BÖLÜM 10
“Louis bana on üç rakamı ile ilgili
aklında olan şeyleri söyler misin?”
Louis aklındaki her şeyi sıralamaya
başladı. Çoğu uğursuzluk ile ilgili şeylerdi. Kutsal kitaplardaki yerinden
hurafelere kadar bir sürü şey sıralamıştı. Bilim adamı onu dinlerken sıkılmış
olacak ki konuşmasını yarıda kesti.
“Bir şeyi unuttun Louis... Ay
takvimlerinde üç yılın birisi on üç aydan oluşur. Çünkü bir sene bu takvimde,
otuzar günlük on iki aydan oluşur ve bu durumda artan günler olacaktır. Artan
günler üç yılda bir toplanıp ilave edilir. Üç yılın ortasında gelen bir lanet
demiştik. Evet, şimdi aklında bir şeyler oturmaya başladı, değil mi? Bu ülkede
de lanet senesi, on üç aylık olan senenin bitimiyle başlıyor. Uğursuz sene...”
Louis dilini ısırmıştı. Nasıl olur da bu
kadar eski insanlar bu kadar ilginç şeyleri düşünebiliyorlardı? Bilim adamı
aynı şekilde yedi rakamını sordu. Louis bundan ne çıkacağını endişe ederek
cevapladı.
“Yedi rakamı... İncil’de ve Tevrat'ta sık
karşımıza çıkar. Yedi rahip, yedi inek... Kuran’da cennetin yedi kapısı olduğu
geçer. Aynı şekilde Sümer’de yer altı dünyasının yedi kapısı vardır. Babil’de,
Mezopotamya’da yedi önemlidir birçok... Bir dakika efendim, sizin bu rakamı
sorma sebebiniz, yedi rütbeliler mi?”
Bilim adamı sevinmişti. Nihayet Louis de
ona ayak uyduruyordu. Kâhinin yanında olan ve ülkenin en soylu büyücüleri de
yedi taneydi. Ve rütbeliler olarak adlandırılırdı. Bunlardan her biri kendisine
ait sınıfı temsil ederdi. Silahtarlar sınıfı, mühür sınıfı, illüzyonist sınıfı,
bariyer sınıfı, beden almışlar denilen büyünün insan ruhuyla birleştiği insanları
temsil eden sınıf, saklı büyü sınıfı ve gizli sınıf...”
Konuşmanın devamında bilim adamı ile Louis
daha çok bu ülkenin tanrıları hakkında tartışıyorlardı. Louis her zamanki
çekingen ses tonunda konuştu.
“Efendim... İlk araştırdığımızda,
sanmıştım ki bu insanlar, aya veyahut güneşe tapıyorlar. Çok tanrılı bir dinde
bunu beklemeyi normal bulmuştum. Aslında taptıkları bu isimleri almış güçlü
büyücülermiş.”
Bilim adamı hayır anlamında kafasını
salladı.
“Aslında hayır, tapınmaktan ziyade, bir
çeşit saygı göstergesi... Çünkü bunlara hiçbir şekilde tanrı demiyorlar.”
“Efendim, sanırım anladım. Güneşe değil,
güneş ismini almış yani şu iki yazıtta da adı geçen Güneş kâhine, sunak nehrine
tapıyorlar. Şey, saygı duyuyorlar. Yer, gök, hava ve su diye bahsettikleri
Tanrılar değil, aslında azizler...”
Bilim adamı gülümsemişti.
“Bu yüzden de onların bir tapınakları ya
da bir sunakları yok. Tanrı dedikleri şeyi şöyle gruplayalım. Yeri koruyan
yürüyen yer tanrıları. Hava durumunu belirleyen gök ruhları ve gök
şeytanları... Büyücüler, yerdeki ve gökteki cisimler ya da insana benzer bir
Tanrıları yok. Bu da onları diğer çok tanrılı dinlerden ayırıyor.”
Aynı tebessümü koruyan bilim adamı devam
etti.
“Ortak noktaları ise tanrıların yaratma ve
yok etme gücü. Bir büyük tanrı gök ruhlarına hükmeder, o yaratır. Bir diğer
büyük tanrı, yürüyen tanrılara hükmeder, o yok eder. Ve her ikisinin sözcüsü
olan insanlara da tanrısal gözle bakılıyor. Bir çeşit yarı tanrı olan konuşan
tanrılar... Yani peygamberler.”
Louis konuşmanın akışına kendisini
kaptırmış olsa gerek ki bastığı yere dikkat etmeyerek hafifçe tökezledi. Ancak
yine de konuşuyordu.
“Aynı şekilde yer iblisleri de var
efendim. Sunak nehrindeki iblis mesela...”
“Bir de iblisleşen insanlar. İşte bu
üçüncü ustanın baş öğrencisi de bunlardan biri. Kâhinin zekice planını
oluşturmuş ve ayrılıkçıları içten çökertmiş. Zaten sayıca az olan ayrılıkçıları
neredeyse yarıya düşürmüş. Ve yazıtın en güzel bölümüne geliyoruz Louis, dua
yağmuru Bensura...”
***
Zess, sağ elini sol koluna, ceketin örttüğü, kolunun üst
kısmındaki altın kelepçeye attı. Hafif bir iz ile üzerindeki yazılar parıldadı.
Zess eline aldığı kelepçenin önce parıldayarak yanmasını, hemen ardına da altın
tozlara dönüşmesini izledi.
Kadim silahlar bazen aksesuara dönüşürlerdi. Gizlenmesini
kolaylaştıran bu özellik sadece sahibine itaat ile kendini gösterirdi. Bazen
ise azizlerde olduğu gibi bedene saplanırdı. Acı veya parçalanma olmaksızın
bedenle birleşir, sahip istediği zaman ayrılırdı.
Oturduğu yerden kalkmadan kılıcını gökyüzüne doğrulttu. Bir
kenarındaki muazzam güzellikteki eski dilde yazılara hayranlıkla baktı. Keskin
ve göz alıcı ancak korkutucu ve muhteşemdi. Oldukça kalın ve uzundu. Aniden
altın tozlarına dönüşmesine şaşırmadı Zess.
Kafasını tozların parıldayarak birleştiği yöne doğru çekti.
Dudağının kenarını hafif bir gülümseme kaplamış kendi görüntüsüne baktı.
Sırtını ağaca dayamış, kollarını göğsünde kavuşturmuş bir şekilde duruyordu
kılıcın büründüğü kendi görüntüsü. Başını hafifçe yana eğmişti. Konuştu kılıç,
Zess’in en çekici ses tonuyla.
“Bir erkek tarafından izlenmenin nesi güzel?”
Zess ona baktı ancak esprisine gülmedi bile. Aynı ses tonunda
cevapladı.
“Garip. İlk defa bundan biri şikâyetçi oldu.”
Kılıç onun aksine gülümsedi. Ancak Zess durgundu. Aklındaki
düşüncesi olabilecek ölümlerdi. Planında bir sorun çıkmayacağından son kez emin
olmak istedi ve sordu,
“Oynayacağın rolü biliyorsun değil mi?”
“Bu senin gücünün çok üzerinde olsa bile mi?”
Zess güldü. Bir gören olsaydı iki tane olduklarını düşünebilirdi.
Kılıç ve Zess birbirinin aynısı görünümdeydi. Kılıç tekrar konuştu.
“İşte seni bu yüzden seçtim insan. Çocukken de farklı değildin.”
“Gücüme rağmen kibrimden ötürü mü? Çocukken öleceğimi söyledikleri
halde, uzanmıştım sana. Nedensiz bir cesaretti, küstahlıktı.”
Kılıç kafasını diğer tarafa doğru eğerek konuştu.
“Yoksa halen kendine itiraf edemiyor musun insan? Kibir ve
küstahlık gerçekten güçlü ve kendi gücünün farkında olan birisine oldukça uzak
şeyler. Sırf ihtiyar için...”
“İhtiyar mı? Ondan nefret ediyorum.”
“Ona hayransın, insan. Tıpkı senden tiksiniyor olsa da Rabi’yi
kardeşin olarak gördüğün gibi... Tıpkı Amber için kendini feda edecek olduğun
gibi. Sahip, duygularını gizlemeye devam edersen onlardan iyice
uzaklaşacaksın.”
“Rabi ve Amber? Birisi duygularını kontrol edebilmenin, göz
yummakla aynı olduğunu düşünüyor. Diğeri ise çoktan ölmüş birinin yasını
tutuyor.”
Koltuğun koluna dirseğini dayarken hafifçe esnedi. Sonra devam
etti Zess.
“Söylesene Axis? Bu kadar aptal olmaları benim suçum mu?”
“Onlardan ayrılmak istemiyorsun, sahip. Bunu hissetmelerini
sağlayabilirsin. Duyguların seni geri düşürmez.”
“Sadece gücümün azımsanamayacak bir parçasını boşa harcar Axis.”
Konuşmaları yarıda bölündü. İlginç ve parlak bir ışık yeni bir
haber olduğunu gösteriyordu.
Aynı haber Zess’den uzakta olan Rabi’ye de gelmişti. İkisi de
fırçalarını çıkartarak gökyüzüne ayrılıkçıların sembolünü çizdiler. Bunun
sonunda açılan mesajda bir güzergâh belirtilmişti ve o bölgedeki beyaz
kadınların sunak nehrine itaat ediyor olabileceğinden bahsedilmişti.
Anlaşılan yaklaştıklarını haber alan hain, onları uzaklaştırmaya
çalışıyordu. Sırf öldürmek ya da yeni bir tuzak için olsa gerekti. Tabi bu
durum hoşuna gitti Zess’in. Telaşa düşmüş olmalıydı üçüncü ustanın baş
öğrencisi. Bir yandan da bu durum canını sıkıyordu. Takip edildikleri anlamına
geliyordu.
Emirlerin ve haberlerin iletimi ayrılıkçılar arasında kusursuza
yakın bir yöntemle işlerdi. Emirleri veren kişi gönderdiği kişilerin gerçek
isimlerini bilmezdi. Ellerindeki farklı renklerdeki sembolleri ve bağlı
oldukları ustayı bilirdi. İstisnai bir durum haricinde emirler doğrudan
ustalara verilirdi. Daha sonrasında ustadan öğrencilerine ulaşırdı. Düzeni
sağlamak ve hata payını azaltmak için sistemli bir yöntemdi.
Fırça darbesiyle hayali bir şekilde çizilen ve gönderilen haber,
sadece büyü ile eşleşmiş fırçalar arasında gidebilirdi. Tüm fırçalar ile
eşleşen tek bir fırça vardı. Bu da üçüncü ustanın fırçasıydı. Aynı şekilde
sarayın uzağındaki ustaların yerleşimlerini de bilen bir tek üçüncü ustaydı.
9 efsanevi usta genellikle yer dibi sarayının yakınlarında
bulunurdu. Onların yanlarında baş öğrencileri, yardımcı sıfatıyla eğitim
alırdı. Baş öğrenci almadığı halde normal öğrenci yetiştiren bir tek Eranor
vardı. Aynı şekilde muhafız olduğu için Saraydan ayrı oturan da bir tek o
olmuştu. Ta ki ayrılıkçılardan kalıcı olarak ayrılması gerekene dek... İşte o
zaman dokuzuncu, onun öldürülmesini reddetmiş saraydan sürülmüştü.
Bu öğrenciler, Yer dibi sarayında ustalık rütbesini aldıkları
zaman ayrılıkçıların diğer bölgelerine dağılırlardı. Bu ustalık efsanevi
ustalık seviyesine gelene kadar pişmeliydi. Ve ancak bir efsanevi usta kendi
rütbesini devrederdi. Bu dokuz sayısı sabit olmalıydı. Dokuz ayrı bölge, dokuz
ayrı üst usta...
Öğrenciler isterlerse usta olarak ayrılabilirlerdi. İsterlerse de
ayrılmaksızın bir üst ustaya yani efsanevi ustalardan birine bağlı kalarak, baş
öğrenci sıfatını alırlardı.
Ustalık seviyesine gelen ve kendi ustasından ayrılanlar, gelen
öğrencilerini eğitir, büyülerinin olgunlaştıklarına emin oldukları zaman yer
dibi sarayına gönderirlerdi. Sonrasında ise öğrenciler seçilir, içlerinden
rütbe almak isteyenleri sınava tabi tutulurdu. Diğerleri ise ister yer dibi
sarayında durur, isterlerse kendi evlerine dönerlerdi.
Ayrılıkçıların başlıca görevi halkı bilinçlendirmekti. Bunu
yaparken kendilerini de koruyabilmelilerdi.
Zess, haberi ve güzergâhı inceledikten sonra Rabi ve Amber’ı
buldu. Rabi’nin de aynı haberi aldığını öğrenir öğrenmez konuştu.
“Üçüncü ustanın evine gidip emri ağzından duymak istiyorum. Bu
sefer emirler bize doğrudan geldi. Tuhaf, normalde bize emirler ihtiyar
üzerinden gelirdi. İhtiyarın öldüğünden Yer dibi sarayını haberdar etmediğimize
göre, üçüncü usta bunu nasıl bilebilir? Fark etmiş olmalısın Rabi. Üçüncü
ustanın emri bize geldikten sonra...”
Rabi, Zess’in zekâsına bir kez daha hayran kaldı. Çünkü Yer dibi
Sarayını haberdar etmemesini yeni anlamıştı. Demek bu yüzden böyle bir şey
yapmıştı. Gelen emir ise onları muhtemelen yaklaştıklarının fark edildiğini
gösteriyordu. Rabi kafasını önüne eğdi ve konuştu.
“Sonra bir yıl boyunca bir görevle uğraştık, gizlice takip edildik
ve saldırıya uğradık. Hem de üçümüzün de büyüden beden aldığımızı bilen
birileri tarafından.” diye Rabi cevapladı.
Amber de katıldı konuşmaya, aklında bir şeyleri çözmüştü. Doğrusu
uzunca zamandır şüphelendiği bir şey vardı.
“Çünkü saat mührünü kullandılar. Büyüden beden aldığınızı
bilmeselerdi onu kullanmalarının hiçbir mantığı yoktu. Saat mührü normal bir
büyücüyü kötü etkiler ama büyüden beden almış birini öldürür. Yani ya üçüncü
ustayı sunak nehri ele geçirdi ya da usta öldürüldü ve fırçasını başkası
kullanıyor. Muhtemelen bu kişi de yardımcısı, yani baş öğrencilerden Luza...”
Zess dudağının kenarını ısırdı. Şaşırmıştı. Amber’ın bunu çözmesi
hoşuna gitmişti. Tıpkı kendisi gibi Amber da anlamıştı.
“Güzel tahmin küçük hanım. Peki, nerden vardın bu sonuca?”
“Luza yaklaşık bir, bir buçuk yıl önce baş öğrencilik sıfatını
aldı. Onu ilk gördüğümde bile azizler ortaya çıkmıştı. Yeterince şüpheliydim.
Ancak üçüncü ustanın yeteneğine de güvendiğim için sesimi çıkartamadım. Ayrıca
azizleri saklamak zorundaydım. Ani bir müdahale dışında fark etmişsinizdir,
savaş alanında bile gözlerden gizli ve dikkatli durmaları emrini vermiştim.”
Onu cevaplayan Rabi oldu.
“Başkalarının varis olduğunu bilmemeleri daha iyi zaten
şimdilik... Ancak üçüncü ustanın gözü tamamen karanlığa kapılmış birini
göremez... Yani Luza tahminen saraya gelmeden önce bile kâhinin uşağı olmalı.
Tabi bu sadece bir tahmin... Eğer ki Luza değil de bir başka hain varsa,
çözülmesi çok zor bir sorun olacak.”
Zess bu çocukları seviyordu. Açıklamasına gerek olmadan
anlayabiliyorlardı. Gittikleri güzergâh hakkında düşünmüş olmalarını ve bu
kadar çabuk tahmin etmelerini beklememişti.
Baş öğrenciyi doğrudan öldürmenin ne kadar zor ve aptalca
olacağının farkındaydı. Çünkü baş öğrenci eğer sunak nehrine gerçekten itaat
ediyorsa ruhu nehre sürülecekti. Bu durum daha tehlikeli olurdu. Çünkü öldüğü
takdirde onun tüm bilgileri nehrin eline geçebilirdi.
Yer dibi sarayının duvarlarındaki mühürler onun konumunun, değil büyü
ile haber edilmesi, konuşulmasını dahi engelleyecek büyük bir büyü taşırdı. Bu
yüzden şimdiye kadar kâhin bu sarayın yerini öğrenememişti. Ancak nehre sürülen
ruhun hafızası, sunak nehrine ulaşabilirdi. Bu takdirde tüm sırları kâhinin
elinde olurdu. Bu nedenle baş öğrenciyi öldürmek yerine canlı ele
geçirmelilerdi.
Yer dibi sarayının konumu büyü ile korunmuş olsa bile dışarıda
serbest dolaşan ayrılıkçılar için aynı şey söz konusu değildi.
Güvendiği biriyle konuşması gerekiyordu. Onlar için işlerini kolaylaştırması
gereken biri lazımdı. Ve tabi ki Zess bu iş için en uygun kişiyi biliyordu.
Baş öğrencinin sunak nehrinin kölesi olduğunu, herkesin önünde
kanıtlamak gerekiyordu. Ancak bu zor olacaktı. Yer dibi sarayındaki uçarı
davranışlarından ötürü, Rabi de Zess de pek sevilmezlerdi. Sadece açıklama
yapmak, güven kaybetmek olurdu. Dahası basit bir inkârda baş öğrenciye
inanacakları barizdi.
Fırçasını çıkararak yakınlardaki bir arkadaşına durumun acilliğini
iletti. Gelirken gizlenmesini de söylemeyi ihmal etmedi. Arkadaşı hemen
yanlarına gelmişti. Kıyafetlerinden bariyer sahibi bir ustanın baş öğrencisi
olduğu hemen anlaşılıyordu.
Zess azizleri görmeyince ona güvenebileceğini anladı. İlksel ile
kısa bir konuşma yaptı. İlksel de elinden geleni yapacağına dair söz vererek
hemen kendisine söylenen yere doğru yöneldi.
Nihayet ertesi gün üçüncü ustanın evine geldiler. Zess kapıyı
sakince çaldı. Şifreyi işittiklerinde üçü de sembollerini gösterdiler.
İki tane yeşil (9. Ustanın-ihtiyarın rengi) bir tane de sarı halka
(4. Ustanın-Eranor’un yerine geçen mühür ustasının rengi)... Gülümseyen
gözlerin ardından üçüncü ustanın mavi halkasına sahip öğrenciler onlara ilk
merhabalarını verdi.
Nazik hizmetkârların ardından büyük salona alındılar. Onları
karşılamak için gelen baş öğrenci olmalıydı. Kibar bir şekilde ismini söyledi
ki, bu ustalar ve baş öğrencilerle, yüz yüze yapılan görüşmelerde nezaket icabı
gerekliydi. Önce biri isimleri söyler sonra diğeri tekrar ederdi. Nezaket icabı
olması gereken hoş bir kural... İçeri girdiklerinde odanın bir köşesinde İlksel
onları hazırda bekliyordu. Luza’da onlara doğru yöneldi,
“Merhaba dostlarım. Ben Luza. Sizleri burada görmek benim için
şereftir. Dün de ilginç bir şekilde İlksel dostumuz beni ziyaret etti. Onun
yanında konuşmamızda bir sorun yoktur umarım. Bu şerefi neye borçluyum acaba?”
“Luza ve İlksel sizleri görmek bizi de onurlandırdı. Doğrusu bir
başka baş öğrenciyi görmeyi beklemiyorduk. Tedirgin duruyorsunuz?
Ziyaretimizden şüphelenmeniz için bir sebep mi var acaba?”
İlksel gülümsedi. Tıpkı Zess’in dediği gibi. Luza onları
beklemediğini, hemen belli etmişti bile. Muhtemelen verdiği güzergâhta
olmalarını istiyordu. Hızlı ve dikkatli hareket ettikleri için de onları
izleyememişti.
İlksel kâhinin oldukça mantıklı düşündüğünü fark etti. İşlerini
gizliden yürütmek akıllıcaydı. Rütbeliler ile doğrudan saldırsaydı, Yer dibi
Sarayının bulunup yok olması çok zaman almazdı. O büyük güçlere sahip
büyücüler, her zaman hızlıca sorunu kökünden çözebilirdi. Ancak halk arasında
bu isyankârları kahramanlaştırır ve büyük bir gürültü kopmasına neden olurdu.
İşleri gizliden çözmek daha kolaydı.
Zess oldukça rahattı. Luza’nın surat ifadesinden anladığı
kadarıyla, onlar gelmeden önce İlksel onunla konuşmasını doğru yapmıştı.
Luza’dan şüphelendiklerini yeterince belli etmiş olmalıydı. Zess
“Sahi? Üçüncü usta neredeydi? Onu görmeyeli epey zaman oluyor.
Doğrusu dedem olan ihtiyar onu çok severdi.”
Luza nazik bir tavırla konuştu.
“Ah dostum... Üçüncü usta bir yıldır o kadar rahatsız ki...
Kimseyle konuşmasına şifa mühürcüleri izin vermiyor. Yanına sadece arada sırada
ben girebiliyorum. İhtiyar?”
Zess inanmaz bir şekilde kaşını kaldırdı.
“Doğrusu dokuzuncu ustanın bir torunu olduğunu duymuştum. Ondan
bahsediyor olmalısın. Saygısız olduğundan bahsetmişlerdi.”
“Ne duydun Luza? Ya da kimden duymuştun?”
Konuşmaya İlksel de katıldı.
“Üzgünüm Zess ama... Sanırım Yer dibi sarayındaki herkes bunu
biliyordur.”
İlksel gülümseyerek yalan söylemişti. Baş öğrenci olabilmiş
birinin bu kadar komik bir hatayı yapması gülünçtü. Demek Zess’in torunu
olduğunu da biliyordu. Hâlbuki Zess, ihtiyara bir torunu olduğunu söylemesine
izin vermemişti. Çok az kişi bu durumu bilirdi. Kendisine de bu durumu birkaç
gün önce yanına çağırdığı zaman söylemişti.
Zess tehditkâr bir sesle konuşuyordu. Luza ise kabuğuna çekilmiş
ve sakin kalmaya çalışır bir şekilde cevaplıyordu. Köşeye sıkışmış olduğunun
farkındaydı. Ancak ellerinde bir kanıt olmadığına güveniyordu. Zess suratını
ekşiterek konuştu.
“Önemli bir sorunumuz var. O bunağa bu konuda neredeyse hesap
sormalıyım. Tabi eğer...”
“Üçüncü ustaya hesap sormak mı? Dostumuz biraz haddini aşıyor
galiba?”
“Soyumun ne kadar köklü olduğundan bihaber gibi duruyorsun. Dahası
efsanevi usta olması muhtemel kişilerdenim, hem gücüm hem yeteneğim ile kendimi
kanıtlıyorum. Dikkatli olsan iyi edersin. Yer dibi sarayı için hazırlıklı
olmalısın. Ve asla aklından çıkartma. Ben, yani dokuzuncu ustanın torunu senin
hakkındaki gerçekleri, gözler önüne sermekten, kesinlikle çekinmem.”
Tartışmalı bir ortam olurken Rabi’nin gözleri Amber’a kaydı. Eğer
ki bu evde yapılmışsa saat mührü, bir şeyler hissetmiş olmalıydı. Kulağına hafifçe
kendisiyle gelmesini söyledi. Rabi ile izin isteyerek bahçeye çıkmak
istediklerini söylediler. Amber güldü, Rabi haklıydı. Saat mührü yapıldığı
yerde de izler bırakırdı. Aslında neredeyse çıkması imkânsız izler bırakırdı.
Bu aptal bu evde o mührü yapmıştı. Amber kendi ustası olan mühür ustalarından
dördüncü ustayı bu eve çağırdı. Dahası bazı mühürler yapılmış olabileceğinden
bahsetti. Haber iletilmiş cevap da gelmişti. Dördüncü usta derhal geliyordu.
İzsürenler ile birlikte evi araştıracaklardı.
Ertesi günü baş öğrenci Luza, dördüncü ustaya hesap vererek
geçirecekti. Sonraki gün Yer dibi sarayında sınavlar olmalıydı. Bu sebeple
hepsi Yer dibi Sarayında olacaktı. Zess’in planı ne kadar etkili olurdu
bilinmezdi. Çünkü korkup kaçması da mümkündü baş öğrencinin. Bu durumda onu
yakalamak Yer dibi Sarayındakiler bu kadar yakın olduğu için çok kolay olurdu.
Zess bir hatalı konuşmanın işine yarayacağını düşünerek ustanın
torunu olduğunu vurgulayıp durmuştu. İlksel’de Zess’in ihtiyarın torunu
olduğundan herkesin haberi varmış gibi davranmıştı. Yeterince korkuttuğundan
emindi. Korkak bir insan aptalca hatalar yapardı. Sadece kurtulmaya odaklanır,
ayrıntıları atlardı.
İlksel de Amber gibi kendi ustasına durumu iletti. Luza’nın hain
olabileceğinden ve dokuzuncu ustanın katili olabileceğinden bahsetti. Ancak bir
farkla söyledi. Üçüncü ustanın ölmüş olduğunu atlayarak. Ve en kötüsü bir hain
olduğundan ustasının da şüphelendiğini öğrendi. Çünkü yer dibi sarayında bir
yıl içerisinde büyük bir kayıp olduğu haberi yeni gelmişti.
Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 10