17 Aralık 2013 Salı

Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 7

BÖLÜM 7

Amber han odasının penceresinden bakma gereği duydu gecenin bir yarısı. O güzel Çingene kızı neden kıskanmıştı? Düşüncelere dalmak üzereyken bir karaltı fark etti. Perdenin arkasına saklanmak istese de onun tarafından görünmüştü. Camın diğer tarafında kumral bir genç, uzaklara doğru yavaşça yürüyordu.

Yan odadan ise bir diğer gencin, feryadı andıran sesleri geliyordu. Rabi’nin hatırlaması acı veriyordu ona. Dengesiz bariyerler böyleydi, acıyı katbekat arttırırdı.

Geçmişiyle yüzleşemeyen iki genç... Hatırlamak sadece Rabi için zor değildi. Anılarını kaybetmek belki de daha kolaydır diye düşündü Amber. Adımları açık kahve saçlı gencin ilk defa çaresizdi. “Acaba ağlıyor musun Zess?”

Merak içini kemirdi Amber’in. Hatırladı onunla ilk tanıştığı günü. Ona ilk defa gülümsediği gündü o...


“Seni kurtarıyorum değil mi? Bana hayatını borçlusun.” Bunu der demez sıcacık gülümsemişti küçük adam. Sonra yüzüne yapmacık bir öfke vermeye çalışarak,

”Ben beyaz kadınlardan nefret ediyorum. Ama sen sadece çocuksun. Sana bunu yapmaya hakları yok. Seni koruyabilirim. Korkma, arkama geç. Evet, gördün değil mi? Harika bir kılıcım var.”

“Ben de dövüşebilirim. Buz kullanabiliyorum, bak...”

“Aaa! Müthiş...”

“Gerçekten mi?”

” O zaman aptalsın sen. Sana eziyet ederlerken hiçbir şey yapmıyor muydun yani? Aklından zorun mu var senin?”
Nasıl unuturdu onun o sözlerini? Güven veren gözleriyle gülümseyişini. Kullanamasa bile yanından ayırmadığı kılıcını. O çocuğun son sözü ise net olmuştu. Ve hayatını değiştirmişti.

“Seni ihtiyarın yanına götüreceğim. O sana yardım eder. Ama unutma, sana yardım etsem de senin gibilerden nefret ediyorum.”

Yine de boynuna sarıldığını çok iyi hatırlıyordu. “Korkma” Ağlamasın diye sıkıca tutmuştu sonra elini. İlk defa birini gerçekten yanında hissetmişti.

O gün de gözyaşı olduğunun anlaşıldığı bir gündü. Azizleri görünür kılmak istememişti. Azizlerin daha fazla öldürmesini istememişti. Onu taşlayan çocukların ardında hızla Zess gelmişti. Sıcak bir şekilde gülümsemiş, onu koruyacağını söylemişti.

Abiden fazlasıydı onun için. Yapayalnızken ona umut vermişti. Amber ise her gittiği yere ölüm getirmişti. Kimisi azizleri görerek kaçmıştı, kimisi ise onu kahine satmak istemişti. Göçebe bir hayat sürmüştü, ta ki direnişçileri bulana kadar. Direnişçiler olduğu her yer onun evi yuvası olmuştu. Onlar, kardeşleri akrabaları olmuştu. Ant içmişlerdi birbirleri için canlarını ortaya koymaya.

O düşlere dalar gibi hatırlarken Zess, inanılmaz derecede halsiz yürüyordu. Ay ışığı ve sokaktaki yaldızsar denilen lambaların ışıkları hafifçe bedenini aydınlatırken, kalbi kederle kararmıştı.

Zess yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Aklında ormandaki o gece geldi. Ağzında o ilk yediği tokadın sızısı. Kalbinde bir boşluk... Ailesinin öldüğü ve kendisini kurtaran ailesinin son mührü... O gece onu kaçıran dedesi ve ormandaki konuşmaları.

Kafasını kaldırıp bakacak oldu. Pencerenin birinde karanlığın dokunuşları, diğerinde onu izleyen güzel bir kadın suratı... Sadece hatırlamak istedi. Matem dolu bir geceydi.


-Zess'in ailesini baskında kaybettiği ve dedesi tarafından kurtarıldığı günün gecesi...-


Hiçbir şey gelmemişti bile elinden. O sadece çok küçüktü. Kabul etmek istemese de güçsüzdü.

“Seni asla affetmeyeceğim. Asla. Duyuyor musun? Nasıl burada  durabiliyorsun? Dokuzuncu usta değil miydin? Neden intikamlarını almıyorsun? Neden ailemi benden aldılar, neden? Neden onlar yaşamak zorunda?”

Dedesine ne kadar bağırsa da küçük çocuk, o dediği şeyi reddediyordu. İntikam almak istemiyordu. Ailesini öldürenler, sadece birer kuklaydı. Köleleşen birinin iradesi olmazdı. Ruhları elinden alınmış zavallılar. Onların bir suçu yoktu. Ancak sunak nehri yıkıldığında bitebilirdi bu kâbus. Ancak kâhinin ölümü temizleyebilirdi bu karanlık hükümleri.

Torunu onu hiç anlamıyordu. Kendisi de gitmek istiyordu. Torunu o kadar öfkeliydi ki nerdeyse sunak nehrinin sevdiği bir karanlığa yakın acıyı taşıyordu. Ya hissederse? Ya torununu, o kan dolu nehir isterde? Öfkeyle öldürmek sadece ruhları sunak nehrine armağan ederdi. Sadece nehrin aç canavarın beslerdi. Bunu yapmaya başlayan insanı nehir hissederdi. Gücünü beğenirse kendine katardı. Kendi kölelerinden biri yapardı ve o kişiye güç verirdi. Torununun sonunun bu olmasını asla istemiyordu.

“Beni anlayacaksın. İstediğin şey kurtarmak olmalı, öldürmek değil. Dedene bu şekilde davranma. Yaklaş bana.”

Kollarını torununa doğru uzattı. Sıcacık ve özlem kokan elleri ona dönüktü, sarılmak istiyordu. Ama çocuk bu iyi niyetle uzanan kolları itti,

“Dede mi? Sen ne babasın ne de bir evladın var. Dur! Sakın! Sakın bana dokunayım deme! Senden ve o koruduğunuz beyaz sürtüklerden nefret ediyorum. Öldürmek istiyorum. Yansınlar istiyorum. Öldüreceği-”

Elini tehditkâr bir şekilde alnına dokunduran çocuk ve suratında ilk defa dedesinden yediği tokadın izi...

Son kelimesini tamamlayamadan, ihtiyarın tokadıyla sarsılan zavallı bir yetim. Tekrar açılmış yarasının olduğu dudağından, yavaşça süzülen kan... Çığlık çığlığa ölen, acı çeken ama elinden hiçbir şey gelmeyen küçük kalp... Bağırdı dedesine, bağırdıkça nefreti artarken.

“Kahretsin. Sen gitmeyebilirsin ama ben gideceğim. Unutmayacağım. Sana asla dede demeyeceğim. Her ne olursan ol. Benim akrabam olduğunu hiçbir kimseye söylemeye kalkma. Seni affetmeyeceğim. Benim için sen... Asla... Bundan sonra...”

“Bu gücünle ne yapabilirsin? Ne olduğunu sanıyorsun? Benim evladımı benim acımı anlayabileceğini mi sanıyorsun?” çocuk ona bakmadı bile suratını çevirdi hırsla. Yaşlı adam içi yanarken torununa bir kez daha seslendi,

“Gidersen ölürsün.”

“Öyleyse ölürüm. Senin gibi korkak bir yerde saklanmam. Senin acınmış... İntikamlarını bile almadığın annem ve babamın acısı mı? Yoksa bana attığın tokadın acısı mı? Senin senden başka kimsen yok ihtiyar. Lanet olsun! Bırak beni. Bırak...”

Zoraki bir çift kol dolanırken küçük çocuğa, gardı düşüverdi çocuğun. Gözyaşlarını tutamadı daha fazla. Hüngür hüngür ağlarken lanet okumaya devam etti çocuk. Neden o olmalıydı? Sadece o beyaz sürtüklerin suçuydu bu. Asla affedemiyordu onların yüzünden ailesi öldürülmüştü. O çok sevdiği fırıncı yüzünden, korudukları pislikler yüzünden. Bu aptal ihtiyarın, beyaz kadınlara yardım etmesi yüzünden... İhtiyarsa diliyle dişinin arasında torununa fısıldadı.

“Üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm.”

Ailesi hep direnişçilerden olmuştu. Sunak nehrine itaat etmeyi reddeden ancak on yedi ölümlerden sonra işlerini gizli yürüten direnişçilerden. Sonra fırıncı iftira atmıştı. Gelen askerler direniş sembollerinden birini yakalayınca ailesini yok etmekten çekinmemişlerdi. Çok fazlalardı. Hayatında ilk defa bu kadar çok asker görmüştü. Ve ihtiyar... Bu kadar güçlü olmasına rağmen yetişememişti.

Ölmek istemişti çocuk. Her şeyden çok ailesiyle birlikte ölmüş olmak istemişti.

***

Düşünceleri onu geçmişine, ailesinin öldürüldüğü günün gecesine götürmüşken adımları hızlandı Zess’in. Amber meraklandı. Onu seyrederken merakına endişe eklendi. Onu takip etmeye karar verdi. Demir kolluklarındaki oymalara önceki akşam bilemek için çıkardığı hançerleri yerleştirdi. Tam kapıdan çıkacakken Rabi’nin sesi yükseldi.

“Saya... İnanmamalıyım... Güvenemem. Sözümü tutacağım.”

Amber bir süre donakaldı. Nelerden bahsediyordu? Kurduğu cümlede sadece bunları, sadece birkaç kelimeyi anlamıştı.

Hemen yan odaya girdi. Ateşine baktı Rabi’nin. Yanıyordu resmen. Dudakları kurumuş ve çatlamıştı. Zess onu bu halde bırakıp nereye gidiyordu? Hasta haline rağmen güzel bir yüzü vardı. Bu haliyle zavallı ve çaresiz görünüyordu. Azizleri çağırdı. Rabi’yi onlara emanet etti. Azize hemen ona şifa vermeye başladı.

Hızla Zess’i takip etti. Huzursuzdu. Saya mı? Aklında merak, kalbinde endişe vardı.

Zess sendeliyordu. Amber gizlice onun peşinden gidiyordu. Nereye gidiyordu bu çocuk? Sarhoş muydu?

Zess hızlandı. Büyüden beden alanın hızına yetişmek zordu. Amber hız mührünü ve rüzgâr mührünü birlikte kullandı. Rüzgâr mührüyle hava akımı yaratarak kendisinin fark edilmesini engelliyordu.

“Kahretsin bu da neydi? Kelebekler mi?” bir süre görüşünü kaybetse de kendine geldi. Neyse ki rüzgâr mührüyle kimse onu fark etmemişti. Bir kadın Zess ile konuşuyordu. Çingene kız! O dans ederken aniden bayılan ayakları yaralanmış olan kız. Etrafında az önce görüşünü kapatan mor, siyah kelebekler vardı. Kız ona sesleniyordu,

“Aslında başka biri gelmeliydi.”

“Neden buradasın, peki?”

“Hissettim diyelim. Sadece onun geleceğini hissettim. Sevgilimi göreceğim gün için burada bekliyordum.” Kız bunu söylerken Zess yan tarafına bakarak söyledi,

“Sana duyduğum bu duygu... Bu çok garip... İlk defa bir kadın bu kadar dikkatimi çekebildi sanırım.”

“Peki, eğer duyguların gerçekse... İspatla!”

Kadın utanmaz bir bakışla gülümsedi. Onu baştan ayağa süzmekle kalmamıştı. Amber saklandığı yerden hayretle dinliyordu onları. Kadının omzunda sakince dolaşan elini tutarak kalbine bastırdı Zess. Kadın istediğini elde etmişti.

“Bana zayıf noktanı hemen göstermeli miydin? Bu durumda hiçbir eğlencesi kalmayacak ama...”

Kadının eli eridi, pıhtı gibi mide bulandırıcı bir görünüm aldı. Amber hızla koştu. Durdurmuştu hançerleriyle Zess’e dokunmasını. Ama kadının eli eriyordu sanki. Eliyle birlikte ona dokunan hançerleri de değişiyordu. Hançerler durdurmuş olsa da Zess’in üzerine bir damla kan damlamıştı. Amber bunu fark etmedi.

Hançerini yere attı ama hançer kanla kaplanarak kadına doğru yöneldi. Bu el ya Zess’e dokunsaydı diye korktu Amber. Tuttuğu soluğu bırakırken rahatlamaya izninin olmadığını biliyordu. Zess ne yapıyordu? Neden dalgın bakışlarla kadını izliyordu? Nasıl olur da izin verebilmişti?

Cazibe mührü mü vardı acaba kadında? Göğsünün üzeri hafifçe açık bir elbisesi vardı ve tam da oradaki izi gördü. Evet! Cazibe mührüydü. Rabi, mühürleri kolaylıkla kırdığı için kız üzerine düştüğünde, hatta kızı taşıdığında bile etki etmemişti. Ama Zess etkilenmiş olmalıydı. Demek ki bu yüzden buraya gelmişti. Daha önce fark etmeliydi. Hız mührüyle kaçmalıydı, şimdilik. Rabi’nin yanına gitmeliydi. Kadının hedefi anladığı kadarıyla oydu. Azizlerin yardımıyla kızı rahatlıkla yenerdi. Bu sayede amacını ve onu kimin gönderdiğini anlayabilirdi.

Kadının kolu uzadı, kan pıhtıları bir kırbaçmışçasına korkunç bir hızla zikzaklar çizerek ilerliyordu. Ondan kaçarken Zess’i taşımak mümkün değildi. Zess’i yan tarafa sakladı, hızla bir kalkan kurmayı da unutmadı.

Yapabileceği tek büyü vardı. Diğer mühürlerin tıpkı hançerleri gibi kadının bedeniyle birleşme ihtimali vardı çünkü. Element bedenleştirmeyi kullanacaktı. Azizlerden ve büyük ustalardan başkasının bilmediği yöntemdi bu. Bedeni her hangi bir elemente çevirirdi. Ateş içerisinde belirsiz bir surete büründü. Alev alev yanan bir kadın güçlükle seçiliyordu.

Kadın kırbacını hızla şekilden şekle sokuyordu. Kâh o kan pıhtıları bir bir silaha dönüşüyor kâh tekrar şekilsiz bir bütün halini alıyorlardı. Amber ise kollarının şeklini değiştiriyordu. Onun silahına karşı koyabilecek şekilleri veriyordu kendine. Ancak bir türlü yeterince yaklaşamıyordu.

Kadın utanmaz bir şekilde ondan çaldığı hançerleri yaladı. Yüzü değişti, hançerlerin sahibesine dönüştü. Amber’e doğru dikkatle bakarken, yüzü tanıdık birine dönüşüverdi. Eranor’du bu.

Amber yüzünü önüne eğdi. Yere iki damla gözyaşı dökülüverdi. Çok özlemişti. Onu hiç sahip olamayacağı annesi yerine koyduğunu bilmiyordu ustası olan bu kadın. Ama vazgeçmeyecekti. Ayrılıkçıların söylediği şeyi biliyordu. Eğer onu öldürmezse ruhu asla özgür kalamayacaktı. Mecburdu... Demek o Çingene kız başından beri mühürlerin en büyük ustasıydı. Öyle miydi acaba? Yoksa sadece biçimini mi değiştirebiliyordu?

Bedenindeki ateşin onu reddetmesiyle kendine geldi. Element bedenleştirme kullanan kişinin sağlam karakterinden ve ruhundan beslenirdi. Kararsızlığından ötürü büyü bedenini reddetmişti. Eranor’u gördüğünde zayıflamıştı gücü çünkü. Direncini kaybeden kişi, bu büyüyü kullanmaya layık değildi. Çaresiz hissediyordu kendini.

Kadın ona yeterince yaklaştı ve boynuna doğru hücum yaptı. Elleri bir pençe şeklini almıştı. Ancak onun ellerini birinin kolu durdurdu.

“Demek bu kadarmış yeteneğin. Ucubelerden nefret ediyorum. Amber, arkama geç!”

“Zess?”

Önünde aniden beliren kişinin Zess olduğu kesindi. Kafasını yana çevirdi. Zess orada baygın uzanıyordu? Nasıl olur da iki yerde birden olabiliyordu? Kendisini çoğaltmak mı? Bu nasıl olabiliyordu? Dört azizden su azizi de iki bedene sahipti acaba? Acaba Zess de mi aynı yeteneğe sahipti? Yoksa bu sadece bir illüzyon muydu?

“Sanırım yalan söylemişim. Kalbim en güçlü noktammış. Artık gücünü kopyaladığıma göre sen sadece kaybedecek bir zavallısın.”

Kadın Zess’in söylediklerinden korkmuştu. Gerçekten de normalde dokunduğu şeyi eriten kırbaçları onda etkisizdi. Zess rahat adımlarla ona doğru yaklaştı. Kızın ise şekli değişti, o çingene kız haline döndü... Masum bir şekilde gülümsedi. Amber şaşırdı yine o garip güven duygusunu hissediyordu.

***

Azizler Amber’ı hissederlerdi. Başının dertte olduğunu biliyorlardı. Ancak verilen emirden dolayı kıpırdayamıyorlardı. Toprak azizesi Rabi’yi tedavi ediyordu. Amber’ın yanına yetişmek için kendi büyü gücünü ona aktarmaya başladı. Bu gencin acısını dindirecek, onu uyandıracaktı.

Rabi, yerinde doğruldu. Kendine gelmişti. Rüyanın devamını hatırlamıştı. Ama halen daha çok bulanıktı. Saya’yı gördüğünden emindi yani o Çingene kızı. Bir kadınınsa sesi kulaklarından çıkmıyordu.

“Neyin doğru olduğunu biliyorsan onu yapmalısın Rabi. Sana inanıyorum.” Saya mıydı bunu söyleyen? Neden net olarak hatırlayamıyordu? “Ona güvenme!” Sanki başka birisinin daha sesini duymuştu. Anlam veremiyordu.

Gözü sızlamaya başladı. Kahretsin. Ne oluyordu?

Amber ve Zess’e doğru gitmeleri gerektiğini söyledi azizler. Daha iyi hissediyordu. Ancak ne kadar hızlı olsalar da vaktinde ulaşamayabilirlerdi. Hava azizi bu konuda onlara yardımcı oldu. Yeterince yaklaştıklarında, kendilerinin geldiklerinden habersiz üç kişinin konuşmasını duydu. Zess, Amber'in önünde durmuş korkunç gözlerle Saya'ya bakıyordu. Saya diz çökmüştü, o kadar masum konuşuyordu ki, yavaş yavaş her kelimesini hissederek ve içten,

“Lütfen efendim. Dediğim gibi, ben sadece sevdiğimin iyi olup olmadığını öğrenmek istiyordum. Gerçekten güçlüsünüz, sizin yanınızda güvende olacaktır. Sizi sınadığım için üzgünüm ama emin olmalıydım. Güvenemezdim, onun yalnız olmasından korkuyordum. Şükürler olsun ki sizin gibi güçlü dostlara sahip.”

“Sen neler saçmalıyorsun?” der demez Amber delirmişçesine mühürlerinden birini ona doğru savurdu. Rabi kızı kendine doğru çekti. Bu ikisi savunmasız bir kızı öldürmeye mi çalışıyorlardı? Rabi kızın önüne geçti. Kız acınası bir sesle özür diledi,

“Hayır efendim. Beni gerçekten yanlış anladınız." sonra Rabi’ye dönerek sordu,"Rabi... Beni tanımıyor musun?”

“Sadece, zihnim çok karışık... O kadar yakınsın ki bana... Ama.”

Kız arkasını döndü gidecek oldu. Ancak son kez baktı Rabi’ye, “Adımı bile bilmiyor musun?” Rabi durakladı. Emin olamadı. Kızın gözleri doldu, öyle bir masumlukla baktı ki gören herkesin kalbi derin bir sızı ile doldu. Sonra gözyaşlarını saklamak istercesine kafasını önüne eğdi. Hüzünle fısıldadı, ”Görüşürüz Rabi...” Rabi bileğinden tutarak kendine çekti. “Saya. İsmin bu mu?” kız evet anlamında başını salladı.


Kız ağlayarak uzaklaştı. O kadar çabuk gözden kayboldu ki... Azizler de kendi aralarında konuşarak silindiler. Rabi hiçbir açıklamayı kabul etmedi. Sadece onu bitmeyen bir acıyla seviyordu. Saya...

0 yorum:

Yorum Gönder