17 Aralık 2013 Salı

Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 10

BÖLÜM 10

“Louis bana on üç rakamı ile ilgili aklında olan şeyleri söyler misin?”

Louis aklındaki her şeyi sıralamaya başladı. Çoğu uğursuzluk ile ilgili şeylerdi. Kutsal kitaplardaki yerinden hurafelere kadar bir sürü şey sıralamıştı. Bilim adamı onu dinlerken sıkılmış olacak ki konuşmasını yarıda kesti.

“Bir şeyi unuttun Louis... Ay takvimlerinde üç yılın birisi on üç aydan oluşur. Çünkü bir sene bu takvimde, otuzar günlük on iki aydan oluşur ve bu durumda artan günler olacaktır. Artan günler üç yılda bir toplanıp ilave edilir. Üç yılın ortasında gelen bir lanet demiştik. Evet, şimdi aklında bir şeyler oturmaya başladı, değil mi? Bu ülkede de lanet senesi, on üç aylık olan senenin bitimiyle başlıyor. Uğursuz sene...”


Louis dilini ısırmıştı. Nasıl olur da bu kadar eski insanlar bu kadar ilginç şeyleri düşünebiliyorlardı? Bilim adamı aynı şekilde yedi rakamını sordu. Louis bundan ne çıkacağını endişe ederek cevapladı.

“Yedi rakamı... İncil’de ve Tevrat'ta sık karşımıza çıkar. Yedi rahip, yedi inek... Kuran’da cennetin yedi kapısı olduğu geçer. Aynı şekilde Sümer’de yer altı dünyasının yedi kapısı vardır. Babil’de, Mezopotamya’da yedi önemlidir birçok... Bir dakika efendim, sizin bu rakamı sorma sebebiniz, yedi rütbeliler mi?”

Bilim adamı sevinmişti. Nihayet Louis de ona ayak uyduruyordu. Kâhinin yanında olan ve ülkenin en soylu büyücüleri de yedi taneydi. Ve rütbeliler olarak adlandırılırdı. Bunlardan her biri kendisine ait sınıfı temsil ederdi. Silahtarlar sınıfı, mühür sınıfı, illüzyonist sınıfı, bariyer sınıfı, beden almışlar denilen büyünün insan ruhuyla birleştiği insanları temsil eden sınıf, saklı büyü sınıfı ve gizli sınıf...”

Konuşmanın devamında bilim adamı ile Louis daha çok bu ülkenin tanrıları hakkında tartışıyorlardı. Louis her zamanki çekingen ses tonunda konuştu.

“Efendim... İlk araştırdığımızda, sanmıştım ki bu insanlar, aya veyahut güneşe tapıyorlar. Çok tanrılı bir dinde bunu beklemeyi normal bulmuştum. Aslında taptıkları bu isimleri almış güçlü büyücülermiş.”

Bilim adamı hayır anlamında kafasını salladı.

“Aslında hayır, tapınmaktan ziyade, bir çeşit saygı göstergesi... Çünkü bunlara hiçbir şekilde tanrı demiyorlar.”

“Efendim, sanırım anladım. Güneşe değil, güneş ismini almış yani şu iki yazıtta da adı geçen Güneş kâhine, sunak nehrine tapıyorlar. Şey, saygı duyuyorlar. Yer, gök, hava ve su diye bahsettikleri Tanrılar değil, aslında azizler...”

Bilim adamı gülümsemişti.

“Bu yüzden de onların bir tapınakları ya da bir sunakları yok. Tanrı dedikleri şeyi şöyle gruplayalım. Yeri koruyan yürüyen yer tanrıları. Hava durumunu belirleyen gök ruhları ve gök şeytanları... Büyücüler, yerdeki ve gökteki cisimler ya da insana benzer bir Tanrıları yok. Bu da onları diğer çok tanrılı dinlerden ayırıyor.”

Aynı tebessümü koruyan bilim adamı devam etti.

“Ortak noktaları ise tanrıların yaratma ve yok etme gücü. Bir büyük tanrı gök ruhlarına hükmeder, o yaratır. Bir diğer büyük tanrı, yürüyen tanrılara hükmeder, o yok eder. Ve her ikisinin sözcüsü olan insanlara da tanrısal gözle bakılıyor. Bir çeşit yarı tanrı olan konuşan tanrılar... Yani peygamberler.”

Louis konuşmanın akışına kendisini kaptırmış olsa gerek ki bastığı yere dikkat etmeyerek hafifçe tökezledi. Ancak yine de konuşuyordu.

“Aynı şekilde yer iblisleri de var efendim. Sunak nehrindeki iblis mesela...”

“Bir de iblisleşen insanlar. İşte bu üçüncü ustanın baş öğrencisi de bunlardan biri. Kâhinin zekice planını oluşturmuş ve ayrılıkçıları içten çökertmiş. Zaten sayıca az olan ayrılıkçıları neredeyse yarıya düşürmüş. Ve yazıtın en güzel bölümüne geliyoruz Louis, dua yağmuru Bensura...”

*** 

Zess, sağ elini sol koluna, ceketin örttüğü, kolunun üst kısmındaki altın kelepçeye attı. Hafif bir iz ile üzerindeki yazılar parıldadı. Zess eline aldığı kelepçenin önce parıldayarak yanmasını, hemen ardına da altın tozlara dönüşmesini izledi.

Kadim silahlar bazen aksesuara dönüşürlerdi. Gizlenmesini kolaylaştıran bu özellik sadece sahibine itaat ile kendini gösterirdi. Bazen ise azizlerde olduğu gibi bedene saplanırdı. Acı veya parçalanma olmaksızın bedenle birleşir, sahip istediği zaman ayrılırdı.

Oturduğu yerden kalkmadan kılıcını gökyüzüne doğrulttu. Bir kenarındaki muazzam güzellikteki eski dilde yazılara hayranlıkla baktı. Keskin ve göz alıcı ancak korkutucu ve muhteşemdi. Oldukça kalın ve uzundu. Aniden altın tozlarına dönüşmesine şaşırmadı Zess.

Kafasını tozların parıldayarak birleştiği yöne doğru çekti. Dudağının kenarını hafif bir gülümseme kaplamış kendi görüntüsüne baktı. Sırtını ağaca dayamış, kollarını göğsünde kavuşturmuş bir şekilde duruyordu kılıcın büründüğü kendi görüntüsü. Başını hafifçe yana eğmişti. Konuştu kılıç, Zess’in en çekici ses tonuyla.

“Bir erkek tarafından izlenmenin nesi güzel?”

Zess ona baktı ancak esprisine gülmedi bile. Aynı ses tonunda cevapladı.

“Garip. İlk defa bundan biri şikâyetçi oldu.”

Kılıç onun aksine gülümsedi. Ancak Zess durgundu. Aklındaki düşüncesi olabilecek ölümlerdi. Planında bir sorun çıkmayacağından son kez emin olmak istedi ve sordu,

“Oynayacağın rolü biliyorsun değil mi?”

“Bu senin gücünün çok üzerinde olsa bile mi?”

Zess güldü. Bir gören olsaydı iki tane olduklarını düşünebilirdi. Kılıç ve Zess birbirinin aynısı görünümdeydi. Kılıç tekrar konuştu.

“İşte seni bu yüzden seçtim insan. Çocukken de farklı değildin.”

“Gücüme rağmen kibrimden ötürü mü? Çocukken öleceğimi söyledikleri halde, uzanmıştım sana. Nedensiz bir cesaretti, küstahlıktı.”

Kılıç kafasını diğer tarafa doğru eğerek konuştu.

“Yoksa halen kendine itiraf edemiyor musun insan? Kibir ve küstahlık gerçekten güçlü ve kendi gücünün farkında olan birisine oldukça uzak şeyler. Sırf ihtiyar için...”

“İhtiyar mı? Ondan nefret ediyorum.”

“Ona hayransın, insan. Tıpkı senden tiksiniyor olsa da Rabi’yi kardeşin olarak gördüğün gibi... Tıpkı Amber için kendini feda edecek olduğun gibi. Sahip, duygularını gizlemeye devam edersen onlardan iyice uzaklaşacaksın.”

“Rabi ve Amber? Birisi duygularını kontrol edebilmenin, göz yummakla aynı olduğunu düşünüyor. Diğeri ise çoktan ölmüş birinin yasını tutuyor.”

Koltuğun koluna dirseğini dayarken hafifçe esnedi. Sonra devam etti Zess.

“Söylesene Axis? Bu kadar aptal olmaları benim suçum mu?”

“Onlardan ayrılmak istemiyorsun, sahip. Bunu hissetmelerini sağlayabilirsin. Duyguların seni geri düşürmez.”

“Sadece gücümün azımsanamayacak bir parçasını boşa harcar Axis.”

Konuşmaları yarıda bölündü. İlginç ve parlak bir ışık yeni bir haber olduğunu gösteriyordu.

Aynı haber Zess’den uzakta olan Rabi’ye de gelmişti. İkisi de fırçalarını çıkartarak gökyüzüne ayrılıkçıların sembolünü çizdiler. Bunun sonunda açılan mesajda bir güzergâh belirtilmişti ve o bölgedeki beyaz kadınların sunak nehrine itaat ediyor olabileceğinden bahsedilmişti.

Anlaşılan yaklaştıklarını haber alan hain, onları uzaklaştırmaya çalışıyordu. Sırf öldürmek ya da yeni bir tuzak için olsa gerekti. Tabi bu durum hoşuna gitti Zess’in. Telaşa düşmüş olmalıydı üçüncü ustanın baş öğrencisi. Bir yandan da bu durum canını sıkıyordu. Takip edildikleri anlamına geliyordu.

Emirlerin ve haberlerin iletimi ayrılıkçılar arasında kusursuza yakın bir yöntemle işlerdi. Emirleri veren kişi gönderdiği kişilerin gerçek isimlerini bilmezdi. Ellerindeki farklı renklerdeki sembolleri ve bağlı oldukları ustayı bilirdi. İstisnai bir durum haricinde emirler doğrudan ustalara verilirdi. Daha sonrasında ustadan öğrencilerine ulaşırdı. Düzeni sağlamak ve hata payını azaltmak için sistemli bir yöntemdi.

Fırça darbesiyle hayali bir şekilde çizilen ve gönderilen haber, sadece büyü ile eşleşmiş fırçalar arasında gidebilirdi. Tüm fırçalar ile eşleşen tek bir fırça vardı. Bu da üçüncü ustanın fırçasıydı. Aynı şekilde sarayın uzağındaki ustaların yerleşimlerini de bilen bir tek üçüncü ustaydı.

9 efsanevi usta genellikle yer dibi sarayının yakınlarında bulunurdu. Onların yanlarında baş öğrencileri, yardımcı sıfatıyla eğitim alırdı. Baş öğrenci almadığı halde normal öğrenci yetiştiren bir tek Eranor vardı. Aynı şekilde muhafız olduğu için Saraydan ayrı oturan da bir tek o olmuştu. Ta ki ayrılıkçılardan kalıcı olarak ayrılması gerekene dek... İşte o zaman dokuzuncu, onun öldürülmesini reddetmiş saraydan sürülmüştü.

Bu öğrenciler, Yer dibi sarayında ustalık rütbesini aldıkları zaman ayrılıkçıların diğer bölgelerine dağılırlardı. Bu ustalık efsanevi ustalık seviyesine gelene kadar pişmeliydi. Ve ancak bir efsanevi usta kendi rütbesini devrederdi. Bu dokuz sayısı sabit olmalıydı. Dokuz ayrı bölge, dokuz ayrı üst usta...

Öğrenciler isterlerse usta olarak ayrılabilirlerdi. İsterlerse de ayrılmaksızın bir üst ustaya yani efsanevi ustalardan birine bağlı kalarak, baş öğrenci sıfatını alırlardı.

Ustalık seviyesine gelen ve kendi ustasından ayrılanlar, gelen öğrencilerini eğitir, büyülerinin olgunlaştıklarına emin oldukları zaman yer dibi sarayına gönderirlerdi. Sonrasında ise öğrenciler seçilir, içlerinden rütbe almak isteyenleri sınava tabi tutulurdu. Diğerleri ise ister yer dibi sarayında durur, isterlerse kendi evlerine dönerlerdi.

Ayrılıkçıların başlıca görevi halkı bilinçlendirmekti. Bunu yaparken kendilerini de koruyabilmelilerdi.

Zess, haberi ve güzergâhı inceledikten sonra Rabi ve Amber’ı buldu. Rabi’nin de aynı haberi aldığını öğrenir öğrenmez konuştu.

“Üçüncü ustanın evine gidip emri ağzından duymak istiyorum. Bu sefer emirler bize doğrudan geldi. Tuhaf, normalde bize emirler ihtiyar üzerinden gelirdi. İhtiyarın öldüğünden Yer dibi sarayını haberdar etmediğimize göre, üçüncü usta bunu nasıl bilebilir? Fark etmiş olmalısın Rabi. Üçüncü ustanın emri bize geldikten sonra...”

Rabi, Zess’in zekâsına bir kez daha hayran kaldı. Çünkü Yer dibi Sarayını haberdar etmemesini yeni anlamıştı. Demek bu yüzden böyle bir şey yapmıştı. Gelen emir ise onları muhtemelen yaklaştıklarının fark edildiğini gösteriyordu. Rabi kafasını önüne eğdi ve konuştu.

“Sonra bir yıl boyunca bir görevle uğraştık, gizlice takip edildik ve saldırıya uğradık. Hem de üçümüzün de büyüden beden aldığımızı bilen birileri tarafından.” diye Rabi cevapladı.

Amber de katıldı konuşmaya, aklında bir şeyleri çözmüştü. Doğrusu uzunca zamandır şüphelendiği bir şey vardı.

“Çünkü saat mührünü kullandılar. Büyüden beden aldığınızı bilmeselerdi onu kullanmalarının hiçbir mantığı yoktu. Saat mührü normal bir büyücüyü kötü etkiler ama büyüden beden almış birini öldürür. Yani ya üçüncü ustayı sunak nehri ele geçirdi ya da usta öldürüldü ve fırçasını başkası kullanıyor. Muhtemelen bu kişi de yardımcısı, yani baş öğrencilerden Luza...”

Zess dudağının kenarını ısırdı. Şaşırmıştı. Amber’ın bunu çözmesi hoşuna gitmişti. Tıpkı kendisi gibi Amber da anlamıştı.

“Güzel tahmin küçük hanım. Peki, nerden vardın bu sonuca?”

“Luza yaklaşık bir, bir buçuk yıl önce baş öğrencilik sıfatını aldı. Onu ilk gördüğümde bile azizler ortaya çıkmıştı. Yeterince şüpheliydim. Ancak üçüncü ustanın yeteneğine de güvendiğim için sesimi çıkartamadım. Ayrıca azizleri saklamak zorundaydım. Ani bir müdahale dışında fark etmişsinizdir, savaş alanında bile gözlerden gizli ve dikkatli durmaları emrini vermiştim.”

Onu cevaplayan Rabi oldu.

“Başkalarının varis olduğunu bilmemeleri daha iyi zaten şimdilik... Ancak üçüncü ustanın gözü tamamen karanlığa kapılmış birini göremez... Yani Luza tahminen saraya gelmeden önce bile kâhinin uşağı olmalı. Tabi bu sadece bir tahmin... Eğer ki Luza değil de bir başka hain varsa, çözülmesi çok zor bir sorun olacak.”

Zess bu çocukları seviyordu. Açıklamasına gerek olmadan anlayabiliyorlardı. Gittikleri güzergâh hakkında düşünmüş olmalarını ve bu kadar çabuk tahmin etmelerini beklememişti.

Baş öğrenciyi doğrudan öldürmenin ne kadar zor ve aptalca olacağının farkındaydı. Çünkü baş öğrenci eğer sunak nehrine gerçekten itaat ediyorsa ruhu nehre sürülecekti. Bu durum daha tehlikeli olurdu. Çünkü öldüğü takdirde onun tüm bilgileri nehrin eline geçebilirdi.

Yer dibi sarayının duvarlarındaki mühürler onun konumunun, değil büyü ile haber edilmesi, konuşulmasını dahi engelleyecek büyük bir büyü taşırdı. Bu yüzden şimdiye kadar kâhin bu sarayın yerini öğrenememişti. Ancak nehre sürülen ruhun hafızası, sunak nehrine ulaşabilirdi. Bu takdirde tüm sırları kâhinin elinde olurdu. Bu nedenle baş öğrenciyi öldürmek yerine canlı ele geçirmelilerdi.

Yer dibi sarayının konumu büyü ile korunmuş olsa bile dışarıda serbest dolaşan ayrılıkçılar için aynı şey söz konusu değildi.

Güvendiği biriyle konuşması gerekiyordu. Onlar için işlerini kolaylaştırması gereken biri lazımdı. Ve tabi ki Zess bu iş için en uygun kişiyi biliyordu.

Baş öğrencinin sunak nehrinin kölesi olduğunu, herkesin önünde kanıtlamak gerekiyordu. Ancak bu zor olacaktı. Yer dibi sarayındaki uçarı davranışlarından ötürü, Rabi de Zess de pek sevilmezlerdi. Sadece açıklama yapmak, güven kaybetmek olurdu. Dahası basit bir inkârda baş öğrenciye inanacakları barizdi.

Fırçasını çıkararak yakınlardaki bir arkadaşına durumun acilliğini iletti. Gelirken gizlenmesini de söylemeyi ihmal etmedi. Arkadaşı hemen yanlarına gelmişti. Kıyafetlerinden bariyer sahibi bir ustanın baş öğrencisi olduğu hemen anlaşılıyordu.

Zess azizleri görmeyince ona güvenebileceğini anladı. İlksel ile kısa bir konuşma yaptı. İlksel de elinden geleni yapacağına dair söz vererek hemen kendisine söylenen yere doğru yöneldi.

Nihayet ertesi gün üçüncü ustanın evine geldiler. Zess kapıyı sakince çaldı. Şifreyi işittiklerinde üçü de sembollerini gösterdiler.

İki tane yeşil (9. Ustanın-ihtiyarın rengi) bir tane de sarı halka (4. Ustanın-Eranor’un yerine geçen mühür ustasının rengi)... Gülümseyen gözlerin ardından üçüncü ustanın mavi halkasına sahip öğrenciler onlara ilk merhabalarını verdi.

Nazik hizmetkârların ardından büyük salona alındılar. Onları karşılamak için gelen baş öğrenci olmalıydı. Kibar bir şekilde ismini söyledi ki, bu ustalar ve baş öğrencilerle, yüz yüze yapılan görüşmelerde nezaket icabı gerekliydi. Önce biri isimleri söyler sonra diğeri tekrar ederdi. Nezaket icabı olması gereken hoş bir kural... İçeri girdiklerinde odanın bir köşesinde İlksel onları hazırda bekliyordu. Luza’da onlara doğru yöneldi,

“Merhaba dostlarım. Ben Luza. Sizleri burada görmek benim için şereftir. Dün de ilginç bir şekilde İlksel dostumuz beni ziyaret etti. Onun yanında konuşmamızda bir sorun yoktur umarım. Bu şerefi neye borçluyum acaba?”

“Luza ve İlksel sizleri görmek bizi de onurlandırdı. Doğrusu bir başka baş öğrenciyi görmeyi beklemiyorduk. Tedirgin duruyorsunuz? Ziyaretimizden şüphelenmeniz için bir sebep mi var acaba?”

İlksel gülümsedi. Tıpkı Zess’in dediği gibi. Luza onları beklemediğini, hemen belli etmişti bile. Muhtemelen verdiği güzergâhta olmalarını istiyordu. Hızlı ve dikkatli hareket ettikleri için de onları izleyememişti.

İlksel kâhinin oldukça mantıklı düşündüğünü fark etti. İşlerini gizliden yürütmek akıllıcaydı. Rütbeliler ile doğrudan saldırsaydı, Yer dibi Sarayının bulunup yok olması çok zaman almazdı. O büyük güçlere sahip büyücüler, her zaman hızlıca sorunu kökünden çözebilirdi. Ancak halk arasında bu isyankârları kahramanlaştırır ve büyük bir gürültü kopmasına neden olurdu. İşleri gizliden çözmek daha kolaydı.

Zess oldukça rahattı. Luza’nın surat ifadesinden anladığı kadarıyla, onlar gelmeden önce İlksel onunla konuşmasını doğru yapmıştı. Luza’dan şüphelendiklerini yeterince belli etmiş olmalıydı. Zess

“Sahi? Üçüncü usta neredeydi? Onu görmeyeli epey zaman oluyor. Doğrusu dedem olan ihtiyar onu çok severdi.”

Luza nazik bir tavırla konuştu.

“Ah dostum... Üçüncü usta bir yıldır o kadar rahatsız ki... Kimseyle konuşmasına şifa mühürcüleri izin vermiyor. Yanına sadece arada sırada ben girebiliyorum. İhtiyar?”

Zess inanmaz bir şekilde kaşını kaldırdı.

“Doğrusu dokuzuncu ustanın bir torunu olduğunu duymuştum. Ondan bahsediyor olmalısın. Saygısız olduğundan bahsetmişlerdi.”

“Ne duydun Luza? Ya da kimden duymuştun?”

Konuşmaya İlksel de katıldı.

“Üzgünüm Zess ama... Sanırım Yer dibi sarayındaki herkes bunu biliyordur.”

İlksel gülümseyerek yalan söylemişti. Baş öğrenci olabilmiş birinin bu kadar komik bir hatayı yapması gülünçtü. Demek Zess’in torunu olduğunu da biliyordu. Hâlbuki Zess, ihtiyara bir torunu olduğunu söylemesine izin vermemişti. Çok az kişi bu durumu bilirdi. Kendisine de bu durumu birkaç gün önce yanına çağırdığı zaman söylemişti.

Zess tehditkâr bir sesle konuşuyordu. Luza ise kabuğuna çekilmiş ve sakin kalmaya çalışır bir şekilde cevaplıyordu. Köşeye sıkışmış olduğunun farkındaydı. Ancak ellerinde bir kanıt olmadığına güveniyordu. Zess suratını ekşiterek konuştu.

“Önemli bir sorunumuz var. O bunağa bu konuda neredeyse hesap sormalıyım. Tabi eğer...”

“Üçüncü ustaya hesap sormak mı? Dostumuz biraz haddini aşıyor galiba?”

“Soyumun ne kadar köklü olduğundan bihaber gibi duruyorsun. Dahası efsanevi usta olması muhtemel kişilerdenim, hem gücüm hem yeteneğim ile kendimi kanıtlıyorum. Dikkatli olsan iyi edersin. Yer dibi sarayı için hazırlıklı olmalısın. Ve asla aklından çıkartma. Ben, yani dokuzuncu ustanın torunu senin hakkındaki gerçekleri, gözler önüne sermekten, kesinlikle çekinmem.”

Tartışmalı bir ortam olurken Rabi’nin gözleri Amber’a kaydı. Eğer ki bu evde yapılmışsa saat mührü, bir şeyler hissetmiş olmalıydı. Kulağına hafifçe kendisiyle gelmesini söyledi. Rabi ile izin isteyerek bahçeye çıkmak istediklerini söylediler. Amber güldü, Rabi haklıydı. Saat mührü yapıldığı yerde de izler bırakırdı. Aslında neredeyse çıkması imkânsız izler bırakırdı. Bu aptal bu evde o mührü yapmıştı. Amber kendi ustası olan mühür ustalarından dördüncü ustayı bu eve çağırdı. Dahası bazı mühürler yapılmış olabileceğinden bahsetti. Haber iletilmiş cevap da gelmişti. Dördüncü usta derhal geliyordu. İzsürenler ile birlikte evi araştıracaklardı.

Ertesi günü baş öğrenci Luza, dördüncü ustaya hesap vererek geçirecekti. Sonraki gün Yer dibi sarayında sınavlar olmalıydı. Bu sebeple hepsi Yer dibi Sarayında olacaktı. Zess’in planı ne kadar etkili olurdu bilinmezdi. Çünkü korkup kaçması da mümkündü baş öğrencinin. Bu durumda onu yakalamak Yer dibi Sarayındakiler bu kadar yakın olduğu için çok kolay olurdu.

Zess bir hatalı konuşmanın işine yarayacağını düşünerek ustanın torunu olduğunu vurgulayıp durmuştu. İlksel’de Zess’in ihtiyarın torunu olduğundan herkesin haberi varmış gibi davranmıştı. Yeterince korkuttuğundan emindi. Korkak bir insan aptalca hatalar yapardı. Sadece kurtulmaya odaklanır, ayrıntıları atlardı.


İlksel de Amber gibi kendi ustasına durumu iletti. Luza’nın hain olabileceğinden ve dokuzuncu ustanın katili olabileceğinden bahsetti. Ancak bir farkla söyledi. Üçüncü ustanın ölmüş olduğunu atlayarak. Ve en kötüsü bir hain olduğundan ustasının da şüphelendiğini öğrendi. Çünkü yer dibi sarayında bir yıl içerisinde büyük bir kayıp olduğu haberi yeni gelmişti.

0 yorum:

Yorum Gönder