Bölüm 2
“Söylesene çalgın hikaye de anlatır mı?”
“Prensesim... Ben.”
“Kadim silahını ve büyüsünü biliyorum.”
Başımı önüme eğdim. Bana doğru çevirmedi gözlerini. Ancak devam etti konuşmasına.
“Sadece merak ediyorum daha fazla ne kadar olabilir bu duygu. Şimdi hissettiğimden fazla olması mümkün mü?”
Bu onun itirafıydı. Benim çalgım ise başka bir itiraf oldu. İkimizin dili oldu, sözü oldu.
Onun dostu olmak, benim için mutlulukla kabul edeceğim bir şey olurdu. Ama sevdiği olmak benim hak etmediğim kadar büyük bir şerefti. Büyümü çok az kullandım ki hemen kalkıp gitmesin yanımdan ama onun bana bakan gözleri her şeyi anlamama yetti.
Ona sarılamadan, onunla daha konuşamadan bir başkasının varlığını hissetti. Görünür görünmez kaybolan bir gölge geldi ve hemen kayboldu. Korkusunu hissettim prensesimin. Ve sonra o kalkıp gitti. Ben ise ölüme çoktan razı doğruldum yerimden. Evimin yolunu tuttum. Evim saraydan çok da uzakta değildi. Ancak birisi yaklaştı yanıma. Hemen tanıdım üstadı.
Ensesinde biten gür, siyah saçları, kızıla yakın rütbeli giysisine sarılmış devasa bedeni ile oldukça görkemliydi 41 bariyercinin baş üstadı Enki. Çok uzun sayılmayan seyrek siyah sakalları çenesinin alt kısmını kaplarken, sivri burnu, geniş köşeli ağzının hemen üzerindeydi. İri, kara gözleri yanlara doğru hafifçe basıktı. Gözaltları her zamanki gibi mosmordu. Ve kendisi benim can dostumdu.
“Birileri prensesi ziyaret etmiş?”
Diyerek o karizmatik kahkahalarından birini savurdu. Demek ki karaltı oydu. Prensesin hissederek korktuğu oydu. Ağzını çarpık bir gülümsemede bırakarak, sorusuna devam etti can dostum.
“Seviyor musun gerçekten onu?”
Elimi göğsüme dayayarak cevapladım.
“Yürüyen Tanrılara canımı sunacak kadar.”
Cevabımı beğenmemiş olacak ki güldü. Küçümseyici ve anlaşılmaz kılan yanıydı bu kahkahaları. Aynı zamanda dost düşman demeden yüreklere korku salan bir kahkahaydı.
“Yer Tanrıları bunu duyarlarsa alırlar bilirsin. Ondan ayrılacak olursan dediğin olsun, Tanrılar canını alsın. Doğrusu canından olmak daha yeğdir sevdiğinden olmaktan.”
Can dostumun bunu demesinin sebebi acısındandı. Yoksa hiçbir şekilde bana kıyamazdı. Aramızdaki yaş farkından olsa gerek, benim için hem dost, hem de yüce gönüllü bir ağabeydi. Sevdiğinden ayrı kalmanın ağırlığıyla yanmıştı.
Kadın ölürken söz almıştı ondan. Hayatını yaşayacağına, güleceğine dair... Kadın toprağa dönmüştü ya, dostum kalbini de gömmüştü onunla. Sözü ile yaş almış, yeşermiş, dallanmıştı. Ancak içi çürümüş, aşkıyla oyuldukça oyulmuştu. Görülen bir koca çınarken içi derin bir kovuktu. Tek kökü olan sözü ile tutunan, çoktan ölmüş koca bir çınardı.
Hiç başka kadın istememişti. Hiç çocuğu da yoktu. Rütbelilerden biriydi ve her zaman bana destek olurdu. Beni nasıl gördüğünü sordum. Başkası bizi görmüş müydü? Prensesimin tehlikeye girmesini istemiyordum. Benimle konuşacağı şeyler olduğunu söyledi. Etrafta başkasının olmadığından da emindi.
Evime davet ettim. Gecenin sabaha döneceği vakte kadar konuştuk. Yediğimiz içtiğimiz bir, gönüllerimiz sohbetimiz hoş olurdu o gelince evime. Ancak bu gece böyle olmamıştı. Durum vahimdi. Lodsların öğrendikleri büyüler güçlendikçe güçlenir olmuştu. Ayrıca onları ne kadar yensek de ölülerinin kemikleri sayısınca şeytan çağırıyorlardı. Kaybettikleri askerler insan olmadığı için, yeni bir ordu hazırlamak onlar için sorun olmuyordu.
Güneyin üç kapısı için özel seçilmiş ordular resmen intihar görevi yapar olmuşlardı. Neyse ki askerlerimiz kaçmayacak kadar yiğitti. Ancak onları ölüme terk ettiğimiz gerçeği değişmiyordu. Çünkü Lods’ları gördükleri anda haber verseler de kraliyet ordusu bir günden önce orada olamıyordu. Kraliyet ordusunu da güneyin kapılarında bırakmak tehlikeliydi. Çünkü Lodslar güçlü olsa da kuzey kapısındaki düşmanlarımız da karışıklık içerisinde olduğumuzu biliyorlardı. Ve iki prens de çok küçüktü. Krala bir şey olması durumunda tahta geçmeleri mümkün değildi.
Sohbetimiz boyunca dostumun bana en çok bahsettiği şey bir sunak inşaatıydı. Yedi nehrin kesiştiği yerde bir sunak yaparak Lods’lara karşı Tanrısal bir güç çağırmak istediklerinden bahsetti. Bazı rütbeliler bunu düşünüyorlardı. Ancak bu sunak fikrinin ne kadar tehlikeli olabileceğinden de bahsetti. Çünkü büyü ile çağrılan şey Tanrısal olmayabilirdi. İblisleri çekebilirdi.
Sabah olduğunda her tarafı sis basmıştı. Yılın bu zamanlarında rastlanmayacak kadar sis yavaşça dağılıyordu. Rastladığımız her tanıdık benzer şeyleri söylüyordu.
“Bugün gök ruhlarının eğlence günü herhalde Utu? Baksana etekleriyle üzerimizi örtmüşler bile.”
“Hey Enki, yüce Yer Tanrıları bizi korusun. Gökteki hangi kötüyü bizden gizlediler acaba?”
“Gök şeytanları yeni bir fırtınadan mı konuşuyorlar ki saklanmışlar?”
Bu sözler arasından sıyrılarak Enki ile birlikte rütbeliler odasının yolunu tuttuk. Dev binamızın yakınlarındaki parkın, sabahın ilk saatlerinde, bir ziyaretçisi olurdu. Hava ne olursa olsun parkı yalnız bırakmayan bir ziyaretçi...
Deli derler yaşlıca bir adam parkın ortasındaki havuzun kenarına oturur, etrafındakilere bir saat kadar konuşur sonrasında hemen kaçardı. Nereye gider nereden gelir bilen pek olmazdı.
Dilimizin ahenginden olsa gerek, cümlesinin son kelimesini sürekli tekrar ederdi.
“Solucanlar onlar, tüccarlar, tüccarlar... Krallığımızı yıkacak birileri varsa onlar, onlar. Ellerinden gelse Yürüyen Tanrıları bile satarlar, satarlar, saa-taar-laar!”
Bizi görünce neşelenmiş olsa gerek ki gülümseyerek yanımıza geldi. Beni eliyle gösterdi ve konuşmasına devam etti.
“Enki çocuk, çocuk... Bu yanındaki çocuk Enki, Enki...”
İyice yanıma yaklaştı ve büyük bir ciddiyete büründü. Boyu benden kısa olduğu için kafasını yüzüme dikkatle dikti. Topuklarını kaldırarak boyumuzu denklemeye çalıştı. Bir kaşını indirip, bir kaşını kaldırdı. Bir şey incelermiş gibi gözlerimin içine baktı. Merakla ağzından çıkacak kelimeleri bekledik. Sakin sakin konuştu.
“Tüccarlardan uzak dursun, dursun.”
Binaya girmemizden önce olan iki şey vardı, dostumun her zamanki kahkahası, delinin çürük dişlerinden gelen iğrenç koku...
Büyük binaya girdiğimizde deli halen daha tüccarların solucan olduğundan bahsediyordu. Endişenin yoğunlaştığı rütbelilerin odasına geldiğimde herkesin çoktan hazır olduğunu gördüm. Dostumun dün benimle konuştuğu konu burada da konuşuluyordu. Sunak inşaatı ve büyüsel çağırmanın ilk defa bu odada konuşulmasına tanıklık ediyordum. Dostum her konuşmaya itirazını bildiriyordu. Sunak nehrinin anlamsızlığından bahsediyordu.
Kel kafasını geniş camlardan yansıyan ışığın aydınlattığı illüzyonistin, sözü geniş odada yankılanıyordu.
“Onları yenmek istiyorsak, onlar gibi olmalıyız. Dev sunak yapıldığında şeytanlar gelecek olsa ne olmuş? Gerekirse şeytanı bile evcilleyebiliriz. Buradaki rütbelilerin herhangi birinde bu yetenek vardır emin olabilirsiniz! Sende bile silahtar...”
Silahtar ise ellerini göbeğine bağlamış, oturduğu koltuğa iyice gömülmüştü. Bir an sıfatını duyunca ayılacak oldu. Homurdanmaya başladı ama uyuklayarak konuşmayı dinlemediği için komik duruma düşmekten kendisini alıkoyamadı.
Benim dikkatimi çeken şey ise illüzyonistin, zengin bir tüccar soyundan gelmiş olmasıydı. Kim bilir? Belki de deli, doğru bir şeyler demişti. Gerçekten de illüzyonistin dediklerine katılmıyordum. Tıpkı Enki’nin onun her sözünde suratını asması gibi.
Akşama kadar süren yoğun bir günün ardından yeniden şehri gezmeye koyuldum. Sonrasında ise bir umut beni yeniden sarayın bahçesine götürdü. Bunu da sonraki akşamlar takip etti. Bazen yanıma geldi, bazense uzaktan seyretti beni prensesim. Tek tük konuştuk. Çocukluğumuzdaki gibi...
O konuşmalarda bile, onun sorumluluk duygusuyla yandığını anlamıştım. Bir şeyler yapabilmek istiyordu. Yalnız hissediyordu kendini. Onun gözlerine her baktığımda bunu rahatlıkla anlayabiliyordum. Çoktan ülkesini benimsemiş, halkının derdine düşmüştü. Bu yüzden kafes gibi olan saray hayatının tüm ağır gereklerini yerine getirmiş, kültürde yetenekte büyüde kendini geliştirmişti. O her konuda iyi olmalıydı. Çünkü varisti. O her şeyi başarmalıydı. Her zaman doğru kararlar vermeliydi. İşte bu yüzden çok yalnızdı. Yapayalnızdı...
Elinden tutacağımı düşünmüştü. Onunla adım atacağımı... Belki de ailesinin de kabul edeceğini... Soyluydum çünkü ve saraya yakın olduğum için, onu tanıyordum çocukluğumdan beri. Ve belki de kendimi bildim bileli sevmiştim. Tıpkı onun beni sevdiği gibi...
Bazen başka rollere bürünmek istiyordu biliyordum. Kaçıyordu kendinden. Umutsuzca sarıldığı dal parçasını kendine bir sal yapmış karınca gibi, suyun üzerinde kalmaya çabalıyordu. Akıntının kendisi olabilecek kadar güçlüyken, kaybolmuş ve yalnız...
Olmadığı biri gibi saraydan gizlice kaçıp, bir köylü kızı kılığına bürünüyordu. Kendi sarayına yakın fakir bir mahallede küçük çocuklarla oynuyor, kimse onu fark etmesin diye tembihlediği hizmetçiler onun yokluğunu saraya hissettirmiyordu. Onu gizlice takip ettiğim için biliyordum. Ve nedense... Nedense anlayabiliyordum kalbinden geçen tüm düşünceleri.
Zaman ilerledikçe herkesten gizli buluşup konuşur olmuştuk. O tüm çocukluğunu yalnız geçirmiş, hiç sevdiği olmamış bir kızdı. Hizmetçilerin ördüğü kafesinden uzaktaydı. Bazen duyduğu neşeli çocukların sesi ona kâbus olmuştu. O hiç gülememişti. Çocukluğum saraya yakın geçtiği için bazen onunla karşılaşma imkânım olmuştu. O oynayamazdı bile, oynamamalıydı. Asil bir prenses, küçük oyunlarımıza katılamazdı. O sarayın gözbebeği prensesti. Bir prensese layık olmalıydı.
Benden korkuyordu hissediyordum. Bu gece gözlerinde bunu görmüştüm. Anlayamıyordu... ona hayran diğer delikanlılar gibi olduğumdan, onu sadece elde edilecek bir hedef gibi görmemden korkuyordu. Kalbindeki endişelere bir yenisini eklediğim için kendimi defalarca öldürmek istiyordum. Ama yine de eğer ölecek olursam onu göremezdim ki...
Ozanların Şarkısı Bölüm 2