17 Aralık 2013 Salı

Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 6

6. Bölüm

Kahin bir gece daha aynı rüyayla uyandı. Aklında yeniden canlanan bir korku vardı. O kör velet! Öldüğünü sanıyordu. Sinirlendi. Nerdeyse yirmi yıldır iz sürenlerin göremediği, ölmüş sanılan kör çocuktan haber gelmişti. İz sürenler bu kadar yılın ardından, küllere tekrar dokunduklarında onu hissetmişlerdi. Baskına ondan habersiz gidilmiş ve başarısız olunmuştu. Bunları düşünüyordu, nasıl olup da onun sadece nadir zamanlarda göründüğünü düşünüyordu. Yerini bulmak için defalarca uğraşsa da onu bir türlü bulamıyordu.

Duvardaki ateş saatine baktı. Mumun bitmesine üç çizik kalmıştı. Sabah olmasına üç saat vardı.

Neden onu küçücükken oracıkta öldürmemişti ki? Neden o kadar yüksek bir büyü kullandığı halde o cılız çocuk ölmemişti?


Bağırarak elini yatağının yanındaki küçük ahşap masaya vurdu. Masanın üzerindeki gümüş süslemeli su bardağı sallanarak yere yuvarlandı. Ve bardak yere dökülürken, zemin ay ışığını yansıtan su damlaları ile aydınlandı. Suyun dökülmesiyle fal kartlarının derisi kabarırken, ışık tek bir kartı gösterdi.

Altın güllerle çevrili karalara bürünmüş çizimleriyle en korkutucu karttı bu. Atının üzerindeki siyah zırhıyla ve iskeletten parçalanmış bir bedenle siyah süvari resmi... Tek bir şeyi işaret ederdi, mutlak ölüm.

Kâhin öfkeliydi. Gece vakti pardösüsünü alarak kimseye görünmeden saraydan çıktı. Hızlı ve dikkatli adımlarla yürürken etrafta kimse olmadığından emin olmaya çalıştı. Kutsal sözleri sıralayarak meydanın altındaki, sadece rütbelilerin bildiği geçitlerden birini açtı. Kör çocuğun izini sürmek için dikkatle sakladığı, küllerin bulunduğu üç küçük çömlekten büyük olanı aldı.

Annesinin külleri, çocuğun bulunmasını sağlıyordu. “Anne olarak utanç duyulacak bir günah işliyorsun değil mi muhafız?” fısıltısının muhafızın ruhunun duyduğundan emindi. Sunak nehrine kurban edilenlerin ruhları bu dünyayı terk edemezdi. Nehre köle olarak zavallı bir arafı yaşarlardı. Küstah bir gülümseme kapladı buruşuk yüzünü. Acımasız çizgilerinin gölgeleri hareketlendi teninde.

Geçidin gizli odalarında iyice ilerledi. Meydanda ufak bir havuz vardı. Suyunu sunak nehrinden alırdı. Gizli odalardan birinde bu su devam ederdi. Ona elini dokundurdu. Sunak nehrinden hafif bir inilti duyuldu. Nehir onu çağırıyordu.

Ay ışığının sudaki aksi, böcekkabuğu rengini aldı. Ve kâhin gözden kayboldu. Nehir onu gizledi ve kalbine götürdü. Ormanı aşmıştı çoktan kâhin. Mavi yapraklı çiçeklerle bezeli nehir yatağındaydı. Şelalenin düştüğü yer ile toprağın sert yüzünün kesiştiği yere geldi. Adımlarının iz çıkardığı toprak, onu çoktan tanımıştı. Ayın en çok aydınlattığı yerde durdu. Sordu o çocuğu, sunak nehrine. Ne yapmalıydı?

Nehir adağını istedi. Elindeki beyaz kadın külleriyle dolu çömleği attı nehre. Küller siyah yerine, kan kırmızı bir renk verdi. Kan hareketlendi. Bir kol ve bir baş çıktı nehirden. Biçimsiz bir yarım insan oturdu yanına. Konuştu, ağzından kan pıhtıları saçılırken.

“Öleceksin ve yardım istiyorsun. Kalbini görebiliyorum. İstediğimi yaparsan onu öldüreceğim. Ama o benim olacak. Benim açlığımı doyuracak.”

Kâhin yalvardı, diz çöktü, “Ne istersen yaparım. Öldür onu, daha fazla güçlenmeden.”

Nehirden sesini alan, biçimsiz et yığını yine konuştu. Her cümlesi bir öğürme sesleriyle bitiyordu.

“Bana bir beden ver. Ben nice yıllar ruhlarla beslendim. Beslendikçe bir ruha dönüştüm. Acılarını durdurabilirim. Bana bir beden ver, varlığım senin olsun. Onun varlığı benim olsun. Ama herhangi birini değil, senin kanını istiyorum.”

Kâhinin gözleri korkuyla açıldı. Üç gün bekledi. Üç gün kadar düşündü. Nehir her gece ona seslendi. Her gece istediğini yineledi. Ve her gece onu bekleyen hazin sonu anlattı.

Kâhin nehrin dediklerini yaptı. Ertesi gün kendi kanını kendi oğlunu nehre attı. Nehir, o bedeni parçalarken, mükemmel bir fiziğe sahip masum yüzlü bir şeytan yarattı. Mutsuz ve tek taraflı bir aşk doğacaktı. Âşık, sevdiği kadını ararken ölümüne yaklaşacaktı.

“Baba” dedi nehirden çıkan iblis.

Kâhin şaşkındı. Oğlu orada yoktu, onun yerine bir kadın iblis duruyordu. İblis gülümsedi. Sonra korkutucu bir surete büründü. Elleri kanla doldu ve kâhine sert bir tokat attı.

“Kim olduğunu sanıyorsun? Haddini bil! Seni yemeliyim belki de... Minnettar olmalısın, yaşamana izin veriyorum.”

Kadının sesiyle beraber sert rüzgârlar esmeye başladı. Mavi çiçeklerin yaprakları havaya karıştı. Kızın bedeni parçalanan oğlana dönüştü ve tekrar nehre atladı. Kâhin kalbindeki acıyı tutarak ilerledi. Kendi oğlunun da muhafızlar gibi güçleneceğini sanıyordu. Onu kaybetmek istememişti. Adım atamayacak kadar halsiz hissetti kendini. Oğlu ölmüştü. Kendi öldürmüştü. Vicdanını yokladı. Halen daha orda bir ses var mıydı? Ona suçlarını söyleyecek bir ses? Bomboştu kalbi. Acısının gelmesiyle kaybolması bir oldu. Yerini korkusu aldı. Korku tüm umutlarını çiğnedi. Geride kalan bu bomboş kabuğu zamana terk etti.

***

Hızlı atlarla, genizlerindeki tozlarla terk ettiler Nehren’i. Zess ile Amber bir yarışa girdiler. Hatta abartılı bir yarıştı. Ortada büyüler savruluyordu. En sonunda Rabi ikisinin atına ters yönde sürdü atını. Çok ilerlemeden iki şaşkın kafa döndü ona doğru. Cevap bekliyorlardı.

“Ne? Kuyruk sökenlerin festivaline denk gelmişken mi?”

“Daha neler? Sence vaktimiz-“ Amber itiraz edecekken Rabi küçük bir çocuk gibi Zess’i gösterdi. Zess de kararını vermişti.

“İhtiyarın ruhunun burada bir yerlerde eğlendiğinden eminim. Festivali çok severdi.”

“Çünkü eşinin içmesine izin verdiği tek zaman buydu.” Diye cevapladı Rabi gülümseyerek. Amber, ihtiyarın festivali sevdiğini bilmiyordu. Ona hep çok ciddi biri gibi olarak görünmüştü. Komik anıları aklında canlanan Rabi devam etti.

“İhtiyar bir tek festivalde öğrencilerini umursamaz, fırsatı değerlendirirdi. Sarhoş olurdu hem de ne sarhoş... Az mı kayboldum onun yüzünden.”

Bu festival her ne kadar adını Çingenelerden alsa da tüccarlar için fırsat kapısıydı. Bir sürü tezgâh açılır ve yedi iklimin en güzel ürünler satılırdı. Normalde bir hafta sürse de havalar güzel geçerse bir ay kadar sürdüğü olurdu. Bu üçünün de çocukluktan hatırladıkları bir şeydi. Her sene ihtiyar mutlaka öğrencilerini festivale götürürdü. Her sene arkasından nine kayıp öğrencileri aramaya çıkardı. Sanki eşinin öleceğini bilirmiş gibi ondan iki ay önce ölmüştü.

Ellerinde tahta kaplarda içkilerini içerlerken, bir tombul kadın şişteki helvalardan uzattı Zess’e. Bunlar harikaydı. Halen daha hayat dolu insanlarla bir ateş başında dans etmek ve çiçek kokularıyla geceyi geçirmek... Bu herkese iyi gelecekti. Ancak nedense şişman kadın sürekli yanlarında bitiyor ve Zess’e yiyecek ya da garip hediyeler veriyordu.

Amber, Zess ve Rabi gösteriyi izlemeye başladılar. Zess ile Rabi dansta Çingenelere eşlik ederlerken Amber sırtını yakındaki bir ağaca dayamıştı. Surat asıyordu. Zaman kaybediyorlardı. Ama birazdan izleyeceği gösterinin değeceğini biliyordu.

Elindeki tahtaları birbirine dört kez vurdu şefleri. Sonra teker teker vurduğunda herkesten aynı anda “hey” sesleri yükseldi. Dans edecekleri yer özeldi. Üç tane farklı büyüklüklerdeki tahta pist üst üste dizilmişti. En ortada derince bir kapta ateş yanıyordu. Tek ellerinde uzun meşalelerle on kadar kadın atladı meydana. Eller aynı anda bileklere vuruldu. Etekleri havada uçuşarak dönerlerken aynı anda ateşe daldırdılar meşaleleri. El ve ayak bileklerinde tavus kuşu tüyleriyle havada uçuşan periler gibilerdi. Yaylı çalgılara sahip kadınlar atladı yanlarına. Saçları özenle çiçeklere bezenmişti.

Bir alt katta erkekler dans ediyorlardı. Onların dans ritmi bayanlarınkinden daha yavaştı. Ve daha çok hayali bir savaş senaryosunu canlandırıyor gibiydi. Ama eğlendikleri ve içtikleri sürece hiç kimse kusurlarını umursamıyordu.

En üst katta ise bir kadın ve bir erkek birbirine sarılmış, eğlenceli şarkılarını söylüyordu.

Amber birden kolundaki gülümseyen kızları gördü. Dalıp gidiyordu ve Çingene kızlarından birisi onu çekiştiriyordu. Diğerleri de kollarına yapışıp, onu zoraki bir odaya götürdüler. Tüm itirazları boşunaydı. Onu zoraki giydirdiler.

Biraz sonra Zess’den ve Rabi’den aynı ses yükseldi. “Vay.” Utangaç adımlarla yürüyen gerçek bir melek yürüyordu şimdi. Çingene kız onun kolundan tutarak en üst kata çıkardı. Rabi ve Zess, onu zırhından ayrı olarak ilk defa görüyorlardı.

Çingeneler her sene bir çifti seçer ve onları ateşin yanında en üst katta oynatırlardı. Onlardan sonra diğer çiftler de çıkardı sahneye.

Bembeyaz bir elbisenin içerisine zoraki tıkıştırılmıştı Amber. Her zaman sıkıca bağlı olan saçları omuzlarından göğsüne düşüyordu. Ayak bileklerine beyaz kuş tüyleri ve papatyalar iliştirilmiş hoş ayakkabılarıyla harika duruyordu. Rabi’nin de kolundan çekmeleri üzerine Amber ne olduğunu şaşırdı. En ortadaki çift seçilmişti. Çingeneler ikisini yakıştırmışlardı ve eşleştirmişlerdi.

Şişman kadın yaklaştı ve Zess’e bir bakış attı. Amber ve Rabi dikkat kesildiler. Zess in ona ters bir tepki vermesini beklerlerken, Zess nazik bir şekilde teklifini kabul ederek öne atladı. Gördükleri en komik çift olmuşlardı. Birisi uzun yakışıklı ama suratsız bir genç adam diğeri ise kısa boylu, elma yanaklı, orta yaşlı bir kadın. Ama Zess eğleniyordu. Her ne kadar kadının ağırlığıyla zaman zaman ayakları ezilse de bu gece muhtemelen son eğlenceleriydi.

Kısa bir duraksamanın ardından Rabi, gülümsedi ve partnerine saygıyla yaklaşarak başlamaları gerektiğini söyledi. Amber’in güzelliğine rağmen yüzünün sol yarısının dövmelerle kaplı olması ona bir soğukluk veriyordu.

Rabi ilk kez ona bu gözle bakıyordu ve yüzünü incelemeye başladı. Saçlarının boynuna salınmasıyla dikkati çeken yüz hatları aslında narin ve zarifti. Ne de olsa varisti ve kendinden önceki kraliçelerden miras kalan saf bir güzelliğe sahipti. Elbisesini gölgede bırakacak bir fizikle kollarında duruyordu. Rabi merakla sordu.

“Seni bir daha böyle görecek miyim?” Amber dalgın bir şekilde gülümsedi. Etrafı kontrol ediyordu. Rabi o zaman anladı, o kızın içindeki avcı asla uyumazdı. Ona bakıp gülümsemesine karşılık verdi.

Amber etrafta düşman olup olmadığını hissetmeye çalışıyordu. Yaklaşan bir izsüren var mıydı? İstediği kadar yanında olsa da çok uzaktaydı aklı. Ve huzursuzdu. Bir an için Rabi ona seslenince baktı. Rahatlamıştı sanki. Bu surata gülümsemek yakışıyordu. Ancak içini tekrar bir huzursuzluk kapladı Amber’ın. Adımlarını hızlandırdı. Rabi, dans konusunda oldukça iyiydi. Amber de ona ayak uyduruyordu.

Onlar dans ederken, çok güzel bir kız, üst kata çıkmıştı. Onun gelmesiyle birlikte azizler bir köşede belirdiler. Azizler Amber’in tehlikede olduğunu mu düşünüyorlardı acaba? Amber gözünü kısarak bu kızda bir kusur aradı. Ne bir silah ne de mühür vardı. Sadece masum bir surat ve mükemmel bir fizikle, bir peri kızı dans ediyordu sanki. Anlaşılan etrafta biri vardı. Belki de kız da onlar gibi takip ediliyordu. Kızın verdiği güven duygusundan dolayı ondan hiç şüphelenmek aklına gelmedi.

Bir an için Rabi hayal gördüğün sandı. Hayatında gördüğü en çekici kız yan tarafta dans ediyordu. Ona bakmaktan kendini alamıyordu. Tanıdıktı, çok tanıdıktı.

En alttaki katta olan erkekler aralarında birer aralık olacak şekilde indiler. Sonra aralara ikinci kattaki kadınlar inerek, yerleşti. Çiftler içeride bir çember oluştururken, dışarıda ayrı bir çember oluştu. Yaylı çalgılara sahip kadınlar ve davulları çalanlar ortaya geçtiler. Müziğin ahengine uydular. Kalanları zıt yönde dönerek hareketleri tekrarladılar.

Yeryüzünü gösterir şekilde toprağa bakıyordu avuç içi, bereketi temsil ederdi. Kol ve ayak hareketleri ise esas yoran noktaydı. Ayakları birbiri ardına yer değiştiriyordu ve yaptıkları hareketler gökyüzü ile Güneş’in kavuşmasını anlatıyordu.

O güzel ama kim olduğu ve nerden geldiğini bilmedikleri kız, Rabi'ye yaklaşıyordu. En sonunda onun yanına gelebilmişti. Sonra kısık bir “ah” sesiyle üzerine düştü. Rabi onu çemberlerin dışına taşıdı. Ayak bilekleri çok fena bir şekilde yaralanmıştı. Bu haliyle neden dans etmişti ki? Amber’i çağırdı. Şifa mührü yardım edebilirdi. İkisi de aynı anda sordular hem Amber hem Rabi.

“İyi misin? Bu yarayı nasıl aldın?”

"Sana kim zarar verdi?"

Kızdan hiçbir ses gelmedi. Umutsuz gözlerle Rabi’ye bakıyordu. Elini uzattı Amber, şifa mührünü etkinleştirdi. Elini ona değdirmesiyle su azizinden gelen bir hırlama duyuldu. Kız hemen Rabi’nin boynuna sarıldı. Bu hırlama sesi onu korkutmuştu. Amber mührünü tekrar ayaklarında gezdirdi. Ancak kız Rabi’nin boynunu iyileşene kadar bırakmadı.

Kızın ayakları iyileşmesiyle koşarak uzaklaşması bir oldu. Azizler de onun gitmesini takiben kayboldular. Amber ne gördüğünü iyi biliyordu. Bu kız kesinlikle Rabi’ye benziyordu. Amber, Rabi’nin yüz hatlarını ezberlemişti. Ve aynı derinliği veren göz rengi, aynı renk saçlar.

Çingeneler çiftlerinin uzaklaşmasına kızmışlardı. Amber huzursuzdu. Ama dans etmeye devam ettiler. Rabi düşüncelere dalmıştı. Zess onlara yalvarır bir bakış attı, artık ayrılmaları gerekiyordu. Zess, güzel yüzüne rağmen çok itici biriydi. Çingene kadınlar, Zess in tehditkâr bakışlarını, içkinin etkisiyle umursamayı bırakmışlardı. Giderek sayıları artan bir şekilde, çevresinde birikmişlerdi. Amber, Zess’i o kalabalıkta görmesiyle gülmeye başladı.

Zess ise sinirlenmeye başlamış ve kendini zor tutar gibi bir haldeydi. Kilosuna rağmen uçma kabiliyeti kazanmış(!) şişman kadının da Zess’in üzerine atlamasıyla, Amber’in kahkahalarına Rabi de katıldı. Zess kendini çekse de kadınlar ona yaklaşıyordu. Kollarına yapışan kızlar da bilmeden illüzyonunu etkinleştirmesini önlüyorlardı. Zess’in oradaki herkesi öldürme tehlikesi vardı. Neyse ki Rabi hızla onu çekti. En yakın hana doğru yol aldılar.

Amber ayaklarını zoraki sürüklüyordu. Yanındakiler de yorgundu biliyordu. Sızlanmaya başladı.

“Bir daha... Yürüyemeyeceğim. Giydirdikleri o tüylü şeye nasıl alışıyor bu Çingeneler?”

“Sen onu bana sor! O tüylü şey inan bana, acıtıyor. Ayaklarımı çiğnemeyen kalmadı.”

Diyerek Amber’i cevaplayan Zess, bir yandan yüzündeki kadınların dudak boyalarını siliyordu. Rabi gülümsedi.

“Sabaha kadar sürer oyunları. Ben devam edebilirdim. Tabi, birisi epey güç durumda olmasaydı.”

Rabi Zess e bakıyordu, şişman kadını kastederek “Ama yine de siz çok yakışmıştınız.” Dedi. Huysuz Zess bile tutamadı kendini, birlikte güldüler. Ama Zess birden ciddileşerek sordu.

“O güzel Çingene kız... Amber, onu tanıyor muydun? Azizleri neden çağırdın?”

Sarıgözleri hiçbir şeyi kaçırmıyordu. Azizleri onun çağırdığını düşünmüş olsa gerekti.

“O kız geldiğinde azizler görünür oldu. Bizim geçen günkü grupla olan çatışmamızda bile ortaya çıkmamışlardı. Sanırım kızı takip eden, çok ciddi bir tehdit var.”

Amber'in sözünü bitirmesiyle Rabi dizlerinin üzerine düştü.

“O kız... Onu tanıyorum” bu ses Rabi’den geliyordu. Düşündükçe kim olduğunu bulmuştu. Yeni hatırlıyordu. Elini kusacak gibi ağzının üzerine kapattı. “Saya...”

Zess sert bir darbeyle Rabi’yi bayılttı. Saya’yı bilmiyordu. Demek ki bu anı geçmişe dairdi. Yine hatırlamaya başlarsa, başka iz sürenlerin onlara yaklaşacağı kesindi. Birkaç küçük grubu daha yok edebilirlerdi ancak yetenekli büyücüler dahil olursa bu oldukça tehlikeli olurdu. Amber’e acele etmesini önerdi.

Amber hızla dirseklerindeki yazıya dokundu. Eli sırayla boğazındaki ve belindeki yazılara da dokundu. Kırmızı ışıklarla yazılar aydınlandı. Sağ elinin hizasında havada asılı durdular. Sol elini takiben Rabi’nin çevresini sardılar. Gökyüzüne bakarak aklındaki sözleri sıraladı. İhtiyarın tamamlayamadığı zihin bariyerini güçlendiriyordu. Ancak eksik taştan dolayı büyü dengesiz oluyordu.

Rabi’nin hatırlaması yerlerinin bulunmasına sebep olacaktı. Yarım kalmış zihin bariyerini elinden geldiğince güçlendirdi Amber. Dengesiz büyü dokunanı tüketirdi.

O gece dinlendiler çünkü ne Amber’in ne de Rabi’nin kımıldayacak hali yoktu.

0 yorum:

Yorum Gönder