Sigarasından bir nefes daha çeken bilim adamı endişeyle ilk yazıta
bir kez daha baktı. Zavallı kadın... Vazgeçilen kadın... Kendini feda
ettikleri, onun öğütlerini dinleyeceklerine, şeytanın diz çöktüğü sunak nehrine
itaat ediyorlardı. Ve kendi günahlarıyla tekrar lanetleniyorlardı. Boş yere
harcanmış bir hayat...
Mavi dumanlar başının üzerinden
yükselirken, bir kez daha okudu kadının son sözlerini.
“ “Bu köyü korumak için feda edeceğim
bedenimi ve ruhumu. Sizin günahınızı üstleneceğim.
Ancak parçalarım duracak burada. Hayat
verecek başkalarına. Onlar ölene dek yaşayacaksınız sizler.
Her seferinde yeniden doğacak
parçalarım... Bana hayatlarınızı borçlu olacaksınız... Gün gelince alacağım her
kaybettiğim yaşamı sizden.”
Masumiyeti ve kaderi ağlattı gökyüzünü.
Bembeyaz bir kar yağdı gökten. ”
Kadını hayal etti bilim adamı. Küçük ağzı
ve güzel gözleriyle bir kurban... Krallığı devam etsin diye kendini feda eden,
dayanabileceği kadar dayanan fedakâr kadın. Bedenini ve ruhunu feda etmiş ancak
ölmemişti, ölememişti. İşkencesi devam etmişti. Gizli 700 yıllık ağacın
gövdesinde bir aynaya dönüşmüştü kadın. Parçaları bin bir yere saçılmıştı.
Ancak umudu o ağacın içinde bir berrak, kristale dönüşmüştü. Parçaları dağılmış,
gözyaşı kadınlara hayat vermişti. Gözyaşları tahtta hak sahibi olacak kadar
temiz kalbe sahip olduklarını gösteriyordu.
Kör çocuk da küçükken kristali görmüştü.
Kâhinin ve nehrin onu öldürmek istemesinin başlıca sebebi de buydu. Sunak nehri
o çocuğu görür görmez hissetmişti, vazgeçilenden bir parça taşıdığını. Zavallı
küçük bir çocuk... Annesini kaybetmesi yetmez gibi... “Gerçekten de çürümüş bir
ülkeymiş.”
Geciken aptal yardımcısının görünmesiyle,
bitmiş sigarasını yere attı. Uzun boyuna ve geniş omuzlarına rağmen küçük
kafasıyla tezat yaratık ona iyice yaklaştı. Bu seferkinin de adını bilmiyordu.
Birkaç güne bu gençler, korkup kaçarlardı zaten. Gece kâbuslarıymış, lanet
söylentileriymiş... Buna inanan birinin bilim adına çalışması beklenemezdi ki.
Küçük kafalı konuşmasına tarihi yerlerde
sigara içerek ne halt ettiğini, nazikçe sorarak başlamıştı. Bilim adamı ise
eline aldığı ikinci sigarayla cevap verdi. Bunun yerine çekici birilerini
göndermelilerdi diye düşündü. Taze asistan, konuşmaya devam ediyordu. Bilim
adamı kafasını kaşıyarak yazıtın önüne doğru yürüdü. Sesindeki ukalalığı
gizlemeden konuştu.
“Eranor destanı mı demiştin? Onu sana
sadece bir kez açıklayacağım haberin olsun. Şu Fransız da sanırım öğlene gelir,
onunla sen uğraşırsın.”
Yardımcı şaşırdı. O kadar konuşmasının
hiçbiri dinlenmemişti. Uzunca bir süre Rusya’da kalmış bir Fransız’ın karışık
aksanı, daha bu sabah ilk kez okuyacağı yazıt... Bunlar bir yardımcının
başından kalkamayacağı şeylerdi. Gazetecinin konuşurken kullandığı kelimeleri
duyabiliyor muydu? Gazeteci falan değil etnik bir espriydi herif. Korkuyla
karışık öfkeyle cevap vermeye yeltendi yardımcı,
“Efendim. Ben düşünmüştüm ki...”
“Ha ne diyorduk? Eranor ki yedi krallığın
en büyük kanatlarına sahipti.”
“Ne diyorduk” cümlesi yardımcının aklında
defalarca yankılandı. Halen daha dedikleri umursanmıyordu. Beyni hızlı bir
adaptasyon geçirdi. Bir kez dinleyecekse ne varsa ezberlemeliydi. Ses kayıt
cihazı... “Kahretsin!”
Onun bu telaşlı, annesini kaybetmiş ördek yavrusu hallerini görüp
içten içe güldü. “Tecrübe, tecrübedir” diye düşündü bilim adamı.
-Kadim yazıt okuna dursun, büyük destanın gerçekleşeceği zamanda
kraliyet evinde savaş kokusu alınıyordu.-
Eranor'un güney kapısına geçtiğini öğrenmiş Lods birlikleri
harekete geçmişti. Lodslar asırlık düşmanlarıydı. Eranor'u küçümsemişlerdi.
Yaklaşık beş yıl içerisinde lanetli bir ordu toplamışlardı. Kendi verdikleri
isimle tanrı ordusu. Kâhine ulaşan haber ise Eranor’un ilk gördüğü küçük öncü
birliklerdi. Büyüyle gönderilmiş haber büyük köşkün salonunda korku
uyandırmıştı. Salondaki rütbeliler, seçkin valiler ve büyük yönetici sıfatını
elde etmiş kâhin arasında şu konuşma dönüyordu.
“Eğer sadece o kadar az birlik görülmüşse, bu o kadın için bir
sorun kesinlikle olamaz.” Dedi şişman olanı. O kadar kiloluydu ki yanındaki
çocuğun kafası kadar kalın bilekleri vardı.
Kâhinin gözleri bulutlansa da dikkatle masadakilere baktı. Bu
bakışlar üzerine, küçük bir erkek çocuğu görünümündeki büyücü, ciddiyetsiz
duruşunu düzeltmek zorunda kaldı. İki çürük dişine rağmen kemirdiği şekeri
bırakarak, kâhine masum bir bakış attı. Bakışının karşılığında çatık kaşlar ile
karşılaşınca görünüş büyüsünü bıraktı. Çok geçmeden kül rengi saçları ve
rütbeli giysisi ile düzgün bir görünüm almıştı. Sesini kullanabildiğini kontrol
etmek için, hafifçe öksürdü. Sonrasında ise soru sorma gereği duydu.
“Eranor için sorun olmayacaktır. Casuslar bunu neden bize daha
önce bildiremedi?”
Soruyu cevaplayan ise ürkerek kapının yanında duran haberci oldu.
“Hepsi ölmüşler efendim. Bir şey daha varmış. İnsan değillermiş.
Sanırım saldıranlar drou birlikleri.”
Valilerden birisi hışımla elini masaya vurdu.
“Lodslar yine mi Drouları kullanıyorlar? Değil Eranor’un, hiç
kimsenin gücü yetmez onlara. Onlar asla o kadar az kişiyle saldırmazlar.”
Diğerleri de homurdanarak destek verdiler. Durum korkutucuydu. Geçtikleri her
yeri yıkan Lodsların ülke sınırlarından geçmesi kabul edilemezdi. Kâhin yavaşça
elini sakalına dayadı. Ayağa kalkarak emrini verdi.
“Kraliyet büyücülerini ve orduyu gönderin, Eranor yarına kadar
dayanabilir ama sonrası için aynı şey mümkün değil.”
Kâhinin cümlesiyle her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı.
Kraliyet büyücüleri, rütbelilerden sonra en güçlü büyücülerden oluşurdu. Bu kadar
önemli bir kararın verilmesi herkesi korkutmuştu. Kâhin ise endişeli gözlerle
onları takip ediyordu.
Ağzı oldukça geniş, açık teni ve çilleriyle tezat derecede koyu
renkli dudakları olan bir vali, korkudan titremeyen elini salladı ve ağzını
açtı.
“Ben... Droular ile bir kez karşılaşmıştım. Yarım saat dayanamaz
her kim ne kadar güçlü olursa olsun!”
Oldukça karizmatik sese sahip çekici rütbeli ise çenesine dayadığı
elini, kendine göre hafifçe yanındaki valinin sırtına vurarak, onu yanıtlamakta
vakit kaybetmedi.
“Eranor tahmin ettiğinizden çok daha güçlü, şüpheniz olmasın.”
Az önce ciğerleri ağzından gelmek üzere olan vali tekrar söz aldı.
“Azul ne olursa olsun Era dayanamaz, bu imkânsız!”
***
Eranor öğrencisine döndü.
“Sana verdiğim mühürler... Onlarda uzmanlaştın mı?”
Küçük kız ellerindeki kâğıtlara baktı ve evet anlamında kafasını
salladı. Çantasından üç tane antik görünümlü kâğıt daha çıkardı. Kendisi biraz
arkaya saklanarak mühürlerini ve bariyerlerini hazırladı. 16 iğneyi surların altına
sapladıktan sonra kutsal sözleri söylemeye başladı. İğneler hafif bir ışıkla
silindi. Bariyerler çizilmişti. Eranor öğrencisine baktı ve bu kadar çabuk
öğrendiği için gurur duydu. İhtiyarın bu zeki çocuğu ilk getirdiği zamanları
hatırladı. Ne kadar büyümüştü. Ona doğru yaklaşıp ellerindeki taşları ve
mühürleri uzattı.
“Sadece seni görmelerini engelle. Gerisini bana bırak ve eğer bana
bir şey olursa saklan!”
Amber yine kafasını sallayarak karşılık verdi. Eranor konuşmasına
devam etti.
“Şunları görüyor musun? Bu gizleme mührüdür ve çok nadirdir. Bunu
kullanacak kadar gücün kalmalı. Eğer ki bana bir şey olursa kaçarken
kullanırsın. Hissedebiliyor musun? Bu taşların istediği güç hiçbir zaman az
olmadı. ”
Eski bir kâğıtta kızın ilk defa gördüğü yazılar vardı ve yanında
bağlı duran kehribar renginde üç tane taş. Bu büyü sadece görüntüyü değil,
zihni de gizlerdi düşmanlardan. Evet, Amber hissediyordu. Sırf mührü elinde
tutarken bile yakıcı gücünü hissediyordu.
Eranor o an için bir veda cümlesi düşündü ancak sadece eliyle
küçük kızın saçlarını okşayabildi.
Sonrasında ise yere eğilip iki elini kuma gömdükten sonra güçlü
bir nara atarak yerinden hızla fırladı. Onun ateşli ruhu beklemesine izin
vermemişti. Öğrencisinin yaptığı ikinci bariyerin, kalkan olduğunu gördü.
Yaralanmasını önlemek için basit bir kalkandı bu. Biraz güçsüz olsa da bu
Eranor'u memnun etti. Eranor hafifçe gülümseyerek düşündü.
“Beni bu kadar düşünmesi için ne yaptım?”
İlk drou ya vurmak üzere sağ elindeki orağını savurdu. İlk
sıçrayan kan yeterince tatmin etmemişti. Neyse ki yaklaşık üç yüz kişi olduğunu
görmüştü. Üç yüz drou. Sanki bitmeyecek gibi her yerden saldıran üç yüz drou.
Her iki elindeki oraklar hızla dönerken kesici uçları düşmana kesikler
atıyordu. Sapları ise sırtlarından vurarak kesikten organların dökülmesine
sebep oluyordu.
Eranor geçilmesi imkânsız muhteşem kadın olarak ün salmıştı. Amber
ona baktıkça gurur duyuyordu. Ancak küçük bir kız için fazla korkunçtu bu
sahne. Elinden geleni yapıyordu. Ona layık bir öğrenci olmak için
korkmamalıydı. Öğretmenini korumak için asla kaçmama kararı aldı. Eranor’un
emri ne olursa olsun bekleyecekti. Ustası için bunu yapacaktı. Emindi.
Eranor, Droulara geçit vermiyordu. Yerde kan birikintileri hızla
artıyordu. Amber kusmamak için kendisini zor tuttu.
Eranor kanatlarını çıkardı. Normalde asla orantısız güç
kullanmazdı. Kanatlar büyü gücünü ve savaş hızını arttırırdı. Ancak verdiği
olağanüstü güç, insan zihninin karanlıklarla dolmasına izin verirdi. Gücünü
kandan almıştı çünkü kanatlar. Melek kanadı gibi görünse de şeytanın
kanatlarıydı bunlar.
Eranor gözünün hemen yakınındaki buz kristalini gördü. Anlaşılan,
dalgınlığını fırsat bilen bir Drou ona çok yaklaşmıştı ve Amber buz mührüyle
Drouyu durdurmuştu. Eranor bu duruma sevinmemişti. Kızmıştı. Amber’ın kendisini
savunması demek güçsüz kalması demekti. Eğer ona bir şey olursa kızın
kaçabilecek kadar gücü kalmamıştı. Başka çaresi kalmamıştı. Ne olursa olsun
onları yenmeliydi.
Droulardan zaferlerini ilan eden, küstahça sesler yükseldi. Eranor
bile olsa bu yalnızdı ve onlara karşı yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Bu küstahlığın hiçbir şekilde altında kalmayacak biri varsa bu da
Eranor’du. Sağ eline hafifi bir çizik attı. Dirseğine gelen kanı, hızlı bir
hareketle gökyüzüne yarım ay olarak çizdi. Yarım ayın içerisine adını yazdı.
Kan mührüyle çağırma büyüsü aktifleşmişti. Çağırma büyüsüne itaat eden, Mühn
gelmişti.
Simsiyah, asil ve alev kırmızısı uzun yeleleriyle 4 metrelik bir
attı Mühn. Droular korkmaya başladı. Ancak bu kadar büyük olması Eranor'un
savunmasını zorlaştırıyordu. Ve dahası yaralanmıştı. Artık onun nereden
saldıracağını gören Droular kendilerine güvenmeye başlamıştı. Çünkü
arkalarından filleriyle Lods erleri geliyordu. Korkunç bir narayla tekrar
canlandılar Droular.
Eranor, aniden gözden kayboldu. Hiçbir Drou onu göremiyordu.
Amber’in kullandığı mühürdü bu. Gizlenme mührü. Eranor’un tehlikede olduğunu
düşünen Amber, son gücünü kullanıyordu.
Droular başlarına neler geldiğini anlayamadan birer birer
avlanıyorlardı. Her yerden kanlar sıçrıyordu. Ancak düşmanlarını
göremiyorlardı. Eranor’un ve Amberin birbiri ardına kullandığı mühürler
aktifleşiyordu. Her yandan farklı renkte ışıklar yansıyordu. Mühürlerin
aktifleşmesiyle derin çığlıklar duyuluyordu.
Ancak Amber gücünün çoktan sınırlarına gelmişti. Nihayetinde
gizlenme mührüne verecek gücü kalmadı. Eranor ona baktığında zavallı kızın
derin derin nefes aldığını görebiliyordu. Daha çok küçüktü ve bu mühürler onu
yeterince yormuştu.
Melek kanatları tüy gibi hafif olsa da en sert zırhları delecek
kadar keskindi. İki orağı, keskin kanatları ve Mühn ile hala devasa bir
canavardı Eranor. Gizlenme mührü sayesinde kendine gelecek vakti bulmuştu. Üç
yüz Droudan geriye sadece yaralılar kalmıştı.
Artık bitmişti. Kazanmışlar gibi gözüküyordu. Eranor zafer çığlığı
atamadan bir Lods girdi sahneye. Tek başına bir subay gibi görünüyordu. Eranor
şaşırdı. Subay kahkaha atarak ilerledi.
“Demek öncüleri hallettin Era. Senden beklenildiği gibi... Senin
burada olman bizi ne kadar eğlendirdi bilemezsin. Şimdi... Hazır olsan iyi
edersin.”
Lods subayın konuşmasıyla birlikte toprakta bir karanlık yürüdü.
İşareti alan binlerce drou ve Lods eri Eranor'a koşmaya başladı. Eranor
yalnızdı ve yaralıydı. Öğrencisinin ise gücü tükenmişti. Mühn yorulmuştu. Mühn
diz çöktü. Silindi ve kayboldu.
Eranor oraklarını yere attı. Droulardan zafer nidaları yükseldi.
Oraklar aşındıkları için keskinliklerini kaybetmişlerdi. Sırtında bağlı olan
keskinliği hayran bırakacak kılıçları aldı Eranor. Saldırı konumuna geçti.
Kılıçlar, mühürlerinin aktifleşmesiyle ışıldadı. Dev oraklara nazaran
kılıçların hafifliği ve kanatlarının verdiği hızla Drouların ortasına doğru
hücum etti. Düşmana doğrudan saplamak ona zaman kaybettirirdi. Bu yüzden onları
etkisiz hale getirecek şekilde bacaklara ve kollara saldırıyordu. Kanatlarıysa
değdiği yeri parçalıyordu. Çünkü Droular acı hissetmezlerdi. İyice
parçalanmadan durmazlardı. Doruları yenilmez yapan da buydu.
Artık daha zor nefes alıyordu. Subayı öldürmek savaşı
sonlandırabilir diye düşündü. Bir anlığına gökyüzünde daha yukarı çıkarak,
subayın bulunduğu yere baktı. Ona doğru saldırmak isterken Lodslar çoğaltma
büyüsü kullandı. O kadar çoktu ki mızraklar, gökyüzünü kararttı. Eranor
birkaçını savursa da göğsüne aniden bir mızrak çarptı. Dizlerinin üzerine
düştü. Droulardan zafer çığlığı yükseldi.
O yere düşerken, davul sesleri duyulmaya başlamıştı. Eranor aniden
dehşete düştü. Bir başka çağırma büyüsü mü? Işık kafasının arkasından yükseldi.
Amber’den geliyordu bu. Amber bu kadar yüksek bir çağırma mührünü nasıl
kullanabilirdi ki? Bu mühür saf kan gerektirirdi. Asırlık ailenin
bilinmeyenleri? Onlar burada mıydı? Nasıl olabilirdi. Öğrencisi? O kayıp varis
miydi?
Amber’ın mührüyle çağrılan dört aziz ışıkla süzülerek yanına
geldiler. Droular oldukları yerde kalakalmışlardı. Bunlar kayıp azizlerdi.
Hepsi birbirinden korkunçtu. Azizlerden birisinin dirseğinden saplanarak
göğsüne kadar geçmiş, yanan iki kılıç vardı. Birisi devasa bir köpek
şeklindeydi. Diğeri erimiş gibi havaya karışmıştı ve nerede olduğu yüksek
hızıyla fark edilmiyordu. Azizenin ise kafasına saplı bir toprak hançerin,
sadece çenesinin altında kalan sapı görünüyordu.
Elementlerin kayıp mühürcüleri... Yakaladıkları düşmanı kurutan
1.aziz, ateşin korktuğu 2.aziz, suların dehşeti 3.aziz ve toprağın itaat ettiği
4. azize... Eranor savaşırken bir yandan da zihnindeki sorularla uğraşıyordu...
Krallığın kayıp varisi Amber olmalıydı. Bunu kendisinden neden saklamıştı? Onu
buraya getiren ihtiyar gerçeği biliyor muydu?
Eranor kurucu azizlerin gücü karşısında dehşete kapıldı. Kendisi
kadar belki daha da fazla güçlülerdi. Lods subay bakarak kahkaha attı. Kibre
kapılan gözleri, azizleri görmemişti henüz.
“Şimdiden gücünün sınırındasın değil mi Era? Yıkıldığında seni
geçmek için burada olacağım”
Ancak kahkahasını ikinci aziz bozdu. İkinci aziz dirseklerindeki
kılıçları aynı anda çekti. Subayın başı toprağa karışırken bedeni yanarak,
siyah bir toz bulutuna dönüştü. Eranor bir süreliğine bile olsa gülümsedi.
Azize elini çenesinin altına sokarak, kafasına saplı hançeri hızla çıkardı ve
Eranor’un göğsüne soktu. Şifayı bu şekilde veriyordu. Eranor korksa da azizenin
doğal güzelliği ve nedensiz tanıdıklığı karşısında rahatladı. Yüzü topraktan
yapılmış eski bir heykel gibiydi. Eşsiz ve ürkütücü... Birinci aziz hızla
kaybolurken geçtiği yerde hayat ölüyordu.
Savaş, topraktaki kan kokusu iyice artana dek sürdü. Gökyüzü
karanlığa alışana kadar...
Ancak ne olduysa o karanlıkta oldu. Öğrencisinden gelen çığlıkla
arkasına bakan Eranor için hayat kısa bir süreyle durdu. Droular onları
nasıl... Nasıl geçebilmişti? Nasıl Amber’e ulaşabilmişti? Çığlıklar atarak
yasak büyüyü aktifleştirdi. Her yerden çıkan zincirler gökyüzünü kapattı. O
zincirlere dokunan öldü. Eranor parçalanmaya başladı. Önünde bir sürü ceset bırakarak
ölüyordu. Sonra Amber’in sesini duydu.
“Dur artık. Sen yaşa diye azizleri çağırdım. Ben iyiyim azizler
kurtardı beni. Kendini feda etme... Lütfen.”
Amber’in ağlayan sesini duymasıyla kendisini toparlayan Eranor
büyüsünü durdurdu. Zaten yaşayan kimse de kalmamıştı. Ancak bu yasak büyüden
sonra nasıl olur da kendisi hayatta kalmıştı? Kendi bedeninin parçalanmasına
dayalı yasak büyüyü kullanmıştı, nasıl? Yeşil ışıklar etrafında birikiyordu.
Eranor bayılırken Amber onu evine taşıdı. Yaraları iyileşirken
gelen kraliyet ordusu inanılmaz bir gerçekle karşılaştı. Tüm dorular ölmüştü.
Ve sadece söylenen gibi üç yüz drou değildi bu. Büyük bir orduyu bu kadın
durdurmuştu. Artık onun adına destanlar yazılır oldu.
Eranor uyandığında Amber’a seslendi. Her zaman koşarak gelen ve
“Usta bana bugün ne öğreteceksin “ diyerek gülümseyen kızın sesi ilk defa
yoktu. Öğrencisi kayıplara karışmıştı. Masanın üzerinde verdiği gizlenme
büyüsünü ve taşları gördü. Kraliyet ordusu onu tanırsa diye kaçtığını tahmin
edebiliyordu. Yönetimi kâhin ele geçirmiş ve tüm varisleri öldürmüştü. Biri
hariç... Kayıp kız. Yakalanırsa onu öldüreceklerini biliyordu. Yine de bu kadın
için terk edilmek derin bir acı bırakmıştı. Asla bahsetmeyecekti ondan. Bir gün
gelecekti öğrencisi.
Ancak kanatlarını uzunca bir süre kullanmıştı. Zihni karanlıkla
dolmuştu. Karanlık ona zamanla hükmetmeyi başardı. Öğrencisi gelmemişti. Onu
terk etmişti. Ve kim olduğunu da başından beri söylememişti bile. Ona başka ne
yalanlar söylemişti acaba? Sunak nehrinin verdiği kanatlar onu ele geçirdi.
Eranor artık kendisi değildi. Böyle olacağını Amber biliyordu. Sunak nehrinin
verdiği güç zehir gibi zihinleri karıştırırdı. Etrafında bakır çemberler
dönüyordu. Hafızasını yavaş yavaş yitiriyordu. Aklında sadece bir isim kaldı,
Amber...
Uzun bir sürenin ardından karşılaşacaklardı belki de. Kaderleri
onlara kanlı bir sahneyi sunacaktı.
Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 5