Bölüm 1
“Yazıtı yazanın adını
bilmiyoruz. Kim olduğunu da hakeza... Bu yazıtta kendini feda eden bir kadından
bahsediyordu. Ve dayanabileceği kadar dayanmasının sebebi yok olmak üzere olan
bir krallık. Ama devamında onun hakkında daha fazla bir şey demiyor”
“Neler yazıyor ki
devamında?”
“Çok eksik... Fazlasıyla
zarar görmüş... Ama sağlam kalmış yerler, bir lanetten bahsediyor. Okumamı
ister misin?”
Yanındaki gençten fısıltı gibi
bir “evet” cevabı gelmişti. Bilim adamı ondan alacağı cevabı beklemek niyetinde
değildi gerçi. Her zamanki gibi bakışları yazıtın okunması zor olan yerlerinde
odaklanmıştı.
Orta yaşları biraz geçmiş,
yüzünde mutsuzluğunun kırışıkları artık belli olan bilim adamı, elini yavaşça
yazıtta gezdirdi. Kalbine ilginç bir his doldu. Daha önce de her okuyuşunda
içine oturan aynı o tuhaf his... Sadece bir kâhinin sözüyle öldürülen gözyaşı
kadınlar... Ne acıydı. Okurken istemeden kanattığı dudağına elini dokundurdu ve
yazıtı tercüme etmeye devam etti.
“Atalarımın yaptığı büyük
bir suç üzerine lanetlendik bizler ve bizden doğanlar. Hepimizin gözlerine
keder, etine acı, nefesine kül çekildi. Toplu ölümler 110 yıl sürdü. Sonra bir
bilgenin verdiği isimle gümüş gözyaşı denilen, bir beyaz saçlı kadın daha doğdu
bir köyde. Adı gibiydi keder dolu öyküsü, arkasından yakılan ağıt gibiydi.
Onun ölüm yılı dolunca
nedense lanet onu yok edemedi. Ancak ölümlerin sürmesi üzerine bir kâhin geldi
o köye ve tüm laneti durdurmanın yolunun bu beyaz kadını öldürmek olduğunu
söyledi.
Tüm krallık buna inanmış
gibiydi. Hâlbuki kraliyet ailesinde de beyaz kadın çoktu.
Onu gökyüzünün tunçtan bir
renk aldığı akşamda yaktık. Renk ayının 16sı Cuma gecesi. O yanarken kâhine
yaklaşarak ağabeyim gördüğü rüyasını anlattı.
Rüyasında onun yanmasını
izleyen herkes kör oluyordu. Kâhin ve tüm köy onu orda bırakarak ayrıldık ve
ertesi sabah halen daha ateşin yandığını hayretle gördük.
Ateş tam 3 gün 3 gece
durmadan yandı. Nefesimiz dumana alıştı. Ancak lanet durmadı. Aralıksız devam
etti ve krallıkta 37 yaşına gelen herkes ölmeye başladı. Ölümlerden artık
bezsek de gidemezdik hiçbir yere. Lanet devam edecekti.
Kâhin belirdi bir başka
gece ve dedi ki “Gözyaşları var bu ülkede. Eğer ki onlar giderse, eğer ki onlar
ölürse bitecek bu işkence.”
Herkes inandı onun masalsı
sözüne. Bilgeler bile inanmak istedi, güneş kâhine.
Umut nefreti doğurdu, kâhin
çalgısını eline aldı. Atalarımızın yazgısıydı. Bu ülkedekiler dışarı çıkamazdı.
Sözler söylemişti. İşlenen günah üzerine burada neslimiz devam etmiş ve ölüm
süregelmişti.
Anlattı bize atalarımızın
günahını kâhin elinde çalgısı. Derdimize derman olamasa da bu dindirdi bir
müddet sızımızı.
Krallıkta ona inananlar ve
beyazları gördüğünü iddia edenler de arttıkça arttı.
Her ev komşusundan
bahsetti... Denildi ki,
“Onlar laneti yayanlar.
Onlar lanetin üzerimizde durmasının sebebi. Onlar sakladı beyaz kadını”
Ve böylece inanış devam
etti. Her yerde gözyaşı kadınlar arandı. Arandıkça bulundu, bulundukça
öldürüldü. Ancak lanet son bulmadı. Güz yılları geldiğinde 16 aylıklar ölmeye
başladı. Gecem yılları geldiğinde 7 yaşındaki çocuklara geçti lanet. Ve bu
böyle devam etti. Her vakit geçtiğinde başka bir yaştaydı ve o yaşı kasıp
kavurmaya başladı.
Ansızın kâhin yeniden
çıkageldi. Seher yılları yakındı ve havalar ısınmaktaydı. 25 yaşındalar öldü ki
güney kapısını koruyan 6 muhafız da o yaştaydı. Ancak onların sadece beşi öldü.
Kâhin dedi:
“Güneyin altıncı
muhafızı... Yalan söyledi”
Şehirdekiler merakla
baktığında saçları kazınmış muhafızın maskesinin altında beyaz kadın olduğunu
gördü. Sol gözünün altında sakladığı gözyaşı izi vardı. Onu da yakmak için...”
“Sonrası? Sonrasında ne
yazıyor”
“Üzgünüm buradan sonrasını
okuyamıyorum. Başım çok... Çok ağrıyor...”
“İyi misin?”
-Yazıtın geçtiği tarihten
yaklaşık 10 yıl sonrası-
Ölümün ruhları tutsak
ettiği bir gecede öldürme arzusuna sahip iki genç, kuzeyin güçlü
muhafızlarından birini acımasız bir tuzakla yakalamışlardı. Ancak kadın çok
güçlüydü ve gençlerin eğlencesi sönmüştü.
“Madem eğlenemiyoruz o halde
daha sıkıcı bir yoldan öldürelim”
Bunu diyen zalim olanı, elini
alnına dokundurdu. Muhafız gülümsemeye başladı. İki genç de ne gördüğünü
biliyordu.
“Onun elinden ölmek. Bu
benim için oldukça güzel bir hediye. Onun bana bakışları her zaman ölümü
hissetmeme sebep olmuştu.
Ama şimdi...
Hayır... Hayır, bu
istediğim bir şey değil. Ona sarılmak istiyorum ama...”
Gerçek bu kadar acıydı
işte. Kendilerini öldürürken hep düşündükleri dramatik bir sahne ve her zaman
aynı düşünce... Sevdiklerinin elinde ölüyormuşsun hissi. Bu çok acımasız bir
illüzyondu. Etkilenen kişinin kendini kendi silahıyla öldürmesini sağlayan
acımasız illüzyon... Zess’in yeteneği... Sağ elinin işaret parmağını alnından
çeken Zess, kardeşine yönelerek konuştu.
“Onu izlesene... Melek
kanatlarındaki kanla o muazzam gücünün silinişini.”
“Bunu izlemekten nefret
ediyorum!” diyerek cevaplayan Rabi'nin yüzünde ilginç bir ifade belirmişti.
Zess sarıgözlerini kısarak sordu.
“Acımıyorsun değil mi?”
“Bu acıyı tatmasına gerek
yoktu. O zaten ölmüştü.”
“Herkes mutlu bir ölümü
hak eder değil mi? Nihayet o da can verdi” açık kahve saçlarına kardeşi
dikkatle bakarken sözlerine devam etti “Cesedinin çok güzel görüneceğini
biliyordum”
Rabi ona bakmaktan kendini
alamadı. Sapsarı gözleri vardı. İnsanı ürkütecek gözleri artık daha korkunçtu.
Lanetin sona ermesi için gerekeni biliyordu. Gözyaşlarının
kandamlasına döndüğü kadınlar ölmeliydi. Yine de bu onu
tiksindiriyordu. Tek suçları saç renkleri olan kadınlar...
O gece kaçırdıkları kızla
eğlenmek de istemişti yaşça büyük olanı. Sadece lekelenmiş gözyaşı olduğu
duyulan muhafız... Kuzeyin üç kapısından birini koruyordu. İkisinin elinde
parçalanırken ona da aynı illüzyonla kendini öldürmesini sağlamıştı. Daha genç
olanı ise kirlenmemek için kapatmıştı kalbini. Göz yumuyordu. Yummasa başına
gelebilecekleri düşünerek...
Önceden sahte bile olsa
bir gülümseme taşırdı suratında ancak yaşlı adam ona bu görevi verdiğinden beri
vazgeçmişti bu duygudan. İnsanlar... Böcek sürüsü. Kestane rengi saçlarına sol
elini geçirerek masa başında düşündü Rabi. Korkuyor muydu gerçekten Zess’ten bu
kadar? Ona ne yapabilirdi ki? Kendisi hiç sevmemişti bu illüzyon onda
etkisizdi. Hiç bir akrabası da yoktu. Kendini bildi bileli yanında olan ancak
onla hiç konuşmayan o zalim vardı hep yanında. Ağabey diyordu ona. Sadece kim
olduğunu bilmediğinden kullandığı bir saygı ifadesi...
Bir insan yanan bir
öfkenin ateşi içine çekerse zamanla o da kararır. Artık duygusuzlaşıyordu. Tek
hatırladığı bir kadının yüzüydü ve onu masum tutuyordu. Bir ses ona
fısıldıyordu “Neyin doğru olduğunu hissediyorsan onu yapmalısın” ve o kadını
arayacaktı. Kimdi neydi bilmiyordu ama o kadını son güneş doğana dek bulacaktı.
Ve o güneş kendi cesedinin üstüne doğuyor olsa bile. Ve o gece kendi cesedini
ve o kadının kanlı elini gördü rüyasında. Tıpkı verdiği sözdeki gibi... Son
güneşin kanla ıslanmış elinde yansımasını gördü.
“Ne tuhaf rüyaydı. Bu
sesler de neyin nesi?”
Rabi, o akşam bunun
olabileceğini nereden bilebilirdi ki? İhtiyarın yanına vardıklarında abisini
yanı başında buldu. Parçalanan etin sesini duydu ve o ihtiyarın yanı başında
ölüşünü gördü.
Ruh Bedene Şekil Verdi ekstra 2