Bölüm 1
Kralın yanındaki güzeller güzeli kızına bakmaktan alamıyordum gözlerimi. Ben bir rütbeliydim. Bu yaptığım suçtan ötelere giderdi ve bu boynuma mal olabilirdi. Ancak onun benden uzak tutmadığı o cam yeşili gözleri, asla ölmeyeceğimi hissettiriyordu. O kadar merhametliydi ki prensesim, bu zavallı biçareden gözlerini esirgememişti.
Benim adım dilimizde güneş demektir. Hâlbuki o, benim tüm aydınlığımı gölgede bırakacak bir isme sahipti. Hisuar ki ne güzel bir isim. Dilimizde yedi kutsanmış demektir. Derler ki, o doğduğunda yere ve göğe hükmeden yedi tanrı onu elden ele dolaştırmış, her kucağına alan bir yetenek bahşetmiş. Prenses büyüdükçe güzelleşmiş ve tüm büyük kralların düşlerini süsler olmuştu. Yüce efendimizin gurur duyduğu kızı olmuştu.
Yemek masasında kadehler kralın onuruna kaldırılırken ister istemez ona doğru bakarak kaldırdım kadehimi. Hisuar da hayatım boyunca aklımdan çıkaramayacağım bir gülümseme bahşetti.
Büyünün bizi ölümsüzleştireceği düşüncesinin, yeni dillerde dolaştığı zamanlardı. Lods’lar ölülerinin kemiklerini ekleyerek şeytanları çağırıyor ve onları bize gönderiyorlardı. Masumiyetimiz ve adetlerimiz bizi korumaya yetmiyordu. Büyüyü daha güçlü kullanmak için çalışmalara başlamıştık ve bu halktan gizli tutuluyordu. Yasak ve saklı büyüleri araştırıyorduk. Aksi takdirde başımıza gelecek felaketin neler olduğunun farkındaydık.
Üstün bir insan ve üstün bir beden elde etmekte kararlıydık. Sınırlarımızı korumak için mecburduk da. Ancak çalışmalarımız sürekli başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Gece ve gündüz birbirini kovalarken sarayın rütbeliler odasından kavga sesleri eksik olmuyordu.
Yine gürültülü bir gündü. Büyümüzün ve ustalığımızın derecesine göre farklı renklerdeki cübbelerimizle büyük taş masa başında dizilmiştik. Silahtar büyük masanın bir ucunda sesini yükseltmiş, kendi bulduğu çözümden bahsediyordu.
“Kellemi masaya koymaktan çekinmiyorum ki dediğim yol tek yoldur.”
Dedi saçı sakalı birbirine karışmış silahtar. Küçücük gözlerine tezat olarak, suratının yarısını kaplayan, sivilceli burnu ile çok biçimsiz bir adamdı. Gözdağı vermek istercesine hiç yanından eksik etmediği altı başlı gürzüne attı elini. Kaba ve arsız sözlerine devam etti.
”Silahım üzerine yemin etmekten de çekinmiyorum. Senin aksine illüzyonist... Sözde bir yetenekten bahsediyorsun ama gücün o kadar vasıfsız ki beni güldürebilir ancak.”
Sadece dinlemekle yetindim. Ancak rütbelilerden bir başkası söze karışacak oldu. Sonra nezaketinden ötürü bekledi. İllüzyonist ise silahtarın gözlerine bir yılandan daha sinsi bakarak konuştu. Sesi bir tıslamayı andırırken kelleşmiş kafası hafifçe eğilmiş, yanındaki kendisinden oldukça kısa silahtarı göz hapsine almıştı.
“Şerefini ayaklar altına almak için bu kadar hevesli olmanı, tecrübesizliğine veriyorum silahtar. Drou’ların eş zamanlı baskınlarına doğrudan saldırarak hiçbir şey elde edemeyeceğimizi anlayamamışsın. Halen daha büyücülerimize bel bağlamak edepsiz ve korkak yönünüzü bir kez daha ortaya koyar nitelikte.”
Eline attığı gürzü kendisine doğru çektiğini gördüm silahtarın. Haddini bilmez sözler üzerine öfkelenmişti.
Doğrusu pis görünümüne rağmen onun burada olmasının, tek bir nedeni vardı çok iyi biliyordum. O gürz tarafından seçilmiş olmasıydı bu. Kadim silahının onu seçmiş olmasıyla övünmüş, kendi gücünden emin olmuştu. İşte bu yüzden, bu arsız adam rütbelilere kadar yükselebilmişti. Cılız olarak nitelendirdiği illüzyonistin önünde bu şekilde konuşması onu sinirlendirmişti.
İllüzyonist ise tüm krallığın korkulu bir kâbusuydu. Cılız ve hastalıklı bir görünüme sahipti. Çünkü büyüsü karşısındakinin kederini soğurmasına izin verirdi. Yıllar yılı kendine çektiği tasadan ve dertten bir süngere dönmüş kalbi, kan yerine zehir pompalar olmuştu. En beter dertleri düşmanının omzuna yükleyebilecek, kederli bir büyüye sahipti. Hiç olmayan bir acıdan emin bırakıp, terk etmesi onun rahatlamasını sağlardı.
Rütbeliler krallığın en güçlü büyücülerinden oluşurdu. Kimisi bariyer sanatında yol kat etmiş bilgelerdi, kimisi benim gibi mühürleri kullanabilen harikulade büyücülerdi. Kimisi de çok nadir görülen illüzyon kullanabilen yiğitlerdi. Bu üç büyüye sahip olanlardan bazısı benim gibi ya da gürzün seçtiği silahtar gibi kadim silah kullanıcısıydı.
Kadim silahlar oldukça özeldirler. Öyle gizemli güçleri vardır ki, bir kadim silahı normal bir silahla asla karıştıramazsınız. Bu özellikleri nedeniyle kendi sahiplerini de kendileri seçerler. Bazen sadece birine bağlanırlar. Sadece seçtiği kişinin kullanmasına izin verir bu silahlar. Bazen de bir ailede aynı kanı taşıyanların kullandığı olmuştur. Bu silahların bir kısmı sadece evcillenmediği zaman normal bir silaha dönüşür. Asla normal bir silahtan farklı özelliklerini gösteremez. Bazısı ise sahibinden başkasının eline geçtiğinde lanetten başka bir şey vermez.
Benim kadim silahım çalgımdı. Çalgım ailemden bana kalan tek yadigârdı. Büyükbabamın dediğine göre şeytan bir gece vakti kentin güzel kadınlarını çalmak istemiş. Onu durduracak kadar yiğit olan atam Neyrus da onun karşısına çıkmış. Neyrus, onu öyle bir dövmüş ki şeytan, kadınları kandıracağı çalgısını düşürüvermiş. Ve çalgı da büyük büyü gücüyle bana miras kalmıştı.
Toplantı ve tartışmanın ardından yine bir karara varılmamıştı bu gece de... Büyücüler ve rütbeliler birer birer terk ettiler salonu. Aklımda hep Hisuar vardı. Onu düşünmek tüm dertlerimden kurtarıyordu beni.
Sokaklarda biraz yürüyüşe çıkmıştım. Gökyüzü kara gök halindeydi. Bizler gökyüzüne hep farklı isimlerle adlandırmayı severiz. Yıllara hatta rüzgara bile isim vermişizdir. Ak gök, gök ruhlarının zaferlerini müjdelediği beyaz bulutlarla kaplı mucizevi bir gökyüzüdür. Kara gök ise gök şeytanlarının fink attığı gecedir. Gök ruhlarının yenildiği gecelerdendir. Böyle gecelerde rütbeliler olarak sokakları dolaşır, yolda bir uğursuzluk görürsek müdahale ederiz.
Ben en genç rütbeliydim. Yaşıma rağmen rütbemi almamın sebebi, kanımın soyluluğu ve ailemizin sadakat yemininden dolayıydı.
Bir dostum yanıma yaklaşmıştı. Terden ıslanmış alnını eliyle silerek konuşmaya başladı. Doğrusu yaptığı şey kendisini övmekten ibaretti. Hak ediyordu da... Büyük bir karışıklığı tek başına önlemişti. Cesaretini takdir etsem de yalnız gitmesinin aptallık olduğunu, ölebileceğini söyledim. O ise şu sözlerle cevapladı beni,
“Oğlum gençsin ama seni severim. Durgunsun, olgunsun. Dahası ailen hep saraya yakın olmuştur. Kahramanlar yetiştirmiştir. Bunu bilmen gerekirdi. Bir nakhanın koynuna girmeden ölmem ben. Doğrusu bir nakha da yetmez beni öldürmeye. “
Kof bir kahkaha koyuvermişti.
Nakhalar efsanevi yaratıklardır. Bir nakha üzerinde envai çeşit çiçekten elbisesi olan bir yer yarı tanrıçasıdır. Aslında tanrısal sayılır tek özellikleri güzelliğidir. Nakhalar yakınlarına bir erkek gelince masumca dizlerini büker, kendilerini teslim ederler. Ancak öyle bir zevk verirler ki erkeğin canını alırlar. Yine de ülkemdeki çoğu erkek bu şekilde ölmenin, güzel bir son olacağını düşünür.
Bizim öykülerimiz de böyle işte. Ağır toplumsal kurallarımıza taban tabana zıt... Belki fahişelerden uzak tutmak amaçlı uydurulsa da nakhalar için sunak yaptırmayı düşünmeyen erkek pek yok. Gerçi bir dönem varmış bu sunaklar, tapınaklar. Hatta tavernadaki kadınları nakha diye satmaya kalkışanlar bile olmuş. Halk bu durumdan bezer bezmez ve muhtemelen azizenin de baskısıyla kral tüm ülkedeki bu tavernaları kapatmış, fahişelik hatta resmi olmayan birlikteliği bile yasaklamış.
Azizlerin sözcüsünün kadın ve yetmez gibi de çok güçlü bir büyücü olması nedeniyle kadınların hakları arttıkça artmış. Civar ülkelerdeki birçok şey bizde yasak. Birden fazla evlilik de dâhil.
Yine de hizmet sever bazı evler vardı. Bunların üst düzey zenginlerin keyifleri için açıldıklarından eminim. Ölüm cezasını göze alan bu evler de tehlikenin büyüklüğü ile orantılı ücret alıyorlardı. Bir rütbeli olarak gördüğüm yerde onlara son vermek de benim görevlerimden.
Neler olduğunu dahi anlamadan soluğumu sarayın bahçesinde almıştım. Ayaklarımın beni buraya getirmesinin nedeni prenses Hisuar’ın bazı geceler odasının geniş balkonuna çıkıyor oluşuydu. Balkonun yan tarafındaki geniş merdiveni takip ederek bahçeye inivermesine şaşırmıştım. Yanıma doğru geliyordu prensesim.
Ben aşk sarhoşu halimle asla yapmamam gereken şeyi yapmaya kalktım. Prenses Hisuar’a bir şarkımı dinletmek hatasını yaptım. Onu daha fazla görmek için, sadece biraz daha yanımda durması için çalgımın sesine izin verdim. Ancak o kadar düşük bir büyü kullandım ki prenses istediği vakit benden vazgeçebilsin istedim. Kendi canı daha önemli olduğu zaman beni unutabilsin istedim. O ise yanan gözlerle bana bakar oldu.
Bu nedenle kendimi asla affedemeyeceğim kaderimiz başlamış oldu. Dinlemek isterseniz buyurun yaklaşın, ortak olun derdime. Onu ilk nasıl sevdiğimden lanetimize kadar dinleyin öykümüzü...
Ozanların Şarkısı Bölüm 1