünüyordu. Hisuar’ın tüm gözyaşlarına verdiği gücün eksilmesinin ne demek olduğunu kafasında tartıyordu. En çok da gücünün zaten yetersiz olduğuna şahit olduğu Amber’ın daha da güçsüz hale geleceğini hatırladıkça, mantıklı kararın ne olduğunu bulmakta zorlanıyordu.

İhtiyar torununun çelişkide kaldığını net bir şekilde görüyordu. Zess, Rabi’nin bu hale gelmesinden sorumluluk duyuyordu. Ancak torunu her şeyi öngöremeyeceğini anlamalıydı. İhtiyar düşüncelere dalıp giden torununu görünce devam etti konuşmaya.

“Hisuarın ölmesine karşı olduğum kadar Rabinin gücünün infaz ekibine kadar uygun olduğunun da farkındayım.”

Zess içinden infaz ekibi diye geçirdi. Bir kraliyet mensubunun gizli silahı sayılan ekip... Gerçekten de Zess Rabi’nin gücünün bir cellada ne kadar yakışacağını düşünüyordu. Her ne kadar Rabi’nin karakteri bunun tersi olsa da benliğini yitirdiği süvari anlarında, tam bir katildi.

İhtiyarın bu sözleri üzerine biraz daha duraklayan Zess en sonunda tamamen kararını vermişti. Kızın dövmeleri geldi gözünün önüne… Amber hep deli gibi çalışır ve asla yapması gereken şeylerden kaçmazdı. Büyü çalışmalarında sarf ettiği yoğun çaba karşılıksız değildi ya.

Dövmeleri siliniyordu Amber’ın. Zess bunu son görüşmesinde hayretle görmüş ve araştırmıştı. Büyüden beden almak ya da büyünün bedenle bütünleşmesi… Bu sadece doğuştan olacak diye bir şey yoktu. Görülmemiş olması yapılmayacağı anlamına gelmezdi. Belli ki büyü Amber'la bütünleşiyordu. Bunun sonucunda o kızın neye dönüşeceğini merak ediyordu.

Hem Zess ne kaybederdi ki? Her ihtimalde ölüyordu. Bu düşünceyi ne kadar hafife aldığını fark edince kendini biraz daha garip hissetti.

Zess ihtimallere güvenmezdi. Zess hiçbir şeye güvenmezdi. Ancak bu kızın yaktığı umut ışığı giderek daha da parlıyordu. Bekledi... İhtiyar onun aniden ruhsuz bir kabuğa dönüşmesini fark etti. Doğrusu torunundaki bu aniden sönen öfkenin nedenini merak ediyordu. Zess bir şeyleri daha çözüyordu. Bir casus ya da başka bir ihtimal... Nehrin hareketlerini bu kadar mükemmel tahmin etmesinin, önceden bilmesinin nedenini düşünüyordu. Bulmuştu...

İhtiyara dönerek, inandırıcı bir şekilde gülümsedi.

“Amber’a güvenmelisin. O kız tüm varlığıyla kazanacağına yemin etti. Başaracaktır!”

***

Hiç mutlu değildi. O kadar yolun çabucak kat edilmiş olması sinir bozucuydu. Çalışmalara hemen başlanacak olmasından ürküyordu. Gerçekten tuhaf olan şeyse Nita'nın yol boyu onun omzunda uyuyakalmasıydı. Ancak bundan nefret etmemişti. Çünkü Nita sadece uyurken susuyordu.

“Sayende yakalandık. Tamamen senin suçun Anjaya…”

Anjaya kızın kendisine son sözünü ve sarayda kayboluşunu hatırlıyordu ama sorsalar nereye gittiğini bilmiyordu. Rabi adında birini görmek istediğini söylemişti ve Rabi’nin kim olduğuna dair bir fikri de yoktu. Tuhaf çiftçi kızı…

Saraya geldiği yerleri hep garipsemişti Anjaya. Bir çeşit köprü ile taştan duvarları geçmeleri vakit almıştı. Neden yürüyorlardı ya da neden yol boyunca herkes aşırı saygılı durmaya çalışıyordu bunu da bilmiyordu. Nita’nın çenesi yüzünden yol boyunca öğrenmesi gereken pek çok şeyi de kaçırmıştı.

Anjaya, kafasını gökyüzünden almasını önleyecek büyüklükte bir kapıyla sonlanan taş kemeri aştığında, etrafındakileri taklit etmeyi bırakarak, hayran olduğunu belli etmişti. Ancak manzaranın tek etkisinde kalan o değildi. Diğerleri de onun gibi Yerdibi sarayının bu köşesine hiç gelmemişti ve böyle bir yerden tamamen habersizdi.

Korkutucu renklerdeki vitraylar ve üzeri sarmaşık güllerle sarılı heykeller soluk taş rengini zenginleştiriyordu. Güzel, gösterişli ve bir o kadar da korkutucu bir binanın önüne uzun sayılacak bir yürüyüşün ardından gelmişlerdi. Burada neden herhangi bir vasıta kullanmadıklarını bilmiyordu. Yürümeyi pek sevmezdi.

İçeriye girdiğinde hiçbir eşyanın olmadığı dev alan şaşırtmıştı onu. Göreceği en geniş çalışma alanındaydı Anjaya. Burada kimle karşılaşacağından habersizdi. Yutkunuyordu. Yerdibi sarayının geniş kaynaklarından haberi vardı ancak bu alan gözüne imkansız görünüyordu.

Etrafında büyülü yaratıkların resmi olan dev duvarlar yükseliyordu. Yavaş ölenler, yürüyen tanrılar, gök ruhlarını anlatan motifler… Büyüler ve büyücüler... Kanlı zaferler ve yenilgiler... Hareçelen kadınlarının kollarındaki sarhoş krallar... Pencerelerle bölünmüş dev duvarların her biri ayrı bir öyküyü anlatıyordu. Karşısındaki duvar ona sonsuz kadar uzak görünmüştü.

Onu ve diğer dört rütbeli adayını alana bırakan görevliler, saygıyla son kez eğilerek geriye çekildiler ve dev kapıdan çıktılar. Anjaya’ya geçen her saniye yıllar kadar uzun geliyordu.

Kendisinden başka bu kadar şaşıran da yok gibiydi. Zi ve Sreren sessizce duruyordu. Aklında bu büyücülerin yeteneklerini tartmaya girişti.

Ziguic’in yeteneklerini az çok tanıyordu. Sreren ise sadece bir dönem yol arkadaşı olmuştu o kadar. Zi, saklı büyü ustalarından eğitim almıştı. Bir kez büyüsüne şahit olmuştu Anjaya. Gösterişliydi ancak çok fazla açığı vardı. Anjaya, Nita’nın tahmininin tersine mühür büyüsü ustasıydı. En güçlü özelliğiyse bir nevi saklı büyü sayılacak özellikleri olan bir kuklasının olmasıydı.

Diğer iki rütbeli adayı ise ona sadece soğuk ve ilgisiz görünmüştü. Miskin olduğu her tarafından belli olan ve adının Jomahe olduğunu öğrendiği rütbeli adayı bile şu anda ciddi tavırlar takınıyordu.

Jomahe yol boyu söylenmişti ve bu zaten saman alevi kadar çabuk sinirlenen Sreren ile atışmasına sebep olmuştu. Nedense Anjaya, Jomahe'nin güçlü olmasını mantıklı bile bulmamıştı. Gerçi Anjaya önyargılarında başarısızdı. Nita’yı ilk gördüğünde bir çiftçi kızının kadim silahının olabileceği aklından bile geçmemişti.

Gözleri en merak ettiği adayın üzerine kaymıştı. Faye… Üzerindeki garip siyah elbisesi ve zaman zaman çıkarttığı bazense tüm yüzünü kapattığı toprak yeşili şalı, hiçbir şekilde konuşmaması yüzünden, Anjaya onun hakkında çekinik bir karakter olduğu izlenimine varmıştı.

Faye aslında çok güzel bir kızdı. Saçları üç arma ile kafasının yanlarından geriye itilmişti. Perçemleri gözlerinin önüne düşüyordu. Gözleri saçları kadar siyah ve iriydi. Soluk lekesiz teni genç gösteriyordu. En fazla yirmisindedir diye düşündü Anjaya.

Acaba illüzyonist kimdi? Anjaya bunu deliler gibi merak ediyordu. Geus'un torunu diyenler olmuştu ancak o kişinin öldüğünü de duymuştu. Eranor ile savaştıklarını duymuştu. Sağ çıkması hiç de mantıklı gelmiyordu. Gerçi Anjaya kurduğu mantıklarda da başarısızdı.

Tüm dikkatini ayak sesleri çekene kadar Anjaya kendi içinden konuşmaya devam etti. En sonunda bir kahkaha sesi ve Nita’nın sesi duyuldu.

Saklı büyünün efsane ustasını karşılarında gören tüm adaylar saygı gösterisinde bulundu. Kel ve çatık kaşlı usta ise gülerek seslendi.

 “Başka kaçmaya çalışan olacak mı?”

Nita sesi tizleşse de konuşmaya başladı.

“Ben kaçmıyordum! Rabi’yi görecektim. O buradaymış. Ne halde merak ediyorum.”

“Tüm mantar çaylarını içeni de tanımıyorsundur değil mi?”

Nita efsane ustanın korkunç bakışları karşısında,  aşırı hızlı bir şekilde itiraf etmişti. En azından hepsini içmemişti, bıraksalar içerdi. Mantar çayının uykuyu bir süreliğine silen etkisi ve fazla içince yaptığı çarpıntıdan hoşlanıyordu. Efsane usta da benzer zevkleri olduğunu, kızın masada bıraktığı kalemi geri verirken söylemişti.

Nita, Rabi hakkında endişeleniyordu. Haberlerin doğru olup olmadığını, nehrin onu gerçekten de yutmadığını öğrenmek istiyordu. Bu dedikoduları tek duyan Nita değildi. Direnişçiler arasında söylenti çabuk yayılırdı. Tüm rütbeli adaylarının bunu ısrarla sorması üzerine en sonunda efsane usta dayanamadı. Söze Rabi'nin büyüsünün temel olarak boşluktan oluştuğunu söyleyerek başladı ve devam etti.

“Hah! Aptallar... Boşluk ölebilir mi? Biz doğmadan önce yoktuk ve tekrar yok olacağız.  İşte bu yüzden anlamıyor hiç kimse. Çünkü boşluk farklı, boşluk doğmadı. Biz ölünce bile arkamızdan bakıyor ve gülüyor olacak.

Har ve Mar'dan önce boşluk geldi ilk. Zühere'yle aldanırken gök ruhları, boşluk duydu ilk. Onlar sarkarken baş aşağı büyüye ilk ulaşan da boşluktu. Bu yüzdendir ilk ve en güçlü büyü boşluğa sinmiş bekler. Düşen, cezalanan ilk gök ruhlarından ilk tüyü çalandı boşluk.

Kendini yakarak, parçalayarak büyüyor boşluk, tıpkı volkan dağı Urumyad gibi... Kendini küçültür ya da büyütür, dağılır yok oldu gözükür ama yeraltından kaynak bulur gene de birleşir tıpkı buz gölü Yemşel gibi...

O çocuk ne yaparsa yapsın ölmeyecek çünkü onları hayatta tutan bir güç var. Yeminlerini çiğnemedikleri sürece, kraliçeye hizmet ettikleri sürece ölmeyecekler... Güçleri bekledikçe artacak ancak belki on yıl belki daha fazla... Ancak ne yaparsanız yapın ölmeyecekler...

Nehir de bunu biliyordu. Ancak algı mührü kullanmak için bir kadim silahı feda etti. Nehir o kadar iyi biliyordu ki kuyruk kesesindeki bir yavru iblisi gönderdi. Yavrunun da biz direnişçi efsanelerce yok edilmesine izin verdi. Çünkü nehir bu büyünün güçlenmesinden korkuyor. Durdurmaya çalışıyor. Ve tek yolun kraliçenin ölmesi gerektiğini de biliyor.

Bu kraliçe hepinizin en az bir kez duyduğu vazgeçilenin ta kendisi.

Sunak nehrinin yana yakıla aradığı kadın, gizlenen kadın... O yedi tanrının kızı... Kraliyetin en güçlü kadın büyücüsü... Ölüm kalım savaşı veren, bir bedeni bile olmayan, yarı ölü bir ruh... Vazgeçilen varis... Kraliçe tacını taktığı gün feda edilen kadın... Hiçbirimiz neler olduğunu bilmiyoruz. Kitaplar yazmıyor, şiirler unutulmuş... Ozanların dili tutuk, hatırlayanlar bir daha uyanmayacakları sonsuz uykuda... O kadına ne oldu bilen sadece kendisi ve sunak nehri. Ve belki de güneş kâhin...”

Sreren her zamanki tez canlılıkla sordu.

“Bir varis adayının varlığı ve gücünün zafere layık olduğu haberini alarak geldik hepimiz. Bu ne kadar doğru?

Saklı büyünün efsane ustası “Evet, doğru duymuşsunuz var öyle biri. Ancak hükümdar olarak unvanını almak için size ihtiyacı olacaktır. Kim bilir? Belki kendini ispatlar da biz direnişçiler artık sağlam bir uyku çekeriz. Bu kadar gevezelik yeterli. Ziguic? Benim saklı büyü öğrencimi de alarak sizleri terk ediyorum. Ustalarınız birer birer gelecekler ve bire bir çalışmalarınıza derhal başlanacak. Tahmin ettiğiniz gibi zaman yok. Prensesin de onayını aldığımız üzere, elimizde sadece bir ayımız var.”

Efsane usta birkaç adım atarak sağındaki boş görünen alana doğru yürüdü. Dokunmasıyla görüntü dalgalandı. Şeffaf bir perde dalgalandı ve boş görünüm yerini yüzlerce silaha bıraktı. Birçoğunun ilk defa gördüğü aletler ile doluydu. Alan parçalara bölünmüş, perde kalktığında bir bütün halindeki boşluk tamamen kaybolmuştu. Ve tahmin ettikleri gibi Yerdibi sarayının her köşesi büyüyle doluydu.

“Bu bir ay içerisinde sizin de gördüğünüz bu alanda çeşitli savaş aletlerinden birer birer sınava çekileceksiniz. Kendi büyünüzü kullanamadığınız durumlar için alışkın olduğunuz dövüş sanatları ve eğitimler sizin için tekrar başlayacak. Daha şimdiden bu kadar etkilenmeyin. Onun yerine kendiniz için endişe edebilirsiniz. Daha önceki çalışmalarınızı bir hiç olduğundan emin olacaksınız.”

Not not ve not :) İsimleri uydurmak için o kadar saçmaladım ki en son bebek gibi agularken buldum kendimi. Neyse olduğu kadar zaten az bölüm kaldı. Son 8 ve bir ekstra o.O Bu hafta, en geç iki hafta içinde bitirmek gibi bir niyetim var çünkü artık yıllarca bir şey yazmak istemediğimi kanaat getirdim.
*Har ve Mar ise aslında Zühre'ye aldanan iki melek, Harut-Marut. İnsanlara büyü öğretmişler.