6. Bölüm
Kahin bir gece daha aynı rüyayla uyandı. Aklında yeniden canlanan
bir korku vardı. O kör velet! Öldüğünü sanıyordu. Sinirlendi. Nerdeyse yirmi
yıldır iz sürenlerin göremediği, ölmüş sanılan kör çocuktan haber gelmişti. İz
sürenler bu kadar yılın ardından, küllere tekrar dokunduklarında onu
hissetmişlerdi. Baskına ondan habersiz gidilmiş ve başarısız olunmuştu. Bunları
düşünüyordu, nasıl olup da onun sadece nadir zamanlarda göründüğünü
düşünüyordu. Yerini bulmak için defalarca uğraşsa da onu bir türlü bulamıyordu.
Duvardaki ateş saatine baktı. Mumun
bitmesine üç çizik kalmıştı. Sabah olmasına üç saat vardı.
Neden onu küçücükken oracıkta öldürmemişti
ki? Neden o kadar yüksek bir büyü kullandığı halde o cılız çocuk ölmemişti?
Bağırarak elini yatağının yanındaki küçük ahşap masaya vurdu. Masanın üzerindeki gümüş süslemeli su bardağı sallanarak yere yuvarlandı. Ve bardak yere dökülürken, zemin ay ışığını yansıtan su damlaları ile aydınlandı. Suyun dökülmesiyle fal kartlarının derisi kabarırken, ışık tek bir kartı gösterdi.
Altın güllerle çevrili karalara bürünmüş
çizimleriyle en korkutucu karttı bu. Atının üzerindeki siyah zırhıyla ve
iskeletten parçalanmış bir bedenle siyah süvari resmi... Tek bir şeyi işaret
ederdi, mutlak ölüm.
Kâhin öfkeliydi. Gece vakti pardösüsünü
alarak kimseye görünmeden saraydan çıktı. Hızlı ve dikkatli adımlarla yürürken
etrafta kimse olmadığından emin olmaya çalıştı. Kutsal sözleri sıralayarak
meydanın altındaki, sadece rütbelilerin bildiği geçitlerden birini açtı. Kör
çocuğun izini sürmek için dikkatle sakladığı, küllerin bulunduğu üç küçük
çömlekten büyük olanı aldı.
Annesinin külleri, çocuğun bulunmasını
sağlıyordu. “Anne olarak utanç duyulacak bir günah işliyorsun değil mi
muhafız?” fısıltısının muhafızın ruhunun duyduğundan emindi. Sunak nehrine
kurban edilenlerin ruhları bu dünyayı terk edemezdi. Nehre köle olarak zavallı
bir arafı yaşarlardı. Küstah bir gülümseme kapladı buruşuk yüzünü. Acımasız
çizgilerinin gölgeleri hareketlendi teninde.
Geçidin gizli odalarında iyice ilerledi.
Meydanda ufak bir havuz vardı. Suyunu sunak nehrinden alırdı. Gizli odalardan
birinde bu su devam ederdi. Ona elini dokundurdu. Sunak nehrinden hafif bir
inilti duyuldu. Nehir onu çağırıyordu.
Ay ışığının sudaki aksi, böcekkabuğu
rengini aldı. Ve kâhin gözden kayboldu. Nehir onu gizledi ve kalbine götürdü.
Ormanı aşmıştı çoktan kâhin. Mavi yapraklı çiçeklerle bezeli nehir
yatağındaydı. Şelalenin düştüğü yer ile toprağın sert yüzünün kesiştiği yere
geldi. Adımlarının iz çıkardığı toprak, onu çoktan tanımıştı. Ayın en çok
aydınlattığı yerde durdu. Sordu o çocuğu, sunak nehrine. Ne yapmalıydı?
Nehir adağını istedi. Elindeki beyaz kadın
külleriyle dolu çömleği attı nehre. Küller siyah yerine, kan kırmızı bir renk
verdi. Kan hareketlendi. Bir kol ve bir baş çıktı nehirden. Biçimsiz bir yarım
insan oturdu yanına. Konuştu, ağzından kan pıhtıları saçılırken.
“Öleceksin ve yardım istiyorsun. Kalbini
görebiliyorum. İstediğimi yaparsan onu öldüreceğim. Ama o benim olacak. Benim
açlığımı doyuracak.”
Kâhin yalvardı, diz çöktü, “Ne istersen
yaparım. Öldür onu, daha fazla güçlenmeden.”
Nehirden sesini alan, biçimsiz et yığını
yine konuştu. Her cümlesi bir öğürme sesleriyle bitiyordu.
“Bana bir beden ver. Ben nice yıllar
ruhlarla beslendim. Beslendikçe bir ruha dönüştüm. Acılarını durdurabilirim.
Bana bir beden ver, varlığım senin olsun. Onun varlığı benim olsun. Ama
herhangi birini değil, senin kanını istiyorum.”
Kâhinin gözleri korkuyla açıldı. Üç gün
bekledi. Üç gün kadar düşündü. Nehir her gece ona seslendi. Her gece istediğini
yineledi. Ve her gece onu bekleyen hazin sonu anlattı.
Kâhin nehrin dediklerini yaptı. Ertesi gün
kendi kanını kendi oğlunu nehre attı. Nehir, o bedeni parçalarken, mükemmel bir
fiziğe sahip masum yüzlü bir şeytan yarattı. Mutsuz ve tek taraflı bir aşk
doğacaktı. Âşık, sevdiği kadını ararken ölümüne yaklaşacaktı.
“Baba” dedi nehirden çıkan iblis.
Kâhin şaşkındı. Oğlu orada yoktu, onun
yerine bir kadın iblis duruyordu. İblis gülümsedi. Sonra korkutucu bir surete
büründü. Elleri kanla doldu ve kâhine sert bir tokat attı.
“Kim olduğunu sanıyorsun? Haddini bil!
Seni yemeliyim belki de... Minnettar olmalısın, yaşamana izin veriyorum.”
Kadının sesiyle beraber sert rüzgârlar
esmeye başladı. Mavi çiçeklerin yaprakları havaya karıştı. Kızın bedeni
parçalanan oğlana dönüştü ve tekrar nehre atladı. Kâhin kalbindeki acıyı
tutarak ilerledi. Kendi oğlunun da muhafızlar gibi güçleneceğini sanıyordu. Onu
kaybetmek istememişti. Adım atamayacak kadar halsiz hissetti kendini. Oğlu
ölmüştü. Kendi öldürmüştü. Vicdanını yokladı. Halen daha orda bir ses var
mıydı? Ona suçlarını söyleyecek bir ses? Bomboştu kalbi. Acısının gelmesiyle
kaybolması bir oldu. Yerini korkusu aldı. Korku tüm umutlarını çiğnedi. Geride
kalan bu bomboş kabuğu zamana terk etti.
***
Hızlı atlarla, genizlerindeki tozlarla
terk ettiler Nehren’i. Zess ile Amber bir yarışa girdiler. Hatta abartılı bir
yarıştı. Ortada büyüler savruluyordu. En sonunda Rabi ikisinin atına ters yönde
sürdü atını. Çok ilerlemeden iki şaşkın kafa döndü ona doğru. Cevap
bekliyorlardı.
“Ne? Kuyruk sökenlerin festivaline denk
gelmişken mi?”
“Daha neler? Sence vaktimiz-“ Amber itiraz
edecekken Rabi küçük bir çocuk gibi Zess’i gösterdi. Zess de kararını vermişti.
“İhtiyarın ruhunun burada bir yerlerde
eğlendiğinden eminim. Festivali çok severdi.”
“Çünkü eşinin içmesine izin verdiği tek
zaman buydu.” Diye cevapladı Rabi gülümseyerek. Amber, ihtiyarın festivali
sevdiğini bilmiyordu. Ona hep çok ciddi biri gibi olarak görünmüştü. Komik
anıları aklında canlanan Rabi devam etti.
“İhtiyar bir tek festivalde öğrencilerini
umursamaz, fırsatı değerlendirirdi. Sarhoş olurdu hem de ne sarhoş... Az mı
kayboldum onun yüzünden.”
Bu festival her ne kadar adını
Çingenelerden alsa da tüccarlar için fırsat kapısıydı. Bir sürü tezgâh açılır
ve yedi iklimin en güzel ürünler satılırdı. Normalde bir hafta sürse de havalar
güzel geçerse bir ay kadar sürdüğü olurdu. Bu üçünün de çocukluktan
hatırladıkları bir şeydi. Her sene ihtiyar mutlaka öğrencilerini festivale
götürürdü. Her sene arkasından nine kayıp öğrencileri aramaya çıkardı. Sanki
eşinin öleceğini bilirmiş gibi ondan iki ay önce ölmüştü.
Ellerinde tahta kaplarda içkilerini
içerlerken, bir tombul kadın şişteki helvalardan uzattı Zess’e. Bunlar
harikaydı. Halen daha hayat dolu insanlarla bir ateş başında dans etmek ve
çiçek kokularıyla geceyi geçirmek... Bu herkese iyi gelecekti. Ancak nedense
şişman kadın sürekli yanlarında bitiyor ve Zess’e yiyecek ya da garip hediyeler
veriyordu.
Amber, Zess ve Rabi gösteriyi izlemeye
başladılar. Zess ile Rabi dansta Çingenelere eşlik ederlerken Amber sırtını
yakındaki bir ağaca dayamıştı. Surat asıyordu. Zaman kaybediyorlardı. Ama
birazdan izleyeceği gösterinin değeceğini biliyordu.
Elindeki tahtaları birbirine dört kez
vurdu şefleri. Sonra teker teker vurduğunda herkesten aynı anda “hey” sesleri
yükseldi. Dans edecekleri yer özeldi. Üç tane farklı büyüklüklerdeki tahta pist
üst üste dizilmişti. En ortada derince bir kapta ateş yanıyordu. Tek ellerinde
uzun meşalelerle on kadar kadın atladı meydana. Eller aynı anda bileklere
vuruldu. Etekleri havada uçuşarak dönerlerken aynı anda ateşe daldırdılar
meşaleleri. El ve ayak bileklerinde tavus kuşu tüyleriyle havada uçuşan periler
gibilerdi. Yaylı çalgılara sahip kadınlar atladı yanlarına. Saçları özenle
çiçeklere bezenmişti.
Bir alt katta erkekler dans ediyorlardı.
Onların dans ritmi bayanlarınkinden daha yavaştı. Ve daha çok hayali bir savaş
senaryosunu canlandırıyor gibiydi. Ama eğlendikleri ve içtikleri sürece hiç
kimse kusurlarını umursamıyordu.
En üst katta ise bir kadın ve bir erkek
birbirine sarılmış, eğlenceli şarkılarını söylüyordu.
Amber birden kolundaki gülümseyen kızları
gördü. Dalıp gidiyordu ve Çingene kızlarından birisi onu çekiştiriyordu.
Diğerleri de kollarına yapışıp, onu zoraki bir odaya götürdüler. Tüm itirazları
boşunaydı. Onu zoraki giydirdiler.
Biraz sonra Zess’den ve Rabi’den aynı ses
yükseldi. “Vay.” Utangaç adımlarla yürüyen gerçek bir melek yürüyordu şimdi.
Çingene kız onun kolundan tutarak en üst kata çıkardı. Rabi ve Zess, onu
zırhından ayrı olarak ilk defa görüyorlardı.
Çingeneler her sene bir çifti seçer ve
onları ateşin yanında en üst katta oynatırlardı. Onlardan sonra diğer çiftler
de çıkardı sahneye.
Bembeyaz bir elbisenin içerisine zoraki
tıkıştırılmıştı Amber. Her zaman sıkıca bağlı olan saçları omuzlarından göğsüne
düşüyordu. Ayak bileklerine beyaz kuş tüyleri ve papatyalar iliştirilmiş hoş
ayakkabılarıyla harika duruyordu. Rabi’nin de kolundan çekmeleri üzerine Amber
ne olduğunu şaşırdı. En ortadaki çift seçilmişti. Çingeneler ikisini
yakıştırmışlardı ve eşleştirmişlerdi.
Şişman kadın yaklaştı ve Zess’e bir bakış
attı. Amber ve Rabi dikkat kesildiler. Zess in ona ters bir tepki vermesini
beklerlerken, Zess nazik bir şekilde teklifini kabul ederek öne atladı.
Gördükleri en komik çift olmuşlardı. Birisi uzun yakışıklı ama suratsız bir
genç adam diğeri ise kısa boylu, elma yanaklı, orta yaşlı bir kadın. Ama Zess
eğleniyordu. Her ne kadar kadının ağırlığıyla zaman zaman ayakları ezilse de bu
gece muhtemelen son eğlenceleriydi.
Kısa bir duraksamanın ardından Rabi,
gülümsedi ve partnerine saygıyla yaklaşarak başlamaları gerektiğini söyledi.
Amber’in güzelliğine rağmen yüzünün sol yarısının dövmelerle kaplı olması ona
bir soğukluk veriyordu.
Rabi ilk kez ona bu gözle bakıyordu ve
yüzünü incelemeye başladı. Saçlarının boynuna salınmasıyla dikkati çeken yüz
hatları aslında narin ve zarifti. Ne de olsa varisti ve kendinden önceki
kraliçelerden miras kalan saf bir güzelliğe sahipti. Elbisesini gölgede
bırakacak bir fizikle kollarında duruyordu. Rabi merakla sordu.
“Seni bir daha böyle görecek miyim?” Amber
dalgın bir şekilde gülümsedi. Etrafı kontrol ediyordu. Rabi o zaman anladı, o
kızın içindeki avcı asla uyumazdı. Ona bakıp gülümsemesine karşılık verdi.
Amber etrafta düşman olup olmadığını
hissetmeye çalışıyordu. Yaklaşan bir izsüren var mıydı? İstediği kadar yanında
olsa da çok uzaktaydı aklı. Ve huzursuzdu. Bir an için Rabi ona seslenince
baktı. Rahatlamıştı sanki. Bu surata gülümsemek yakışıyordu. Ancak içini tekrar
bir huzursuzluk kapladı Amber’ın. Adımlarını hızlandırdı. Rabi, dans konusunda
oldukça iyiydi. Amber de ona ayak uyduruyordu.
Onlar dans ederken, çok güzel bir kız, üst
kata çıkmıştı. Onun gelmesiyle birlikte azizler bir köşede belirdiler. Azizler
Amber’in tehlikede olduğunu mu düşünüyorlardı acaba? Amber gözünü kısarak bu
kızda bir kusur aradı. Ne bir silah ne de mühür vardı. Sadece masum bir surat
ve mükemmel bir fizikle, bir peri kızı dans ediyordu sanki. Anlaşılan etrafta biri
vardı. Belki de kız da onlar gibi takip ediliyordu. Kızın verdiği güven
duygusundan dolayı ondan hiç şüphelenmek aklına gelmedi.
Bir an için Rabi hayal gördüğün sandı.
Hayatında gördüğü en çekici kız yan tarafta dans ediyordu. Ona bakmaktan
kendini alamıyordu. Tanıdıktı, çok tanıdıktı.
En alttaki katta olan erkekler aralarında
birer aralık olacak şekilde indiler. Sonra aralara ikinci kattaki kadınlar
inerek, yerleşti. Çiftler içeride bir çember oluştururken, dışarıda ayrı bir
çember oluştu. Yaylı çalgılara sahip kadınlar ve davulları çalanlar ortaya
geçtiler. Müziğin ahengine uydular. Kalanları zıt yönde dönerek hareketleri
tekrarladılar.
Yeryüzünü gösterir şekilde toprağa
bakıyordu avuç içi, bereketi temsil ederdi. Kol ve ayak hareketleri ise esas
yoran noktaydı. Ayakları birbiri ardına yer değiştiriyordu ve yaptıkları
hareketler gökyüzü ile Güneş’in kavuşmasını anlatıyordu.
O güzel ama kim olduğu ve nerden geldiğini
bilmedikleri kız, Rabi'ye yaklaşıyordu. En sonunda onun yanına gelebilmişti.
Sonra kısık bir “ah” sesiyle üzerine düştü. Rabi onu çemberlerin dışına taşıdı.
Ayak bilekleri çok fena bir şekilde yaralanmıştı. Bu haliyle neden dans etmişti
ki? Amber’i çağırdı. Şifa mührü yardım edebilirdi. İkisi de aynı anda sordular
hem Amber hem Rabi.
“İyi misin? Bu yarayı nasıl aldın?”
"Sana kim zarar verdi?"
Kızdan hiçbir ses gelmedi. Umutsuz
gözlerle Rabi’ye bakıyordu. Elini uzattı Amber, şifa mührünü etkinleştirdi.
Elini ona değdirmesiyle su azizinden gelen bir hırlama duyuldu. Kız hemen Rabi’nin
boynuna sarıldı. Bu hırlama sesi onu korkutmuştu. Amber mührünü tekrar
ayaklarında gezdirdi. Ancak kız Rabi’nin boynunu iyileşene kadar bırakmadı.
Kızın ayakları iyileşmesiyle koşarak
uzaklaşması bir oldu. Azizler de onun gitmesini takiben kayboldular. Amber ne
gördüğünü iyi biliyordu. Bu kız kesinlikle Rabi’ye benziyordu. Amber, Rabi’nin
yüz hatlarını ezberlemişti. Ve aynı derinliği veren göz rengi, aynı renk
saçlar.
Çingeneler çiftlerinin uzaklaşmasına
kızmışlardı. Amber huzursuzdu. Ama dans etmeye devam ettiler. Rabi düşüncelere
dalmıştı. Zess onlara yalvarır bir bakış attı, artık ayrılmaları gerekiyordu.
Zess, güzel yüzüne rağmen çok itici biriydi. Çingene kadınlar, Zess in
tehditkâr bakışlarını, içkinin etkisiyle umursamayı bırakmışlardı. Giderek
sayıları artan bir şekilde, çevresinde birikmişlerdi. Amber, Zess’i o
kalabalıkta görmesiyle gülmeye başladı.
Zess ise sinirlenmeye başlamış ve kendini
zor tutar gibi bir haldeydi. Kilosuna rağmen uçma kabiliyeti kazanmış(!) şişman
kadının da Zess’in üzerine atlamasıyla, Amber’in kahkahalarına Rabi de katıldı.
Zess kendini çekse de kadınlar ona yaklaşıyordu. Kollarına yapışan kızlar da
bilmeden illüzyonunu etkinleştirmesini önlüyorlardı. Zess’in oradaki herkesi
öldürme tehlikesi vardı. Neyse ki Rabi hızla onu çekti. En yakın hana doğru yol
aldılar.
Amber ayaklarını zoraki sürüklüyordu.
Yanındakiler de yorgundu biliyordu. Sızlanmaya başladı.
“Bir daha... Yürüyemeyeceğim.
Giydirdikleri o tüylü şeye nasıl alışıyor bu Çingeneler?”
“Sen onu bana sor! O tüylü şey inan bana,
acıtıyor. Ayaklarımı çiğnemeyen kalmadı.”
Diyerek Amber’i cevaplayan Zess, bir
yandan yüzündeki kadınların dudak boyalarını siliyordu. Rabi gülümsedi.
“Sabaha kadar sürer oyunları. Ben devam
edebilirdim. Tabi, birisi epey güç durumda olmasaydı.”
Rabi Zess e bakıyordu, şişman kadını
kastederek “Ama yine de siz çok yakışmıştınız.” Dedi. Huysuz Zess bile tutamadı
kendini, birlikte güldüler. Ama Zess birden ciddileşerek sordu.
“O güzel Çingene kız... Amber, onu tanıyor
muydun? Azizleri neden çağırdın?”
Sarıgözleri hiçbir şeyi kaçırmıyordu.
Azizleri onun çağırdığını düşünmüş olsa gerekti.
“O kız geldiğinde azizler görünür oldu.
Bizim geçen günkü grupla olan çatışmamızda bile ortaya çıkmamışlardı. Sanırım
kızı takip eden, çok ciddi bir tehdit var.”
Amber'in sözünü bitirmesiyle Rabi
dizlerinin üzerine düştü.
“O kız... Onu tanıyorum” bu ses Rabi’den
geliyordu. Düşündükçe kim olduğunu bulmuştu. Yeni hatırlıyordu. Elini kusacak
gibi ağzının üzerine kapattı. “Saya...”
Zess sert bir darbeyle Rabi’yi bayılttı.
Saya’yı bilmiyordu. Demek ki bu anı geçmişe dairdi. Yine hatırlamaya başlarsa,
başka iz sürenlerin onlara yaklaşacağı kesindi. Birkaç küçük grubu daha yok
edebilirlerdi ancak yetenekli büyücüler dahil olursa bu oldukça tehlikeli
olurdu. Amber’e acele etmesini önerdi.
Amber hızla dirseklerindeki yazıya
dokundu. Eli sırayla boğazındaki ve belindeki yazılara da dokundu. Kırmızı
ışıklarla yazılar aydınlandı. Sağ elinin hizasında havada asılı durdular. Sol
elini takiben Rabi’nin çevresini sardılar. Gökyüzüne bakarak aklındaki sözleri
sıraladı. İhtiyarın tamamlayamadığı zihin bariyerini güçlendiriyordu. Ancak
eksik taştan dolayı büyü dengesiz oluyordu.
Rabi’nin hatırlaması yerlerinin
bulunmasına sebep olacaktı. Yarım kalmış zihin bariyerini elinden geldiğince
güçlendirdi Amber. Dengesiz büyü dokunanı tüketirdi.
O gece dinlendiler çünkü ne Amber’in ne de
Rabi’nin kımıldayacak hali yoktu.
Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 6