17 Aralık 2013 Salı

Ruh Bedene Şekil Verdi Bölüm 14



14. Bölüm

İkisinin çoktan ölmüş olması gerektiği üç bunak, rütbelinin yarattığı sınırların dışarısında koyu bir muhabbete dalmışlardı. Uzunca bir sürenin ardından tekrar görüşmüş oldukları muhabbetin seyrinden de anlaşılıyordu. Birinci, üçüncü ve dokuzuncu ustalar; Zess’in dedesi olan dokuzuncu, Tanrının gözlerine sahip olan ve Azul tarafından öldürüldüğü sanılan üçüncü ve ketum, otoriter tavırlarıyla uyuşan yaştaki birinci efsane usta…

Tanrının gözleri çoktan içeride olan biteni görmüştü bile.

“Zess tahminimden fazla bizim ihtiyara benziyor.”

“Torunumun bana seslenirken kullandığı sıfatı, kendi adımdan çok duyar oldum. Eh neyse… Bana mı benziyor dedin?”

“Evet, biraz önce o da öldü.”

Zess’in onlara en çok kullandığı tabirle üç bunak, aynı anda kahkahaya boğuldu. Sonrasında birinci söze karıştı.

“Umalım da Amber azizleri bizim engellediğimizi anlamasın. Azizeyi üzerimize göndermesinden ürkmüyor değilim. Size o toprak kadınla ilk tanışmamızı anlatmış mıydım?”

İhtiyar dostunu susturmak niyetiyle ağzını açtı.

“Her yıl en az bir kere...”


***



“Amber ona şaşkınlıkla bakan Azul’un ve kızın gözleri önünde perçemini araladı. Gözünün altındaki beyaz gözyaşı izini gösterdi. Her zamankinden daha parlak, daha netti iz. Nefes nefese devam etti Amber konuşmasına.

“Sarayın hak sahibi… Prenses… Şimdi dikkatini çektim mi?”

Amber bunu söyler söylemez bir ses işitti. Çınlamayla karışık küçük çocuk sesleriydi bu.

“Kabul etti mi? Prenses… Sonunda söyledi mi kim olduğunu?”

Görünüşe göre bir tek o işitiyordu. Sesin geldiği yönü anlamaya çalıştı. Hançerlerinden geliyor gibiydi. Ona mı sesleniyorlardı?

Rütbelileri ne kadar oyalayabilirdi? Kısa sürecek gibi duruyordu. Bu yüzden güçlerini elde etmesinin yolu yoktu. Buradan çıkabilirlerse Zess’i tamamen ölmeden önce azize kurtarabilirdi. Ne de olsa büyüden oluşan bir beden, büyü onu tamamen terk etmeden ölmezdi.

Kız anlamış olsa ki gözlerini ayırmaksızın ona bakıyordu. Şekli değişti. Güzel yüzlü, kül rengi saçlı, orta yaşlı bir kadına dönüştü. Ancak omzundan çenesine kadar yara izi ile doluydu kadın. Uzun saçları düzensiz bir kesime sahipti. Yüz şekli oldukça gergin bir ifadeye sahip olmasına neden oluyordu. Cesetten farksız bakan iri gözlerinin altı, kırmızı bir tabaka ile çevrelenmişti. Yıllardır uyumamış gibi duruyordu. Çöl tuzuyla kurumuş gibi duran dudaklarını araladı ve konuştu.

“Demek aklından geçen şey intihar etmek öyle mi? Hançerlerin kadim silah olduğu belli ama onu bu yaşta..." kafasını salladı ve cümlesine devam etti, “İmkânsız.”

“O yapmıştı.” Dedi Amber, Zess’i kastederek.

“O öldü!” dedi kadın. Ve kadın dumansız ateşlerle sınırları çizilmiş alanın havasını aniden değiştirdi. Basık ve boğuk bir havaydı. Nefes almayı imkansız hale getiriyordu.

Amber tek şansı olduğunu biliyordu. Zess’in ona her fırsatta dediği şeyi düşündü. “Kadim silahlar sahiplerinden bir şeyi isterler. Sahiplerini istedikleri gibi görmeden itaat etmezler.” Hançerler ondan ne istiyor olabilirdi?

Hançerlerin sahibini düşündü. Era'dan önce hançerlerin sahibi Hisuar'dı. Vazgeçilen kadının hançerleriydi bunlar. Hisuar’ın ne anlam ifade ettiğini düşündü. O kadın saflığın ve umutsuz aşkın sembolüydü. Saflık ve aşk Amber’in elinde olan bir şey değildi. Amber düşünmeye devam etmek istese de buna hiç vakti yoktu.

Her iki rütbeli de bakıştıktan sonra yavaşça ona doğru yaklaştılar. Seslerini Amber artık duyamıyordu bile. Düşünceleri umutsuzluğunu yoğun bir şekilde hissettiriyordu.

Amber çaresizliğini düşünüyordu. Yenilgiyi açık ve net bir şekilde görebiliyordu. Bugün kazandığını saysa bile ya sonrası? Amber her zaman gerçekçi olmuştu. Güç açısından kahine yetişmesinin zor olduğunun bilincindeydi. Ama ilk defa umudunu yitiriyordu.

Daha önce nasıl umut etmişti? Bunu nasıl hak etmişti ki? İnsanları peşinden ölüme sürükleyen birinden ibaret değil miydi? Vazgeçmeli miydi? İşte bu kelimeyi hiç sevmiyordu. Yaşama hakkını bırakmak, güçsüzlüğünü kabul etmek demekti. Belki böylesi daha az acıtırdı.

Acıtmak mı demişti?

Amber saniyeler içerisinde zihnini dolduran düşüncelerden kurtularak yapması gerekeni buldu. Ailelere ait bazı kadim silahlar, sahiplenmek için bir yemin töreni gerekirdi. Kan yemini, büyücünün gücünden arındırdığı kanının kadim nesneyle özdeşleşmesiyle tamamlanırdı. Silahları bunu istiyor olabilir miydi?

Azul, Amber’a kadınsa Rabi’ye doğru sakin adımlarla yaklaşıyordu. Amber hançerleri yere koydu. Ayini başlatan fısıltısı, Azul nedeniyle büyük bir çığlığa dönüşüverdi.

Yaptığını gözlemleyen Azul ona hızlanarak yetişmişti. Kollarını hançerlerden uzak olacak şekilde yakalamış, sırtında tek eliyle sabitlemişti. Saçlarını diğer elinin arasına alarak kafasını kendine doğru çekti. Kulağına nefret dolu cümlelerini fısıldadı. Sert bir darbe ile Amber’ın kan kusmasına neden oldu.

Kanın bir kısmı hançerlere sıçramayı başarmıştı. Arındırılmış kan sayılır mıydı bu? Tam bir yemin töreni dahi olmasa da…

Amber’ın acıdan bilinci dalgalanıyordu. Işıltı büyüdü. O kadar ki Azul gözleri kamaşarak geri çekilmek zorunda kaldı. Amber haykırdı. Demesi gerekeni biliyordu.

“Krallığın varisi olarak size sesleniyorum! Yeminimi kabul edin ve…”

Artık Amber’ın bağıracak dahi sesi kalmamıştı ayinin son cümlelerini fısıltı ile tamamladı. Çınlamaya eşlik eden o sesi yine duydu.

“O kadar uzun zamandır seni bekliyoruz ki...”

Ellerinde iki hançerle iki küçük kız duruyordu Amber’in önünde. Çocuk hali gözlerinin önündeydi. Dikkatle baktığında ise sadece benzediklerini fark etti. Aynı değillerdi. Gözleri cam yeşiliydi ikizlerin.

“Biz aydınlığın ikizleriyiz.”

“Ölecekler! Ancak bunu yaparsak...”


Azul bunu duyması ile ürkmüştü. Ancak ifadesi hemen değişti ve yüzünü büyük bir gülümseme kapladı. Silahın Amber’in gücünü kullanacağını hatırladı. Amber ise tamamen güçsüzdü şu anda. Kahkahaları duvarlar ile çevrili alanın her yanını kaplamıştı.

“Eğleneceğiz öyleyse.”

İkizler ile birlikte bile olsa Amber iki rütbeliye karşı güçsüz kalıyordu. Yorulmuştu. Tükenmişti. Sadece kendini savunabiliyordu. Tek bacağını kullanamıyordu. Acısı giderek artıyordu. İkizlere güveniyordu. Ancak yan özelliklerini kullanmadıkları takdirde rütbelileri yenemezlerdi. Yan özellikleriyse, şu anki haline bakılırsa Amber’i öldürecek kadar güç harcardı.

Azul ise sadece seyrediyordu.

“Neden sadece ölmüyorsun? Üzüntüye aşık bir genç bayan...” dedi Amber’in haline bakarak. Amber, Azul’un da aslında kendisini teşvik ettiğini fark etti. Vazgeçmesini istemiyordu Azul. Kendisini eğlendirmesini istiyordu, tıpkı bir oyuncak gibi. Meydan okumasını geri çevirmedi.

“Daha önce ölenleri izlemedim mi sanıyorsun? Üzüntü dediğin şey hiçbir zaman beni öldürmeye yetmedi. Vazgeçmiyorum.”

Azul’un gölgelenen yüzü aldığı cevabı beğenmişti. Karanlık onun gerçek ifadesini netleştiriyor, tabiatını aldığı pisliğin derinliklerine yaklaştırıyordu. Kendini beğenmiş bir ses tonunda, gözleri dikkat kesilmiş halde konuştu.

“Birisini sıkışan büyü gücü yok ediyor. Diğeri ise yarı ölü... Seni yok ettikten sonra onu alıp gideceğim. Acele et, yoksa senden kurtulana kadar illüzyonist gerçekten ölecek.”

“Zess daha kaç kez reddetmeli seni?” Bu fısıltı Rabi’den geliyordu. Amber çok sevinmişti. Mutluluk hissi geldiği gibi kayboldu.

Rütbeli kadın, hızla Rabi’nin yanına gelmiş ve Rabi’nin kolu kesilmişçesine bedeninden ayrılmıştı. Amber gözlerini ondan ayıramıyordu. Çığlık atmaya çalışıyordu ancak sesi çıkmıyordu.

Bir çığlık duyulduğunda bunun sahibi Amber değildi. Kadına aitti.

Rabi’nin kolu siyah dumana dönüşmüştü. Kadının elini yakmıştı. Nereden geldiği belli olmayan bir at kişnemesi duyuldu. Rabi kafasını soluna doğru eğmişti. Sol gözü siyaha dönmüştü. Önceden süvarinin kafası ve bedeni Rabi’nin bedeninden çok da ayrılmadan seçilirdi. Şimdiyse tamamen görünür olmuştu.

Sisin arasından simsiyah timsahlar belirmişti. Timsahların çenesinin hemen bitiminde, zincirler etlerine saplanmıştı. Zincirler sonra görünmez oluyordu. Görünür oldukları yerse, bir tasma gibi sahibinin siyah deri eldiveninde bitiyordu.

Miğferin içerisinde bir başı yoktu süvarinin. Elindeki uzun mızrak ve etini delerek çıkmış kaburgaları dışında tamamen simsiyahtı. Siyah bir atın üzerindeydi. Rabi’nin etrafında yine siyah bir sis vardı.

At şahlanırken Rabi tam arkasında duruyordu. Kolları kopmuştu. Bir korkuluk gibi ayakta duruyor ancak hiçbir canlılık belirtisi göstermiyordu. Sağ gözü de siyaha dönüşmeye başladı. O da dönüştüğünde tamamen siyah bir buhara dönüşerek dağıldı, Rabi.

Atın üzerindeki iskelet gerçek bir insan görünümünü aldı. Miğferini çıkartarak eline aldığında, Amber, Rabi’nin yüzünü görebilmişti. Hem etkilenmiş hem de korkmuştu.

Bu saklı büyü sadece ölünün gözleri değildi. Ölü bir ruhun kendisiydi. Asırlardır yas tutan ruh... Eski kraliçenin koruyucu ailesine ait saklı büyü... Kraliyetin en eski koruma büyüsü gözlerinin önündeydi.

Sordu Amber. Sesi heyecanını gizleyemiyordu.

“Bir ölü... Ölü süvari... Kraliçenin askeri? O... Sen misin?”

Amber o anda anladı. Rütbelilerin neden Rabi’yi istediğini anladı. Etrafını saran siyah sisler bir an için korkmasına neden oldu. Ancak tuhaf bir şekilde ona zarar vermiyordu. Rabi daha önce ölünün gözlerine dönüştüğünde, kendisine yaklaşan her şeyi yok ederdi. Ama şimdi Amber’i bir şekilde koruyordu.

Rabi belli bir şekilde emir bekliyordu. Bir bilince sahip değildi. Ruhsuz gözlerle Amber’in önünde eğildi. Amber o an onun hep tanıdığı kişi olmadığını görmüştü. Ne diyeceğini bir süre düşündükten sonra Rabi’nin büyülerini hatırladı. Ölünün gözlerini kullanırken önce yargı duruşunu alır, sonrasında hükme geçerdi.

Amber eski dili kullanarak bağırdı, tıpkı hançerlere emrederken yaptığı cümleleri kullanarak.

“Varis olarak emrediyorum! Kraliçene karşı gelenleri yargıla!”

Azul gülmeye başladı. Bu büyünün efsane olduğunu sanıyordu. Rabi’nin büyüsünün geliştirilmemiş, dengesiz olduğunu ve ne kadar eşsiz olduğunu hissediyordu. Asırlardır bilinen en güçlü büyüydü bu. Yine de nereye savrulacağını bilemeyen bir büyü olduğunu algılamıştı. Kör ve eğitimsiz bir büyüydü.

Emri alan Rabi asil bir şekilde hüküm duruşuna geçti. Ağzından mırıldanan eski dillerinde “yargı” sözü Azul’un dikkatinden kaçmadı.

Nihayet gerçekten değecek bir düşmanı olmuştu. Zess’e büyük beklentiler ile saldırmıştı. Umduğunu bulamamıştı. Şimdiyse ölü süvari ile savaşacağı için inanılmaz haz duyuyordu. Bir dua mırıldandı. Omzundan silahın ucu belirdi. Silahını tamamen gömüldüğü etinden çıkarttı. Silahtar ailesinden yadigâr kalan altı başlı topuzu artık elindeydi.

“Kutsal sarayın, unutulmuş surların yedinci havarisi olarak sana sesleniyorum. Çağrımı duyarak emrime itaat et. Günahkâr Tanrıça!”

“Kraliçenin emriyle verilen hükmü gerçek kıl.”

Azul’un sesine karşılık Amber bağırmış, Rabi’nin timsahları, Azul’a doğru yönelmişti.

Kadın da kendi büyüsünü aktifleştirmeye başladı. İki elini dua edecek biçimde birleştirerek parmak uçlarını çenesine dayadı. Hafifçe mırıldandı. Kadının etrafında bir sürü farklı insan belirmişti. Sayıları giderek artıyordu.

Her ikisi de büyüsünü aktifleştiriyordu. Ancak etraflarını garip çemberler sardı. O anda birinin alkış sesleri duyuldu. O tarafa doğru baktıklarında gözlerine inanamadılar. Zess…

Zess oldukça sakin duruyordu. Azul ve kadının küçümseyici ses tonunu taklit ediyordu.

“Ucuz bir gösteri bile sayılmazdı. En azından işe yaradı.”

Yerde Zess’den oluşan bir kan gölü yoktu. Tamamen kaybolmuştu. O karşılarında ve ayakta sapasağlam duruyordu. Bir eli Azul’un alnındaydı. Garip bir büyü ile Azul’un etrafındaki büyülü çemberlerin hızlanarak dönmesini sağladı. Azul’un şaşırmış sesi duyuldu.

“İllüzyonist?!”

“Bu büyüyü tanımıyorsun değil mi Azul?”

Azul bir anlam vermeye çalışıyordu. Hafızası ile ilgili olmalıydı. Çünkü daha Zess’in elini hissettiği anda hafızası karışır gibi olmuş, ağır bir yorgunluk hissetmeye başlamıştı. Büyüsü yarıda kalan kadın ise bu konuşmayı dikkatle dinliyor, tek kelime konuşmuyordu. Etrafındaki çemberler Azul’dan çok daha hızlı dönüyordu. Zess devam etti konuşmasına.

“Geç etkinleşir. İhtiyarın kendi icadı... Bazen ihtiyar bile işe yarıyor. Çok geçmeden hafızanızdan geriye hiçbir şey kalmayacak bu saray ile ilgili. Nasıl ve nereden kaçacağınızı bile bilemeyeceksiniz. Dokuzdan eksilmiş olsalar da, kızgın yedi efsanenin gücü ile baş edeceksiniz.”

“Ne söylemeye çalışıyorsun? Buna inanmamı mı bekliyorsun?”

“Kaçmanız için size küçük bir şans veriyorum.”

Azul silahını Tanrıçanın belirmesini engelleyerek geri aldı. Bu tehlikeyi göze alamazdı. Koşarak kadının yanına geldi. Ona sarıldı ve kadın ile birlikte gölgeye dönüşerek parça parça silinmeye başladılar.

Zess onlar tamamen kaybolmadan önce kadına sordu.

“Görünüm mührünü bu sarayda nasıl kullandın?”

“Görünüm mührü masum bir büyüdür. Ben içerisine şeytanlık karıştırdım.”

“Başkalarını öldürdün ve bedenini giydin öyle mi?”

“Öyle de diyebilirsin. Öldürdüğüm her ruha karşılık sunak nehri bana bir beden verir. Her öldürdüğümün yeteneği ile ve bedeniyle birleşirim. Görüşürüz.”

Amber tarifi zor, ağır bir duyguyla eziliyordu. Mutluluk ve korku anlaşılması güç bir ruh haline sokmuştu onu. Her ne olursa olsun onu sağlam gördüğü için minnettardı.

Rabi onların gitmesi ile bilincini tekrar kazanmıştı. Şaşkınlık içerisinde üzerindeki kıyafetlere bakıyordu.

“Biliyorum… Korkunç görünüyorum.”

Rütbelilerin gitmesiyle duvarlar parçalanıyordu. Ancak alevler halinde üzerilerine doğru düşüyordu. Sadece onlar değil, altlarındaki yer dahi çöküyordu.

Zess’i sağlam görmek Amber ve Rabi için ilginç bir histi. Mutluluk ve şüphe... Anlamadıkları nokta şuydu, Zess nasıl olur da onları bu halde yalnız bırakırdı? Hayatlarını neden tehlikeye atmıştı? En başından onlarla beraber savaşabilirdi. Ve neden Azul ve kadın onun tavsiyesine uyarak gitmişlerdi? Zess gelmeseydi çok üstün bir durumda oldukları belliydi. Ve günahkâr tanrıçaya sahip bir rütbelinin onları yok etmesi işten dahi değildi. Ayrıca kadının büyüsü de hiç görülmemişti.

Zess her ikisinin suratlarından duygularını çözmüştü. Onlara bakarak aklındakileri net bir ifade ile söyledi.

“İhtiyarın büyüsü onlara ağır bir yorgunluk verir. Bu nedenle gittiler. Sözümü dinlemeyi sevdiklerinden değil. Aklınızdaki soruyu cevapladım mı?”

O anda Rabi bir başka şeyi fark etti. Zess hiçbirinin olmadığı kadar yaralanmıştı. Ve kolunda yanık izleri vardı. Bu demek oluyordu ki kendisi onlara düş gösterirken savaşmış olmalıydı. Peki, Zess neden böyle bir şeye girişmişti? Olası iki tahminde bulundu Rabi... Birincisi Amber ve kendisinin yeteneğini rütbelilere göstermek istememiş olabilirdi. Amber’in prenses olduğu itirafını duymalarını istememiş olabilirdi. Prensesin kimliğini öğrendikleri takdirde kâhin tüm gücünü onları yok etmeye harcardı. Rütbeliler ile aralarındaki seviye farkını net bir şekilde görmüşlerdi.

İkincisi ise Zess’in rütbelilerin saf yeteneklerine bilerek maruz kalmak istemiş olmasıydı. Yetenekleri özümseyerek uzun bir süre beklemesine rağmen bağışıklık kazanmasını sağlamaya çalışmış olabilirdi. Ancak neden beraber omuz omuza savaşmak yerine böyle bir şeye kalkışmıştı? Bu halen daha Zess’in onlara güvenmediğini gösteriyordu.

Hiçbir saldırıları çöken kalın duvarları aşamıyordu. Ateş büyülerini yutuyordu. Ve zemin dağılıyordu. Aynı şekilde ateş parçalanan yerde beliriyordu. O sırada bir boşluk gözlerine ilişti. Birinci rütbelinin mühür büyüsü onlara bir geçit açmıştı.

Rabi atına bindi ve arkasına Zess ve Amber’ı aldı. O geçite doğru atladılar.

0 yorum:

Yorum Gönder