Bölüm 3
Büyü… İlk büyünün ne zaman insana bulaştığına dair birçok söylenti var. Ancak bu öykülerden sadece bir tanesi doğru…
Eski zamanlarda insanlar henüz sayıca az iken bir peygamber varmış. Tanrısı tekmiş. Elinde ceylan derisi bir kitap varmış. Doğaüstü yetenekleri insanların iştahını çekmiş. Büyük gücü gözlerini kamaştırmış.
İşte o zamanlar atalarım gök ruhları ile anlaşmış. Peygambere güç veren o kitabı çalacaklarmış ruhlar. Ancak ruhlar kendi aralarında da bölünmüş. Bir kısmı bunun yasak olduğunu söyleyerek insanları uyarmış. Diğerleri ise bu güce karşılık bir bedel istemiş. Atalarım gözü kapalı kabul etmiş. Peygamberin kitabı için ruhlar geldiğinde peygamber onları elinden geldiğince uyarmış. Ancak ne ruhlar ne de insanlar dinlemek istememiş.
Bunun üzerine gök ruhları lanetlenerek gök şeytanlarına dönüşmüş. Kutsal güzelliklerini kaybederek çirkinleşmiş. Gölgesi soğuk bulutlar onları çevirmiş, öfkesi ağır fırtınalar onları gizlemiş. Bir şeyi unutamamışlar o da insanlara olan nefretleriymiş. Adak istemiş gök şeytanları. Ancak bir tane değil. Her insandan birer tane…
Adaklarını sunmaları için dahi beklememişler, çalmışlar her seferinde. Her büyüye dokunmak isteyenden ya da her atası dokunmuş olandan. Bu yüzden her birimiz borcumuzu bir şekilde öder olmuşuz.
Haberimiz dahi olmadan kaybettiğimiz şeyler olmasının sebebi de bu efsane işte. Büyü şifa da veriyor aslında. Bu yüzden ben kurtuldum diyebilirim. Ben küçükken gözlerimi kaybetmiştim gök şeytanlarına. Hisuar ise büyük gücüne karşılık çok daha ağır bir bedel ödedi. Ve Enki… Bunu söylemeye dilim varmıyor.
Sabah güneşinin çekingen ışıkları, yüksek binaların çatılarına dokunmak için tüm iştahı ile hazırlanıyordu. Sanırım kargalar bu hazırlığın ortasında şehre bir göz atma gereği duydu. Uğramadan edemedikleri çatının benim evime ait olması alıştığım bir durumdu. Onların çirkin ötüşleri, erkenden uyanmamı sağladı. Açtığım penceremin gerisinde, gecenin serinliği bekliyordu beni. Gözlerimden süzülen uykumu açan şeyse soğuk değildi. Aniden beliren bir ziyaretçiydi.
Yere doğru sarkan uzun saçları gördüğümde, halen daha rüyada olduğumu sanmıştım. Penceremin yukarısında güzelliği göz alıcı bir hanımefendi duruyordu. İri güzel gözleriyle gülümsemesinde kendimi bir anlığına kaybetmiştim. Kalbim çıkacak gibi hissediyordum. Çatıdan sarkıp penceremde nasıl durabiliyordu? İlginç olanı üzerinde sıradan bir köylünün kıyafetleri vardı. Gülüyordu içimi ısıtan o güzel yüzü. Kargaların çıkardığı gürültünün nedenini anlıyordum. Çatıma hangi nedenle çıktığını anlamadığım bir prenses...
Prensesim yanağımda bir buse bırakarak çekildi. Kaşla göz arasında da bir çeşit büyü ile kayboldu. Hisuar, yedi tanrının büyü verdiği kız olmaya layıktı. O denli hızlıydı ki bir rütbelinin gücüne sahip olsam da hangi büyüyü kullandığını anlamamıştım.
Sanırım karışık büyüler kullanıyordu. Birden fazla sınıfa ait büyüleri bir arada kullanmak sadece belli insanlar için geçerliydi. Bir büyücü sadece bir sınıfa ait büyüyü kullanabilirdi. Eğer karmaşık büyüleri kullanmak isterse büyü onun bir özelliğini çekinmeden çalıyordu. Hisuar’ın bitmeyen mutsuzluğunun bir sebebi de buydu…
Şehir karanlığı bohçasına sarıp sarmalamış, bir kenara bırakmıştı. Yeni bir günün sorumluluğuna hazır görünüyordu. Bahçeli evlerin duvarlarından sarkan sarmaşıklar her zamanki gibi yolu güzelleştiriyordu. Günlük işler için erken bir rütbeli için uygun zamandı. Evimin alt katında oyalandıktan ve kahvaltımı yarım yamalak yaptıktan sonra dostumu beklemeye koyuldum.
Yolun karşısındaki gösterişli evde Enki otururdu. Yakın olduğumuz için her sabah beraber çıkardık. Bu sabah da erkenden uyanmış olan Enki, sakin adımları ile kapımı çaldı. Ancak bu sefer suratında bir muziplik vardı.
Uykulu olduğum her halimden anlaşılıyordu. Bu sabah yaşadığım sürpriz aklımdan çıkmıyordu. Enki gülerek beni selamladıktan sonra tutamadı kendisini ve konuştu.
“Biraz eğlence seni uyandıracaktır.”
Evet, anlamında kafamı salladım. Gülümsemesi yanaklarının kenarlarından taşacak gibiydi. Büyü kullanmaya hazır olduğunu dudaklarındaki fısıltıdan anladım. Hemen sonra bana dönerek konuştu dostum.
“Bu ilginç bir bariyerdir.”
Elindeki dönerek hızlanmakta olan çember şeklindeki ışıklardan bahsediyordu. Büyünün verdiği tuhaf renklerdeki ışıklar birbiri etrafında dönüyordu. Bir anda bariyeri atlayarak şehirdeki tüm ışıkları gündüz vaktinde yakmıştı. ‘Geçmişin kalkanı’ yani bir nesneyi önceki haline geri döndüren bariyer büyüsü olmalıydı bu.
Şaşkın halkın düşüncelerini önemsemeyen rütbeli dostum, sokaklarda tek tük gezen insanların gözlerindeki merakla eğleniyordu. Ancak büyü yeteneğine güvenen sadece o değildi. Bariyer gibi yavaş etkinleşen bir büyüye karşılık onun ustalığı bu kadar kısa zamanda kullanmasına sebep olmuştu. Kısa zamanda etkinleşmesi de süresinin kısa olmasına sebep olmuştu. Lambalar çok geçmeden eski haline döndü. Yine de onunla yarışabilirdim.
“Ateş mührü de aynısını yapabilir.” Dedim.
Bu sefer sıra bendeydi. Gözümün keskinliğine güvendiğim için hepsini birer birer yakmayı başarmıştım. Ama birkaç kaza da olmuştu. Sonuçta bu lambalar, hava karardığında büyülenerek toplanması sağlanan ışık böcekleri ile çalışırdı.
Benim ani ateşlerim, lambaları terk etmiş böceklerin yeniden toplanmasına sebep olmuştu. Ancak konamamışlardı. Sonuç itibari ile arıdan büyük bu böcekler etrafa saldırmaya başlamıştı. Neyse ki sabahın erken saatleri olduğu için çok fazla zarar görecek insan yoktu.
Gülerek geçen birkaç saniye sonunda 41 bariyerin üstadı, bir başka bariyer ile sinirlenen ışık böceklerini sakinleştirmişti. Sadece birkaç lambaya bariyer kurmamıştı. İllüzyonistin evinin önündekilerdi bunlar. İllüzyonistin yeteneği insanlarda etkili olurdu. Böcekleri yönetmesinin yolu yoktu.
Çok geçmeden onun sesi duyulmuştu. Feryadı andıran bir lanet okuması, bizi güldürmüştü. Bu saatlerde evden çoktan çıkmış olması gereken illüzyonist her zaman geç kalırdı. Bu da Enki’nin ona yakıştırdığı bir cezaydı.
Saraya vardığımızda, illüzyonistin en azından birkaç yerinde kızarıklık görmeyi umuyorduk. Bu olmadığı için üzülmüştük. Her zaman sinsi bir sessizliği tercih eden bu ukala adam, bugün ilk konuşan olmuştu.
“Bugüne kötü başlamış olsam da...” sözünü boğazına takılan öksürüğü kesti. İşlemeli bardağından bir yudum alan illüzyonist, gülmemek için kendini zor tutan dostuma bir bakış attıktan sonra konuşmasına devam etti.
“Alacağımız kararlar ile günümün kalan kısmını rahat geçirmek istiyorum. Artık bir yazdüşen sonrasında daha Lodsların saldırıp saldırmayacağını düşünmek istemiyorum.”
Yazdüşen yani dilimizde bensura dediğimiz yağmur, büyük bir güce sahipti. Nedeni ile ilgili sadece birkaç söylenti biliyorum. Eski insanlar büyü kullanmazlarmış. Büyü yere inince tabiat insandaki bu değişikliği kaldıramaz olmuş. Eski zamanlarda başlayan bensura da bu nedenle oluşmuş. Bizim kullandığımız büyüler ile havada yoğunlaşan enerji yeryüzüne bu mucizeyi düşürürmüş.
Bu söylentiler gerçeğe yakın olmalı. Çünkü ben de her bensurada büyümü daha güçlü kullanırım. Ancak özellikle üç yılda bir bensura yağmuru daha şiddetli yağar ve nedense kendimi inanılmaz enerji dolu hissederim.
Rengarenk ışıklarla birlikte düşen bu yağmur, büyüyü derinleştiren etkisi ile Lodslara da yardımcı oluyor ne yazık ki. Mezarlarında kutsal yağmurla ıslanan ölüleri, Lodslar şeytanlara sunuyorlar. Bu nedenle ki hastalık ve ölümden oluşan iğrenç yaratıklar can buluyor. Bunu düşünmek bile beni ürkütüyor.
Ben düşüncelere dalarken, kafasını onaylayan bir şekilde sallayan, büyük şehirlerden birinin valisi söz aldı.
“Casusların, Lodslardan öğrendiği bilgilere ve bilge kahinlerin dediklerine göre bahsettiğiniz bu tapınağın yapılacağı nehrin istediği bir takım adaklar olabilirmiş.”
Bunu söyleyen vali, o adaklardan birisi asla olmayacağını düşünerek koltuğunda rahatça oturuyordu. Her konuyu ısrarla sunak nehrine bağlamaları sinirimi bozuyordu. Ancak karşılarında güçlü bir engel vardı. Yakın dostum...
“Hayır! Hiç kimseyi gerçekleşeceği kesin olmayan bir sebeple öldüremeyiz.”
Enki bunu söylerken, kafası sanki yerine sıkıca çivilenmiş gibi hareketsizdi. Enki sertti. Cevapları sertti. Sesi reddediyor, bakışları karşısındakini öldürüyordu. Basit kelimeler seçmesine karşılık ses tonu ve tavrı açıkça belliydi.
İllüzyonist onu cevaplamakta gecikmedi.
“Biliyorum bariyerci, ancak bunu yaparken başkalarını kullanabileceğimizi tahmin edebiliyor olmalısınız.“
“Hayır, savaş esirleri de kullanılmayacak!”
Enki cümlelerini yanıtlamak için konuşmalarını bitirmelerini beklemiyordu. Sanki illüzyonistin ve valinin aklından geçenleri okuyor, onlara meydan okuyordu. Sarayın rütbeliler odasındaki yedi ayrı büyüde ustalaşmış rütbeliler, büyük şehirlerin valileri, üst düzey komutanlar ve kraldan farklı sesler geliyordu. Lodsların gücünü kabul etmiş olsa da adak vermeyi kimse göze alamıyordu.
Enki insana insan olduğu için değer verenlerdendi. Düşman olması ya da başka bir ırktan olması onu ilgilendirmezdi. Savaş alanı hariç hiçbir şekilde bir insana zulmedilmesine katlanamazdı. Sanırım krallığımızı diğer ülkelerden ayıran en önemli şey de ondaki bu insancıl düşüncenin yaygın olmasıydı.
Sunak nehri konusunda ağırlaşan tartışmalar sonunu sessizliğe bıraktığında akşam saatleri yaklaşmıştı. Bir günüm daha sevgilimi görmeden ve yoğun geçmişti. Sabahki sürpriz ise bugünü atlatmamda yardımcı olmuştu.
Acaba? Sevgilim kelimesi bu kadar güzel geliyor mudur başkalarına da? Ona yakıştığı kadar başkalarına da yakışıyor mudur? Zamanla anlamı değişecek midir yoksa benim kalbimdeki kadar eşsiz mi kalacaktır?
Artık ilk başlarda çok hoşuma giden bu kaçamak buluşmalar bana yetmiyordu. Yürüyüşünü izlemek için bulduğum bahaneler Enki’nin gözünden kaçmıyordu. Bedeninin salına salına gidişi, kahvenin en doygun renginde saçlarının omuzlarından düşüşü, bir küçük çocuğun dahi rahatlıkla kavrayacağı beli, zayıflığına rağmen dolgun hatları, matem dolu gözleri…
Düşüncelerim nasıl olursa olsun bu akşam gökyüzü gök şeytanlarının siyah eteklerine bürünmüştü. Tedirgin olmam gereken bir akşamdı. Gök şeytanları tehlikenin kokusunu aldığı anda yeryüzüne yaklaşırdı çünkü.
Saatler sessizliğin hükmüne yenik düşmüş ilerlerken birkaç gezginin at arabası sesleri yankılandı. Hayır, gezgin değildi. İyice yaklaştıklarında, haberci olduklarını anladım. Bir savaştan çıkmışçasına kıyafetleri düzensiz ve yırtıktı. Fakir bir gezgini andırma nedenleri de toz ve kirdi. Doğruca saraya doğru gidiyorlardı. Takip ettim. Onlar usulüne uygun olarak içeri alınana kadar izledim. Huzursuzdum.
Yanımdaki mühürler ile kaplı sembol, çok zaman geçmeden renk değiştirdi. Acil çağrıydı bu. Getirdikleri haber her ne ise iyi olmadığını düşündüm. Enki her zamanki gibi geçit bariyeri kullanıyordu. Nadir ve güzel bir bariyer büyüsüydü bu. Benden önce gelmişti. Yine de beni beklemiş, kapının yakınında durmuştu.
İçeri girdiğimizde şaşkınlığımıza diğer rütbeliler de katılmıştı.
“Efendim... Gün ve gece kâşifleri bir Drou yakalamayı başardılar. Bilirsiniz ki Drou’lar, hastalık saçtıkları için esir alınmak yerine şimdiye kadar yakılmıştır. Ancak, büyük mühürcüler eşliğinde birini kafese koymayı başardık. Büyük iblisle anlaşmaları çözmek ve Lodsların planlarını sorgulamak için de buraya getirdik. Tıpkı emrettiğiniz gibi.”
Bu haberden ve emirden saraydaki hiçbir rütbelinin haberi yoktu. Kral kendi kararını gizlice uygulamaya koymuştu. Şaşkınlık dolu sorularımız ilginç habercinin sözleri biter bitmez başlamıştı.
Özel bir zindan yapıldığından haberdardık. Ancak bunun o Drou için olduğunu bilmiyorduk. Hastalıklara karşı birçok şifa mührü ile donatılmış zindana alınacağını söyledi Kralımız.
Sorgulama için de birimizi seçeceğinden bahsetti. Silahtar hiç vakit kaybetmeden şiddete başvurulması gerektiği önerisinde bulundu. İllüzyonist ise onu parçalayarak incelenmesini istedi. Her ne olursa olsun bu hiç doğru değildi. Drou’lar zaten ölü oldukları için çok yaşamazlardı. Onları hayatta tutan şey büyü idi.
Büyünün bedenle bütünleşmesi ve parçalanan bir bedeni bile yaşatması çok garipti. Bir ölünün normal bir insanda daha hızlı ve güçlü olması ve dahası hastalık taşıyabilmesine hangi tür bir günah neden olmuştu? Acaba bu bir insan için de bu mümkün müydü?*
Büyü şimdiye kadar hep fedakârlık istemişti. Büyü yeteneğine sahip olan insan, karşılığında bir şey vermeliydi. Birden fazla büyü türü kullananlarda durum daha kötüydü. Çalacağı şey hayat dahi olabilirdi. Bu geri dönüşü olmayan bir zorunluluktu. Ben küçükken gözlerimi feda etmiştim. Bu yüzden düzelene kadar uzun bir süre sarayda tedavi edilmiştim. Neyse ki şifa mührü beni sonunda tedavi edebilmişti.
Hisuar’la ilk tanışmam da böyle olmuştu. O da bir şey için tedavi görüyordu. Ancak prenses olduğu için hiç kimseye söylenmemişti. Yine de ben biliyordum. Hisuar çocuk sahibi olamazdı. Bu yüzden de azizler onu hiçbir zaman varis olarak görmemişlerdi.
Hep acımasızlığıyla tanıdığım büyü şimdi gözüme bir umut olarak görünüyordu. Drouları gördükçe düşüncelerime engel olamıyordum. Ruhu şeytanlarca esir alınmış bir ölüye güvenemezdim. Ondan elde ettiğimiz bilgilere asla inanmamalıydım. Çünkü öğrenilen her yeni büyü sadece yeni bir felakete sebep olurdu.
“Bu kitaba her dokunan yükselirken alçalır. Yaşarken ölür, doğarken öldürür. Büyü güç vermez, insana yardım etmez. Siz gene de onun derdinde misiniz? Yine de çileyi ve kederi istiyor musunuz?”
Güçlü peygamberin uyarısı buydu. Ancak ne gök şeytanları ne de insanlar onu dinlememiş. Serbest kalan büyü ruhlar arasında gezinmeye başlamış. Büyü seçtiği insanın kanına girmiş. Canını esir etmiş. Atalarım yine de korkmamış. Onların hataları bizim normal olma hakkımızı elimizden çalmış.
Drou’yu gördükçe bunları aklımdan çıkartamıyorum. Bir ölüye böyle güç veren büyü neden bize ağır cezalar veriyordu? Bilmediğimiz ve Lodsların bildiği sır neydi? Acaba Hisuar düzelebilir miydi?
Ne olursa olsun karşı çıkmalıydım. Kendimle yüzleşemiyordum. Bir rütbeli olsam da insandım ve duygularım ağır basıyordu. Enki ısrarla beni uyarıyordu. Drou’da olan şey her ne ise bunu kendi ülkemize getirmemiz sonumuz olabilirdi. Ama onun aklından karısını çıkarmadığını biliyordum. Ne kadar bana karşı çıksa da aklında eşinin tekrar yaşama ihtimali vardı. Ancak dostum benden daha iradeliydi.
Ben dostuma zıt olarak Hisuar’ın mutlu olduğunu görmek istiyordum. Kalbindeki acıyı silmek için tek yolum bu olsa bile denemekten vazgeçmeyecektim. Kendimle çelişiyordum. Bu düşünceler beni zavallı bir hale sokuyordu.
Ozanların Şarkısı Bölüm 3